Erdoğan dün gece bir televizyon kanalında yine birbirinden ilginç açıklamalar yaptı. Bugünlük sadece Sezen Aksu ve Sedef Kabaş’la ilgili sözlerini mercek altına alalım.
Geçen Cuma; Çamlıca Camisinin mihrabında, yanıbaşında imam, elinde mikrofon, cemaate kelimesi kelimesine şöyle seslendi, değil mi?
“Hakaretlerin bini bir para. Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir.”
Dün geceye kadar bu sözlere iktidar cenahından resmi, gayrı resmi bir yorum veya yalanlama gelmemişti. Sağolsun, Star’dan Nazlı Çelik’in sorusu sayesinde bizzat Erdoğan, bunları söylediğini kabul etti.
Kabul etti, ama nasıl?
Oradaki muhatabının Sezen Aksu olmadığını belirtip Aksu’yu övdükten ve bunu bir kenara koyduktan sonra şöyle konuştu:
“Ben ülkenin Cumhurbaşkanı olarak insanımızın hangi inançtan olursa olsun dinî değerlerine, yani kutsalına laf edilmesine müsaade etmem… Kaldı ki, burada sadece Hazreti Adem aleyhissalatü vesselam ile Havva validemiz değil, aynı zamanda burada Meryem validemize de aynı şekilde hakaret var. İnsanımızın kutsallarına yönelik hassas bir duruşum var. Bunu da herkes bilir. ‘Dilini koparma’ ifadesini bir kişinin şahsına değil, kutsallarına karşı hakarete dönük bir tavır olarak ifade ettim. Hatırlayın, Demokrat Parti döneminde Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarıldı. Şimdi biz kutsallarımızı korumak için de kanun mu çıkaracağız? Bu bir duruş, saygı, kabullenme ve birlikte yaşama tecrübesi olarak hayata geçmeli… Bizim dinimiz tüm peygamberlere kendi peygamberimize olduğu kadar saygı ve hürmeti emrediyor. Ne zaman birbirimize, inançlarımıza, değerlerimize saygı duyacağız? Ne zaman bu konularla gündem oluşturmaktan vazgeçeceğiz? Kimse toplumumuzu kutuplaştırmaya, özellikle de bütün bu konulara yönelik görmezlikten gelmemizi beklememeli.”
Madde madde değerlendirelim.
“Meryem validemize de hakaret var.” dedi.
Hz. Meryem’e hakaret etmekle suçlanan kimdi? Dokuz Eylül Üniversitesi Dekan Yardımcısı Cihad Kısa.
Olay ne zaman gündeme geldi? Ocak başında.
Evet, kimi medya, STÖ’ler, avukatlar ile ilahiyatçılar bu isme tepki gösterdi, onu protesto etti ve suç duyurusunda bulundu; ama iktidar cenahının, hatta Sezen Aksu’nun şarkısının tartışılmaya başlamasına kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bile gündemine girmedi. Diyanet, ancak 17 Ocak’ta Kısa veya Aksu’nun adını anmadan, “İslâm’ın seçkin şahsiyetlerine dair söylenen her cümlede, yapılan her açıklama ve yaklaşımlarda son derece hassas ve dikkatli olunması gerekmektedir.” uyarısında bulundu. İktidarın ana akım medyası da sadece Aksu’yu “linç” etti/ettirdi!..
Yine Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli sadece Sezen Aksu’ya tepki gösterip, “Yazdığı ucube bir şarkının sözleri arasında, Hz. Adem ile Hz.Havva’ya cahil diyen sorumsuz ve şuursuz bir sanatçının alamet olarak bindiği sefalet ve rezalet hali dünyevi kıyameti olan cehalet çukurunun açık seçik bir numunesidir. Bu sanatçıya diyorum ki, serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme.” dedi.
Bahçeli’nin o sözlerinden üç gün sonra ise Erdoğan’ın “dil koparma” çağrısı geldi. Peki o çağrıda “Hz. Meryem” var mıydı? Yoktu.
Haliyle de herkes Sezen Aksu’nun hedef alındığı sonucuna vardı. Demek ki, hepimiz yanlış anlamışız!..
İşin Sezen Aksu kısmı halledildiğine göre, Erdoğan’ın, “Demokrat Parti döneminde Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarıldı. Şimdi biz kutsallarımızı korumak için de kanun mu çıkaracağız?” diye başlayan ifadelerine geçelim.
Birbirimizin inançlarına ve değerlerine saygı ile kutuplaştırmayı görmezden gelmemek, herkes için geçerli bir ilke ise; Atatürk de bu ülkenin ve milletin önemli bir değeri değil mi? Koruma Kanunu var da, sabahtan akşama kadar hakaret ve küfre maruz bırakılmıyor mu? Hatta ve hatta Ayasofya’da bizzat Diyanet İşleri Başkanı, Erdoğan ve devlet ricalinin önünde onu lanetlemedi mi? Peki bunların hangisi hakkında bir işlem yapıldı?
Ez cümle; hemen her alanda yaşanan ayırımcılığı ve kutuplaştırmayı iliklerimize kemiklerimize kadar hissetmiyor muyuz?!
Anayasa’nın Naklen Çöpe Atılması
14 Ocak’ta televizyonda yaptığı konuşma ancak 1 hafta sonra iktidar medyası tarafından keşfedilip hedef gösterilen, aynı gece gözaltına alınıp ardından tutuklanan Gazeteci Sedef Kabaş meselesine geçelim.
Tüm devlet yetkilileri bir yana; Kabaş daha gözaltındayken, bizatihi Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün, “Milletimizin oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanımızı hedef alan edepten nasipsiz, çirkin sözleri lanetliyorum. Haset ve nefretten doğan bu hadsiz ve hukuksuz ifadeler, milletin vicdanında ve adalet önünde hak ettiği karşılığı bulacaktır.” diyebilmesinin şoku atlatılamamışken, dün gece Erdoğan da Kabaş’ın hükmünü şöyle kesti:
“Hukuk neyi gerektiriyorsa, sonucu ne olursa olsun burada gereği yapılacaktır. Bunun ifade özgürlüğü ile de bir alakası yoktur… Esasında bunların hakaret ettikleri Tayyip Erdoğan nezdinde milletin ta kendisidir. Millete olan nefretlerini ortaya koyuyorlar. Milletin evi dediğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim merkezine ahır benzetmesi de tümüyle bu aziz millete hakarettir, edepsizliktir… Kabul etseler de etmeseler de Recep Tayyip Erdoğan, bu ülkenin yüzde 52 ile seçilmiş Cumhurbaşkanıdır. Bu makama saygısızlığın da kanunlarımızda cezası açıktır ve bu suç cezasız kalmayacaktır… Bu hakareti yapanın provokasyon amaçladığı da çok açık. Bunu, sağlık kontrolü için getirildiği hastaneye girerken kelepçesiz ellerini arkadan birleştirerek ters kelepçe vurulduğu algısı oluşturmaya çalışmasında da gördük. Buna asla müsaade etmeyeceğiz. Devletin makamlarına ağız dolusu hakaret ederek toplumun bir kesimini nefretle donatanlar, yaptıklarının cezasını da hukuk çerçevesinde görecektir.”
Tüm bu sözlerini ise, “buradaki hakaretin her şeyden önce şahsı değil, temsil ettiği makama yönelik olmasına” bağlayıp, “Biz, Cumhurbaşkanlığı makamının ve millet iradesinin izzetini korumakla yükümlüyüz. Bulunduğum makam bunu gerektiriyor. Bunu ben mi söylüyorum? Yok. Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesi Cumhurbaşkanına hakaret suçunu düzenliyor.” dedi.
Erdoğan’ın bu açıklamalarını, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın sadece 2.5 ay önce 8 Kasım’da “Masumiyet Karinesi ve Yargı Bağımsızlığı” konusunda yaptığı konuşmanın ışığında değerlendirelim.
Arslan; hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından masumiyet ya da suçsuzluk karinesinin hem uluslararası insan hakları sözleşmelerinde hem de anayasalarda güvence altına alınan bir ilke olduğunu vurgulayıp Anayasa’mızın 38. maddesini işaret etti.
Suçluluğu mahkeme kararıyla kesinleşmeden bir kişinin suçlu kabul edilmesine yönelik tutum ve davranışların mahkemelerin bağımsızlığı ilkesini zedelediğini, benzer şekilde devam eden yargılamalar hakkında hâkimlere veya mahkemelere baskı yapılmasının da masumiyet karinesini olumsuz yönde etkileyebileceğini hatırlattı.
Anayasa’nın 138’inci maddesiyle düzenlenen “yargı bağımsızlığının” temel şartlarını özetle şöyle açıkladı:
“Yapılması gereken, görevlerinde bağımsız olan hâkimlerin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermeleridir. Yapılmaması gereken ise herhangi bir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat vermesi, hatta tavsiye ve telkinde bulunmasıdır. 138. madde bu konuda hiçbir istisna öngörmemekte, kategorik bir yasak getirmektedir. Bu müdahale yasağının muhatabı, ülke içinde veya dışında bulunan tüm organ, makam, merci veya kişilerdir. Konumu, sıfatı veya görevi ne olursa olsun hiç kimse hiçbir gerekçeyle mahkemelere ve hâkimlere bırakın emir ve talimat vermeyi, tavsiye ve telkinde dahi bulunamaz… İkinci şartı, devam eden bir dava hakkında parlamentoda yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili olarak soru sorulmaması, görüşme yapılmaması veya herhangi bir beyanda bulunulmamasıdır. Bu anayasal hükmün amacı yasama organının ve üyelerinin devam eden yargılamalara müdahalesini önlemek, bu suretle başta masumiyet karinesi olmak üzere adil yargılanma hakkının tüm unsurlarıyla korunmasını sağlamaktır.”
Sonunda da şunları söyledi:
“Yasama ve yürütme mensuplarının yargıyı etkilemeye veya itibarsızlaştırmaya dönük söz, tutum ve davranışlardan uzak durması gerekir… Modern hukuk düzenlerinde kendisine herhangi bir suç isnat edilen kişinin yargılanacağı, aklanacağı veya mahkum edileceği yegâne yer mahkemelerdir… Dolayısıyla başta sosyal medya olmak üzere farklı mecralarda yargısız infaz veya aklama yoluna gidilmesi sağlıklı ve adil bir yargılama sürecini zehirlemektedir. Bundan kaçınmak hepimizin ortak sorumluluğudur.”
“Cumhurbaşkanlığı makamının ve millet iradesinin izzetini korumanın” başta gelen şartlarından birisi, üzerine yemin edilen Anayasa’ya uymak ve uyulmasını sağlamak iken; ne yazık ki, dün gece Anayasa bir kez daha naklen çöpe atılmış oldu.
Şimdi Kabaş Ne Yapsın?
Tüm parti yöneticilerinin, TBMM Başkanı’nın, Adalet Bakanı’nın ve nihayetinde Erdoğan’ın hedef alıp hükmünü kestiği Sedef Kabaş cezaevinde.
Öğrendiğim kadarıyla karantina süreci bittikten sonra tek başına kalmak için dilekçe verecek.
Verecek, ama talebi kabul edilsin, edilmesin; bu tablo karşısında -Anayasal hakları bir yana- evvel emirde can güvenliğinden endişe duymaz mı, duyulmaz mı?