30 Mart yerel seçimleri, belediyelerin seçimlerinden çıkıp; parti genel başkanlarının seçim düellosuna dönüştü. Ortalık toz duman. Hiçbir belediye başkanının plan ve projesini dinleyemedik.
S. Başbakan bütün seçim konuşmalarını, paralel yapı, şantaj, montaj işine endeksledi. Bütün konuşmalarında bu malzemeleri bol bol kullandı. Bunun yanı sıra Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’yi de ihmal etmedi.
Kimi zaman Fetullah Gülen’in eteğine sarılmakla, kimi zaman da cemaatle işbirliği yapmakla suçladı. Son mitingleri ise, şaşkınlığın ve bunalmışlığın birer son çırpınışları gibiydi.
Bahçeli’yi SSK Genel Müdürü yapmakla ve SSK’yı batırmakla suçlaması.
Kılıçdaroğlu’nu Mansur Yavaş üzerinden CHP’nin MHP’lileşmesi üzerinden vurmaya çalışması; psikolojik depresyonun çaresizliği gibiydi.
Acaba İ. Melih Gökçek’in, Aytaç Durak’ın geçmişi hangi partiye dayanıyordu.
Ne hikmetse S. Başbakan, bütün mitinglerinde her konuya değindi de kutu kutu paralara, yüz bin dolarlık saatlere, “Paraları sıfırlayın oğlum!” konuşmalarına hiç mi hiç değinmedi.
Muhalefette aynı dozda ve aynı ayardaydı.
S. Bahçeli son iki konuşması hariç, efendiliğini ve devlet adamlığı kimliğini bırakmadı.
“Keke bu tapeler olmasaydı, yalan olsaydı!” diye S. Başbakan’a git aklan, bu iftiralardan (İftira ise) yargılan ve temizlen mesajlarını verdi.
Demirtaş ise Kılıçdaroğlu gibi sertti ve can alıcı konuşmalarını sürdürdü. “Sen önce ağzını kapat” hakaretini yapmaktan bile çekinmedi.
S. Kılıçdaroğlu ise bütün konuşmalarını, Başbakan ve onun hırsızlık iddiaları üzerine kurdu. Başbakan’ın kendisi hakkında söylediği her küçültücü ve aşağılayıcı söze karşılık, “Baş çalan” tabirini hep kullandı. Ona “Sayın ve Başbakan” demeyeceğini ve bundan böyle “Baş çalan” diye hitap edeceğini deklere etti ve öylede yaptı.
Bütün mitinglerinde, yolsuzluk ve rüşvet olaylarını hatırlattı. Rüşvet ve yolsuzluk tapeleri ile “Oğlum paraları sıfırladınız mı?” ses kayıtlarını dinletti. Ve her konuşmasında da, “Versin beni mahkemeye. Veremez ki, korkar. Mahkemeye verirse hırsızlığı ispatlanır!” restini çekti.
Hem hukuk açısından, hem sosyal konum açısından bu iddialar bir başbakana en ağır hakaret sayılmaz mıydı?
Başbakan ve AKP kurmayları bu hakaretleri neden yuttular?
S. Kılıçdaroğlu hakkında neden yasal yollar başvurup gerekli fezlekeyi hazırlatmadılar?
Bu hakaret dolu konuşma ve iddialarına karşı neden maddi ve manevi bir tazminat davası açmadılar?
Neden?
Yoksa.. Bu söylenenler suç değil mi, suç teşkil etmiyor mu?
Oysa biz, sıradan bir vatandaşın ayakkabı kutusu göstermesine bile hoşgörü gösterilmeyip, tutuklamalar yapıldığını basından öğrenmiş bulunmaktayız.
Bazı vatandaşların, “Hırsız var!” pankartlarına ve bağırmalarına bile isim söylenmediği halde, “Başbakan’a ya da devlet büyüğüne hakaretten” tutuklamaların yapıldığını, ifadelerinin alındığını, haklarında davalar açıldığını da yine yazılı ve görsel basından öğrenmekteyiz.
Vatandaşın tepkisine bu kadar hassas olan S. Başbakan ve AKP’nin, neden Kılıçdaroğlu ve Demirtaş’a bu kadar duyarsız kaldıklarını anlamakta zorlanmaktayım.
Neden acaba?
Demek ki, “Baş çalan”, “Sen önce kendi ağzını kapat” iddia ve hakareti kimileri için suç, kimileri için değil mi oluyor?
Öyle ise bu nasıl bir hukuk devleti ki; adamına göre hukuk oluyor?
Anlayan ve anladığını söyleyenler beri gelsin.
Esen kalınız.
Nazım Peker
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı