Ve Ukrayna krizi maalesef sıcak çatışmaya döndü… Başından beri vurguladığımız gibi, öyle veya böyle, bu olay en çok ülkemizi yakacak!..
Erdoğan, dün itibarıyla “Rusya’dan da Ukrayna’dan da vazgeçmemiz mümkün değil.” dedi, ama acaba bu mümkün mü? Çünkü bir tarafta Rusya-Çin-İran, diğer tarafta ABD-AB-NATO var.
Batı cenahının koç başlığı da şimdilik NATO’ya devredildiği için, ana hatlarıyla Türkiye-NATO ilişkisini masaya yatıralım.
Erdoğan, daha Mayıs 2016’da; NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’e, “Karadeniz’de görünmüyorsunuz. Karadeniz’de görünmeyişiniz, Karadeniz’i adeta Rusya’nın bir gölü haline dönüştürüyor. Burada kıyıdaş ülkeler olarak hepimiz üzerimize düşen görevi yapmak durumundayız. Olayın gerek hava, gerek deniz, gerek kara bütün alanlarda atılması gereken adımları NATO üyeleri olarak hep birlikte atmak zorundayız.” çağrısında bulunmadı mı?
“Köprülerin altından çok sular geçti. Rus uçağının düşürülmesinden, özellikle de 15 Temmuz’dan sonra Rusya’yla bağlarımız güçlendi, Erdoğan-Putin ‘dost’ oldu.” denirse;
Aralık 2019’da Londra’daki NATO Zirvesi öncesi, “NATO ülkelerinin YPG’yi terör örgütü saymaması durumunda”, Rusya’nın kuşatılmasını öngören Baltık Planı’nı veto edeceklerini açıkladıktan sonra YPG konusunun komisyona havale edilmesi karşılığında Plan’a onay veren Erdoğan değil miydi?
Keza Erdoğan’ın, Biden’la ilk yüz yüze görüşmeyi yaptığı Haziran 2021’deki NATO Zirvesi’nde yine Ukrayna’nın NATO üyeliği başta olmak üzere Rusya’yı hedef alan tüm planlar kabul edilmedi mi?
Ankara Tarafını Çoktan Seçti
Tüm bunları da bir kenara bırakalım; krizin başlangıç sürecinde, 26 Ocak’ta Erdoğan, bir yandan “arabuluculuktan” söz ederken, öte yandan “Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı olursa, bir NATO ülkeli olarak Türkiye’nin pozisyonu ne olur?” sorusunu şöyle cevaplamadı mı?
“Türkiye, NATO müttefiki olmanın yükümlülüklerini bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yerine getirmeye devam edecektir. Bu konuda herhangi bir tereddüde mahal yoktur ve bu şekilde de görüşmelerimizi devam ettiriyoruz.”
Dahası, “Mevcut kriz ortamında NATO müttefiklerinin birlik ve dayanışma anlayışı içinde hareket etmeleri şart. Tabiatıyla her ülkenin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda farklı yaklaşımları olabilir. Fakat esas olan bunları ittifak bütünlüğü altında istişare ederek ortak bir tutum belirlemektir. NATO şu ana kadar bu bağlamda kötü bir sınav vermedi. Yani başarıyla bu tür adımları atarken yoluna devam etti.” sözleriyle, isim vermeden gidişata temkinli yaklaşan Almanya’yı ve Fransa’yı eleştirmedi mi?
Savaşın ayak seslerinin hızlandığı günlerde Afrika seyahatine çıkan Erdoğan’ın, son iki günkü açıklamalarına da bakalım.
Önceki gün Kongo’dan Senegal’e giderken, beraberindeki gazetecilere yaptığı şu değerlendirme, ABD ve NATO’ya “laklak ederek gün geçirme” suçlaması gibiydi:
“Şu an itibarıyla Amerika’nın açıklamaları ve özellikle bu Münih Konferansı’ndaki gariplikler, hepsi nereye çalıştı, nereye çalışıyor belli değil. Bana göre Münih Konferansı da zaten sadece bir NATO Zirvesi olmaktan öteye geçmedi.”
Devamında ise olası savaşın Karadeniz’e etkilerine ilişkin bir soruya karşılık, “Biz aynı zamanda Karadeniz ülkesiyiz. Karadeniz ülkesi olmamız nedeniyle birçok tedbir paketinin oluşturulması şart. Biz de bu tedbirlerimizi zaten alıyoruz, aldık. Bu şekilde çalışmalarımızı sürdürüyoruz, sürdüreceğiz. Karadeniz ülkesi olmanın bize yüklediği sorumlulukları bir kenara bırakamayız. Bu anlayışla yolumuza devam edeceğiz.” demekle yetindi.
Erdoğan’ın, Afrika gezisinin son ayağını -NATO liderleriyle telekonferans görüşmesi için- iptal edip Türkiye’ye dönerken söyledikleri de önemliydi. Bir yandan Rusya ve Ukrayna konusunda, “Rusya’dan da Ukrayna’dan da vazgeçmemizin mümkün olmadığını” vurguladı, öte yandan şunları anlattı:
“Şu anda ortada sadece NATO kalıyor. NATO bu video konferans zirvesiyle beraber artık tavrını belirlemelidir, ne yapacaksa yapmalıdır. Malûm, şu ana kadar Ukrayna’ya ciddi manada bir asker gönderme gibi durumla karşı karşıya henüz kalmadık. Herkes sadece laf yapıyor, iş yapan yok. Böyle bir durum söz konusu… Bu bakımdan yapacağımız bu video konferansta NATO müttefiki üye ülkelerin liderleri bakalım neler söyleyecek. Biz de tabii söyleyeceğimizi onların da söyleyeceklerine göre belirleyecek, tavrımızı ortaya koyacağız.”
Bu ifadeler tam anlamıyla NATO’nun peşine takılıp gideceğimizin, tavrımızı onlara göre belirleyeceğimizin ilânı değil midir?
Ya devamındaki, “Biz burada devlet yönetiyoruz, hassasiyetimizi korumamız gerekiyor. Bu hassasiyet içerisinde de adımlarımızı atmamız gerekiyor. Tabii bütün ilgili arkadaşlarımızla istişarelerimizi en geniş anlamda yapacağız ve bu istişarelerden sonra da neler yapmamız gerekir, ne gibi adımları atmamız gerekirse onu yaparız… Bizim derdimiz, öyle bir adım atalım ki, hiçbirinden vazgeçmeden bu işi inşallah çözelim. Bunun için de ekibimizle, heyetimizle görüşmelerimizi yapacağız. Onun için NATO Liderler Zirvesi’ni çok önemsiyorum. Burada bütün liderlerin ne düşündüklerini göreceğiz. Ondan sonra da biz kendi içimizde arkadaşlarımızla çalışmamızı yapacağız.” sözleri?
Daha bir gün önce “Biz de tedbirlerimizi zaten alıyoruz, aldık.” demişken, bu sözleriyle aslında Ankara’nın henüz bir planı bulunmadığını söylemiş olmadı mı?
Tam da “Eyy diplomasi, neredesin?” denecek bir tablo!..
NATO’ya açık çek niteliğindeki bu açıklamaların ardından, 1 ay 22 gün sonra Putin’le nihayet yapılabilen telefon görüşmesinden nasıl bir sonuç çıkabilirdi?
Nitekim çıkmadı; Rus tarafı, “Erdoğan’ın, konuyla ilgili bilinen görüşlerini dile getirdiğini” vurguladı.
Ukrayna’nın Montrö Talebi
Malûm, dün Ukrayna cephesinden gidişatın ilanı niteliğinde bir talep geldi. Ankara Büyükelçisi Vasly Bodnar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgâli durumunda Türkiye’den Boğazları Rus gemilerine kapatmayı değerlendirmesini isteyeceklerini duyurdu.
Yani Montrö Sözleşmesi’ne yönelik ilk resmi adım atıldı.
Biliyoruz ki, bu ABD’nin talebi ve Ukrayna krizi başladığından beri özellikle Milli Savunma Bakanlığı’na yakın ABD’li politika yapıcıları Montrö’yü dillendiriyor.
Garip olan şu ki, Ankara şu ana kadar -Savunma Bakanı Hulusi Akar dışında- Montrö’yü ağzına almadı. Bu konuda topu topu üç kez konuşan Akar, son olarak Münih Güvenlik Konferansı’nın ardından şunları söyledi:
“Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin orada rahat, güven ve refah içinde yaşaması bizim en samimi dileğimiz. Bu manada da Montrö Sözleşmesi’nin önemli olduğunu, buna gerekli desteğin sağlanması gerektiğini, Montrö Sözleşmesi’nin sağladığı düzenin bütün taraflar için yararlı olduğunu burada da ifade etme fırsatı bulduk.”
Yine muhataplara yönelik, dilek ve temennilerden ibaret ifadeler!..
Oysaki, en başından beri ve en önce de Erdoğan’ın her fırsat ve zeminde Montrö’ye sarılması gerekmiyor muydu?
Sahi, Erdoğan neden hiç Montrö’yü ağzına almıyor?
Bugün Erdoğan, Saray’da güvenlik zirvesini topladı. Tabii ki, Erdoğan ne derse, ne karar alırsa o olacak; da bakalım Montrö hatırlanacak mı?
Muhalefetin Görevi
İşin şakası yok; 1 Mart tezkeresinden daha ağır bir krizle karşı karşıyayız. En azından o dönem TBMM, Erdoğan’a itiraz edebilen milletvekilleri, dinamik bir kamuoyu, uyarıda bulunan basın vardı.
Ya şimdi?
O yüzden 28 Şubat’ta parlamenter sisteme dönüş açıklaması yapmaya hazırlanan muhalefet liderlerine naçizane önerim; onu şimdilik erteleyip bir Montrö bildirisi yayımlamaları ve iktidarı bu konuda tavizsiz tutum almaya zorlamalarıdır.
Çünkü sonuçları kestirilemeyen bir sürece giriyoruz!..