İlkokul diplomasını hak etmiştim. Son bitirme sınavını da yapınca, köyün yolu gözükmüştü bize. Okuyan Neşet ve Naci adlı kardeşlerimle birlikte bir öküz arabasının içinde, ufacık bir hediye sepetiyle birlikte köyümüzün yolundaydık.
Anam ve babam bizlere daha iyi olanaklar sunabilmek için çalışıyorlardı. Onların yardıma ihtiyaçları vardı.
Akşama doğru, tezek kokularıyla karışık tereyağlı bulgur pilavı kokuları karşıladı bizleri. Sekiz aydır uzak kaldığımız bu kokular bayağı ilginç geldi bizlere.
Önlüğüyle anam karşıladı bizleri. Aman o ne sevgi öyle, o ne sarılış öyle, o ne özlem giderişti öyle. Yıllardır birbirimizi görmüyorduk sanki.
Yengem de bizlere hoş geldiniz faslı yaptı. Akşam oldu. İnekler sağıldı, ahıra alındı. Tavuklar kümesine girdi. Ortalık sakinleşti. Meydan evin köpeklerinden yaşlı zeber ile karabaşa kaldı. Karabaşı anlıyordum da; zeber ne demekti, neden ona zeber deniyordu anlamamıştım.
Amcam da geldi. Aile tamamlandı. Onlarla da ayrı bir sarmaş dolaş, sohbet. Ereğli’den ve dedemlerden bilgi paylaşımı!
Arapı denilen hayata sofra serildi. Amcamlar ve biz sofranın etrafında yerlerimizi aldık. Anam ve yengem altı kat serilen yufkanın üzerine salçalı bulgur pilavını döküverdiler. Büyüklerin “Bismillah” demesiyle boğaz harbi başladı. O ne lezzet öyle Allah’ım!
Sabah iş bölümü yapıldı. Bu yaz kuzuları gütmek-otlatmak bana düşmüştü. Bostanı beklemek Neşet ile Naci’ye.
Her sabah kuzuları, ezanla birlikte alıp yaylım mekânlarına götürüyordum. Sade ben değil; benimle birlikte pek çok arkadaşta öyle yapıyordu.
Belimizde çıkınlar, içlerinde yiyeceklerimiz.
Günler iyi kötü geçip gitmekteydi. İçlerinde okuyan bendim. Şehirden, okuldan, sinemadan, radyodan bahsediyordum. Öğrendiğim bilgileri yeri geldikçe arkadaşlarımla paylaşıyor, onların ilgisini çekiyordum.
O gün akşama doğru. Karşı köyden birilerinin bostanına girmek geldi aklımıza. Vakit epey geçmişti. Ayçiçekleri omuzumda kuzuların yanına geldiğimde arkadaşların kuzularının gittiğini benimkilerin ise zifiri karanlıkta otladıklarını gördüm.
Korku beni sarıverdi. Kurbağa sesleri, kuş sesleri, tilki sesleri, kurt ulumaları birbirine karışıyordu.
Kuzuları o yayvan sudan geçirmek ne kadar da zormuş meğer. Sonunda başardım. Köy tarafındaydık. Ama göz gözü görmüyor. Kuzular gitmekte ama ne yöne, ne tarafa belli değil.
Neden sonra köyün ışıkları seçilmeye başladı. Yanı başımda bir nefes! Ne korku ne korku! Bizim karabaşmış meğer. Öyle bir sarıldım ki, korkumu ona yükledim adeta. Az sonra anacığımın güven veren, şefkatli sesi yankılandı: “Oğlum Nazım’ım neredesin?”
Ne huzur veren sesti öyle. Birden erkekliğim tutuverdi. Gür bir sesle: “Buradayım anam.”
Kuzular önümüzde, karabaş yanımızda. Ana oğul o zifiri karanlıkta: geleceğe emin adımlarla yürüdük.
Esen kalınız.