Ekonomi batırılmış… Yolsuzluk almış başını gitmiş… Eğitim çökertilmiş… Dış politika sarpa sarmış… Toplumun ortak değeri olan din siyasallaştırılmış… Anayasa paspasa çevrilmiş… Yargıda borsalar kurulmuş, hatta adalet “en iyi ihraç ürünümüz” yapılmış…Ama bunlar toplumun huzur ve güvenliğine tehdit sayılmıyor da bir sergi üzerinden fırtınalar koparılıyor, savcılarımız harekete geçiyor!.. Ne diyelim; Allah başka dert vermesin!..
Gün geçmiyor ki, birileri “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” etmekle suçlanmasın, hatta tutuklanmasın.
“Birileri” dediğimiz, tabii ki, iktidar ve destekçilerinin görüş, düşünce, anlayış ve yaşam tarzının dışına çıkanlar.
Yoksa iktidar ve destekçilerine her şey serbest. Üzerinde kamu cübbesi olanlar dahil. Onların yaptıkları ve söyledikleri, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” değil, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına giriyor. Hatırlayın, bizatihi devletin 1 numarasının dudaklarından bir sanatçı için, “Dilini koparırız” sözleri dökülmedi mi?
Şampiyon olan Voleybol Kadın Milli Takımı’mız ekseninde yaşananlara baksanıza.
Daha dün bir Vaiz, camide öğlen vaazında onları hedef aldı, neredeyse cemaat birbirine girecekti. Sonuç; Müftü, “maksadını aşan vaizi” uyardı.
Ez cümle; bu “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlaması, muhalif kesim üzerinde Demokles’in kılıcına döndürüldü. Yıllar geçmiş olsa da birileri yeni duydukları bir söz veya olay karşısında harekete geçip eylem düzenliyor, sosyal medya trolleri köpürtüyor ve yargı gereğini yapıyor!..
Oysa Anayasa Mahkemesi’nin bu suçlamaya yönelik kapı gibi, “ilk” niteliğinde, üstelik oybirliğiyle aldığı bir karar var. Sözkonusu suçun oluşması için “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması” gerekiyor.
Kaldı ki, AYM’den önce Yargıtay da, “farklılıkları tahrike yönelmeyen, şiddet çağrısı ve nefret söylemi içermeyen, somut ve yakın tehlike düzeyine de ulaşmamış kışkırtmaların suça konu edilmesinin suçun kanuniliği ilkesiyle bağdaşmayacağına” hükmetmişti.
Toplum İçin Asıl Tehlike Neymiş?
Bu suçlamanın Demokles’in kılıcı gibi kullanılmasına ilişkin yukarıdaki tespitlerimizin benzerini geçen haftaki Adli Yıl açılışında Erdoğan da yaptı. Söyledikleri şunlardı:
“Adalet ancak mahkeme salonlarında tecelli eder. Sokağa, televizyon ekranlarına ve sosyal medya mecralarına taşınan adalet, hukuka olan güveni zedeler ve zamanla yok eder. Eline mikrofonu veya klavyeyi alan birilerinin, mahkeme kararlarını kendi arzuları ve ideolojik aidiyetlerine göre eğip bükerek yorumlaması hatta daha da ileri giderek hüküm vermesi doğru değildir. Bu tür şımarık hezeyanlar hem adalet sistemine hem de sistemin fedakâr mensuplarına karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır, saygısızlıktır. Günümüzde sayıları giderek artan ‘sosyal medya mahkemelerini’ toplumumuzun birliği, dirliği, huzuru ve iç barışı açısından büyük bir tehdit ve tehlike kaynağı olarak görüyoruz.”
Demek neymiş; “sosyal medya mahkemeleri, toplumumuzun birliği, dirliği, huzuru ve iç barışı açısından büyük bir tehdit ve tehlike kaynağı” imiş.
Sergi Sorunsalı
Konumuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilip açılan, Feshane’deki bir sergi.
Haziran’da açılan bu serginin, “kültürümüze ve değerlerimize aykırı sapkın” bir sergi olduğu, halkta tepkilere yol açtığı ve Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “tamamen yoldan çıktığı” şeklinde haberler yapıldı. Ardından sergi karşıtı gösteriler düzenlenip serginin kapatılması istendi.
Nihayetinde de birileri tarafından, “Biz bu sergiyi kaldırmasını biliriz.” denilerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na, “dini değerlere hakaret, aşağılama ve kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla suç duyurusunda bulunuldu.
Oysa tamamen farklı görüşlere sahip iki yazar; Cumhuriyet’ten Barış Terkoğlu ve Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde Basın Müşaviri olan Karar’dan Akif Beki, merak edip bu sergiyi gezdi ve neyin olduğunu, olmadığını yazdı.
Barış Terkoğlu, “Siyasal İslâmcılar neyi protesto ettiğini dahi bilmiyor. İBB’nin muhalefette olması, sanat sergisi düzenlemesi, onları sokağa dökmeye yetmişti… Cehaletten daha kötüsü, eyleme geçmiş cehalettir.” dedi. Ayrıca serginin açıldığı Feshane’nin herhangi bir kutsallığı olmadığını vurguladı.
Akif Beki de 400 eser arasında tepki çeken üç-dördünün anlamını açıklayıp; “Beğenirsiniz, beğenmezsiniz. Ama kimsenin kutsalına saygısızlık, dine hakaret filan yok ortada… Ayrıca eleştirmek, kınamak, protesto etmek başka şey. Siyasi hesapla hedefe koymak, kin ve nefret uyandırarak halkı kışkırtmak, taşkınlık ve saldırı başka… Tehlikeli tahrikler. Ateşle oynamaktan farksız.” tespitlerinde bulundu.
“Köşesinde Görevini Yapan” Ahmet Hakan Bile…
Sonuç:
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Temmuz’daki o suç duyurusu üzerine önceki gün sergiyle ilgili “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme veya aşağılama” suçundan soruşturma başlattı.
Soruşturma kapsamında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’den bir yetkilinin ifadesi alındı. Yetkili, sergiyle ilgili bir sorumluluğu olmadığını belirtince de serginin organizasyonu ve düzenlemesinden sorumlu kişilerin tespit edilmesi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliği’ne yazı yazıldı.
İşte buna Erdoğan’ın, “Ahmet Bey gereğini yapıyor” diye övdüğü Ahmet Hakan bile şöyle tepki gösterdi:
“Vatandaşın bir sanat sergisini eleştirme, protesto etme, tepki gösterme, tehlikeli bulma hakkı vardır. Bu tür protestolara, ‘Ama efendim bu bir sanat eseridir, bunun bir bağlamı vardır’ diye yaklaşılmaz. Demokratik hakkını kullanan vatandaşın, senin sanatının bağlamını dikkate alma yükümlülüğü yoktur. Vatandaş bu! Sergiyi beğenmeyebilir. Sergiyi tehditkâr bulabilir. Sergiyi inançları açısından sakıncalı görebilir. Şiddetten kaçındığı, vandallık yapmadığı, kırıp dökmekten uzak durduğu müddetçe protesto etmek sonsuz hakkıdır. Ölçü budur. Ölçü buyken bu ölçüyü altüst eden yepyeni bir gelişme yaşandı geçen gün. Cumhuriyet Başsavcılığı, sergiyle ilgili “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçundan soruşturma başlattı. İşte bu olmaz! İşte bu kabul edilemez! Savcının devreye girmesi demek, ‘sanat eseri’ ile ‘kriminal malzeme’ arasında hiçbir fark görmemek anlamına gelir.”
Mazlumken Öyle Muktedirken Böyle
Erdoğan’ın 1997’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Siirt’te yaptığı meşhur konuşmaya geleceğiz.
Devr-i iktidarlarında adeta vaka-i adiye bir suçlama haline getirilen “halkı kin ve düşmanlığa” tahrikten verilen 10 ay hapis cezası Yargıtay tarafından onandıktan sonra 24 Eylül 1998’de önce şunları sordu:
“Beni neyle suçluyorlar? Beni halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle suçluyorlar… Peki bu kin ve düşmanlığa tahrik olan halk nerede? Neden bir Allah’ın kulu çıkıp da sormuyor?”
Devamında şu iddiaları dillendirdi:
“Diyarbaır’daki dosyanın temyiz için Yargıtay’a intikali ile birlikte medyadaki bazı yazarların, aynı yerden düğmelerine basılmış gibi koro halinde cezanın onanmasını istemeleri kimsenin dikkatlerinden kaçmamıştır. Bütün bu ahlâk ve hukuk dışı kampanyalardan etkilenen hakimler, adeta kendileri yarglanıyormuş gibi bir psikoloji içine girdiler ve benim cezamı onaylayarak bir anlamda kendilerini aklamış oldular.”
Sonunu da şöyle bağladı:
“Ülkemizdeki sıkıntıların sebebi okunan bir şiir değildir, özgürlük talepleri değildir, düşünen ve konuşan insanlar değildir. Bunun sebebi baskıcı ve totaliter anlayışlardır. Bunun sebebi ülkenin maddi ve manevi değerlerini yağmalama isteğinden gözü dönmüş ve artık hiçbir hukuki ve insani sınır tanımayan mafyatik yapılanmalardır. Bu yol, yol değildir. Dünya toplumları ikibinli yıllara girerken, değişen dünya ile daha çok uyum içinde olmanın yollarını ararken, bizim ülkemizi muz cumhuriyetlerinin bile gerisine sürüklemek istiyorlar.”
Oradan buraya!..
Ekonomi batırılmış… Yolsuzluk almış başını gitmiş… Eğitim çökertilmiş… Dış politika sarpa sarmış… Toplumun ortak değeri olan din siyasallaştırılmış… Anayasa paspasa çevrilmiş… Yargıda borsalar kurulmuş, hatta adalet “en iyi ihraç ürünümüz” yapılmış…
Ama bunlar toplumun huzur ve güvenliğine tehdit sayılmıyor da bir sergi üzerinden fırtınalar koparılıyor, savcılarımız harekete geçiyor!..
Ne diyelim; Allah başka dert vermesin!..