Verilen metin, Dr. Mustafa Kök’ün Nurettin Topçu hakkındaki gözlemlerini aktardığı “Ellinci Vefat Yıl Dönümü Münasebetiyle Nurettin Topçu’yu Hatırlarken – II – Dr. Mustafa Kök” başlıklı bir anı yazısıdır. Yazar, felsefe doçenti ve öğretmeni olan Topçu’yu 1969 baharında, meslek hayatının zirvesindeyken tanıdığını belirtir. Metin, Topçu’nun sınıftaki öğretmenlik tarzını, öğrencilere karşı tutumunu ve sınav uygulamalarını detaylandırarak, onun disiplinli ama saygı duyulan bir hoca figürü olduğunu gösterir. Ayrıca, felsefe müfredatlarındaki eksikliklere ve metafizik konularının dışlanmasına dair Topçu’nun görüşleri ile dönemin diğer felsefecilerinin yaklaşımlarına değinilir. Yazar, Topçu’nun mesleğine olan derin bağlılığını vurgularken, öğrencisi Hüseyin Batuhan gibi bazı meslektaşları hakkındaki kişisel düşüncelerini de paylaşır.
Sınıfta Tanıdığım Nurettin Topçu’dan İzlenimler [1]
Bendeniz merhum Nurettin Topçu’yu “resmî hoca sıfatıyla” meslek hayatının 35. yılında, yani zirvesindeyken 1969 baharında tanıdım (göreve atanma tarihi: 29 Eylül 1934.) 1965 sonlarından beri şahsen de tanıyor, çok sık giden ilk halkadan olmasam da Hareket dergisi yazıhanesindeki sohbetlerinden biliyordum. Fakat 1969 baharında, felsefe son sınıf öğrencisi iken, kendisi de bir felsefe doçenti olarak İstanbul Erkek Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya devam ediyordu. O yıllarda Fakültemizde, sırf öğretmen olmak isteyenler için açılmış “Öğretim Lisansı” adıyla bir pedagojik uygulama programı vardı. Bu programı takip etmek için adı geçen Liseyi ve felsefe öğretmeni olarak da Nurettin Topçu’yu seçtim. Böylece onun sınıfta da talebesi olma fırsatı buldum.
Bir ay boyunca bölümden bir arkadaşımızla felsefe, sosyoloji ve mantık derslerine kendisiyle birlikte girip çıktık. Merhum Orhan Okay’ın bir yazısında tasvir ettiği gibi “başlangıçta” da olsa “haşin ve sert” tabiatına şahit olmadım, fakat “müsamaha kabul etmez” olduğu şüphesizdi. Meselâ, bir ders esnasında sıranın birinde lâkayt ya da gevşemiş hâlde oturduklarını fark ettiği anlaşılan iki talebesini “burası kahve değil” diye ikaz ettiğini hatırlıyorum. Bir başka örnek; bir mantık dersinde idik ve kendi yazdığı mantık kitabından bir bölümü anlattı. Sanırım on-on beş dakika kadar vakit kalmıştı ki, sözlü sınav yapmak istedi. Cebinden not defterini çıkardı, bir öğrencinin adını okudu, ayağa kalkıp tahtaya kadar gelen çocuğa bir soru sordu, cevap alamadı. Bir daha, yine cevap alamadı. Üçüncüyü de sordu mu hatırlamıyorum, yerine geçirdi ve deftere bir not yazdığını gördüm. İkinci bir öğrenci de aynı şekilde cevap veremeden mahcup şekilde oturdu. Ondan sonrakiler ayağa kalkıp “çalışmadım hocam” diyerek ve tahtaya gelmeden yerlerine oturdular. Hoca isim okumaya devam etti, geriye kalan öğrencilerin de tümü aynı mazereti beyan ettiler. Böylece sanırım 20-25 kadar öğrencinin hepsini yoklama yaptı. Ders zili çaldı, birlikte çıktık. Öğretmenler odasına geçerken gülümseyerek, “Efendim, Millî Eğitim yeni bir uygulama getirdi; yazılı imtihan günlerini öğrencilere haber veriyoruz; onlar da o güne mahsus çalışıp hep 9-10 alıyorlar. Oysa öğrenci ders ve imtihanlara her gün hazır olmalı. Biz de ara sıra böyle yoklama yapıp dengeyi sağlıyoruz” dedi. Elindeki not defterini açıp gösterdi. Gerçekten yazılı sınavları hep 8, 9,10 idi; fakat o günkü yoklamadan tamamı sıfır (0) almıştı. Sanırım öğrencileri onun ne kadar değerli bir hoca olduğunun farkında idiler ve bu derece radikal bir sınav uygulamasına çıt çıkarmamışlardı. Bizim onu başka kanallardan da tanıdığımızdan habersiz iki öğrencisi, bir ara bana hocalarının “Fransız filozofu M. Blondel’in öğrencisi olduğunu” naklederek -ki doğrusu tam olarak öyle değil, çünkü Topçu vardığında Blondel emekli olmuş gözüküyor- aynı kanaati bende de uyandırmaya çalışıyorlardı. Ayrıca derslerde hocalarını büyük bir saygı ile izliyorlardı. Topçu hoca, derslerinde geniş kültür hazinesinden verdiği örneklerle ve her filozof ya da ekol için ders sonunda yaptığı rasyonel eleştirilerle felsefe derslerini cazip hâle getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İzmir yıllarında öğrencisi olmuş olan Doç. Hüseyin Batuhan’ın tanıklığına bakılırsa, Hoca erken öğretmenlik yıllarında diğer hocalardan farklı bir şekilde talebeleriyle daha “arkadaşça” bir ilişki kurarmış; benim tanıdığım sırada o kadar sayılmazdı herhâlde. Orhan Okay ve benzeri, kendisini yakından tanıyan hocalar, onun yaş haddinden de olsa emekliliğe ayrılmaktan dolayı pek üzüldüğünü, öğrencilerinden ayrılmasının çok zoruna gittiğini ve onda âdeta bir yıkım yarattığını, hatta kısa zaman sonra hastalanmasında bu olayın da payı olabileceğini anlatıyorlar.[2] Bu tespitlerde hakikat payı olsa gerek. Çünkü Nurettin Topçu mesleğine âşık bir insandı. Külliyatına alınan bir yazısında diyordu ki, “düşünülerek girilen kapı, yalnız sınıf kapısıdır” ve şöyle devam ediyordu: “Şuna inanınız ki, dünyada hiçbir fetih, kaderin sırrına vakıf olanlar için, sınıf kapısını açmak kadar şerefli değildir.” Çünkü ona göre, “Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir” Bir insan bir mesleği bu kadar yüceltirse, o mesleğe elbette âşık olur. Hepimiz hoca olduk, hocalık mesleğinin cilvelerini yaşadık. Bizi seven talebeyi biz de sevdik, çoğu zaman fikirlerimizi onaylasınlar istedik. Oysa onun seçkin talebelerinden bir başkası tanıklığı sırasında farklı şeyler söylüyordu. Prof. Afşar Timuçin, hocalarını anlattığı bir yazısında (Felsefe Dünyası, Sayı: 9) sözü Nurettin Topçu’ya getirerek, “Besbelli benim gibi düşünmüyordu ama iyi düşünüyordu. Kendisi gibi düşünmediğimi çok iyi biliyordu, gene de beni pek seviyordu.” Böylesi geniş düşünceli kaç hoca tanıdık acaba? Tabii bu tutum, aynı zamanda bir hocanın kendine olan yüksek “özgüven”le de ilgili olsa gerek.
Fen derslerinin Almanca yapıldığı bu okulda, benim izlediğim o dönemde Hoca’nın sadece ciddi ve ağır başlı bir eda ile müfredatı anlattığına, hiçbir telkine tevessül etmediğine şahit oldum. Sadece bir defasında söz Mehmet Âkif’e gelince onun doğrudan doğruya “sosyalist bir şair ve düşünür” olduğunu söyledi. Söz arasında bu ifadeyi bir daha söyleyerek, sanki vurgulamak istedi. Tesadüf, o günlerde –Türkiye Milliyetçiler Cemiyeti’nde de bir “Mehmet Âkif’i Anma Konferansı” vardı. Hoca orada da konuştu. Ama bu defa dikkat ettim onun için “sosyalist” sıfatı yerine sadece büyük bir “sosyal dâva lideri” deyimini kullandı. Neden acaba diye, düşünmedim değil. Acaba Lise son sınıftaki çok başarılı ve zeki talebelerine, özellikle o zamanki gençlik arayışlarını hesaba katarak, “bakın eğer sosyalist olacaksanız bunun örnekleri Müslüman – muhafazakâr camiada da var” mı demek istiyordu?[3] Gerçi, kendisinin zaten bu fikre sahip olması, bir pragmatist endişeyi ortadan kaldırıyordu (ayrıca Hoca’nın felsefe olarak en nefret ettiği sistemlerden birisi de pragmatizmdi).
Felsefe Müfredatları ve Bölüm Hoclarımıza Dair Düşünceler
Yönetmelik gereği benim de “deneme dersi” mahiyetinde bir ders anlatmam lâzımdı ve Bergson konusunu seçmiştim. Kendisinin önerisi üzerine bir konferans niteliğinde hazırladığım dersi sınıfa takdim ederken Bergson’daki “yaratıcı evrim” kavramı münasebetle öğrencilere, İlkçağ filozofu Herakleitos’un metafizik anlayışını kast ederek “Âlemde oluş esastır ve ‘her şey akar: panta rei !’ ” sözü kime aitti, diye sorunca hiç kimseden doğru-dürüst cevap alamadım; biraz garipsediğimi hissettirdim galiba. Ders bitip çıkınca Hoca beni dersten dolayı tebrik etti ve şunları söyledi: “Efendim, Milli Eğitim’in mevcut felsefe müfredatında maalesef (dinî konuları da hatırlatır diye olsa gerek) metafiziğe yer verilmiyor. Sizin sorduğunuz İlkçağ metafiziği ile ilgili soruya o yüzden cevap veremediler. Çünkü biz de o konuları anlatmamıştık.”[4] Bu da bana ilginç geldi. (G. Antep lisesindeki felsefe öğretmenimiz Nahit Güçlü hocamızın bunlardan bahsettiğini hatırladım; onunki şahsi tercihi mi olmuştu?)[5] Bilindiği gibi, 1975’ten itibaren yapılan müfredat değişikliğiyle ortaöğretimdeki felsefe eğitiminde metafizik konularına da yer verilmeye başlandı.
İkinci küçük hikâye, Hoca bir gün teneffüs sırasında hocalarımızdan Takiyettin Mengüşoğlu’nu sordu, ben de bir iki cümleyle karşılık verdim. Kendisi yine biraz gülümseyerek, “Ernst Von Aster[6] onu hiç beğenmezdi, sanki yetersiz bulurdu. Orada felsefeyi en iyi bilen adam ve en iyi hoca Halil Vehbi Eralp’tir.” Çağdaş Alman felsefesinin ünlü simalarından birisi olarak E. Von Aster’in, Mengüşoğlu’nu yetersiz görmesi mümkündür; fakat hangi bakımdan yetersiz gördüğünü bilmiyoruz. Mengüşoğlu, Yeni Ontoloji’nin kurucusu Alman N. Hartmann’ın yanında doktora yapmış, eserlerinden de çok yararlandığımız genelde iyi bir felsefeci, ne var ki, ders sunuşu bakımından “kötü” bir hoca olarak tanınırdı. (İlâveten, bazı tutum ve kanaatlerine katılmamız da mümkün değildi). Ayrıca bir felsefe kongresi tebliğinde ele aldığımız gibi, başlangıçta inanç konularına fenomenolojik plânda daha objektif baktığı hâlde sonradan daha katı ve haksız değerlendirmelere yönelmişti. Buna rağmen felsefî anlamda materyalist değildi, Hartman’ncı anlamında “mânevî sfer”e yer verirdi; üstelik Felsefi Antropolojinin Türkiye’ye getirilmesinde şüphesiz büyük payı vardır. Çok sonraları, Topçu Hocanın yukarıdaki bu yargısında, vaktiyle kendisinin üniversiteye – haksız yere – alınmamasındaki haklı psikolojik sebeplerin rolü olabileceğini de düşündüm.
Bu arada, o zamanlar felsefi kariyer sürecini bilmediğim – hayat hikâyesini okuyup bazı eserlerini görünce sonradan öğrenebildiğim – kendisinin etkisiyle felsefeyi seçip Hareket dergisinin ilk dönemlerinde neredeyse kendi üslûbunda yazılar yazan – Doç. Hüseyin Batuhan’ı da, Nurettin Hocamıza keşke bir vesile olsa da kendim sorsaymışım, diye hayıflandım. Mistik arayışlarla bitirme ve doktora tezleri hazırlamasına rağmen Analitik felsefeye yönelmekle, otuz beş yaşında bütün inancını kaybettiğini bizzat söyleyen Batuhan (ilk soyadı “Batu” imiş), yıllar sonra Topçu Hoca’sına Bir Zamanlar Bir Turan Vardı adlı kitabında haksız yere dil uzatmakla Topçu sevenlerini hayli üzmüştür. Sorabilsem hakkında ne söyler, ne değerlendirmeler yapardı acaba? (Kötü şeyler söylemezdi herhâlde.)[7]
Sanırım bu kadarlık hâtıra yeter.
50 yılın ardından aziz hocamız Nurettin Topçu’ya ve bu vesileyle andığımız –ayrıca üzerimizde hakları bulunan – bütün hocalarımıza Allah’tan rahmet, onları seven, eserlerinden yararlanmak isteyen herkese ise sağlıklı ömürler diliyoruz efendim.
Ruhları şâd olsun!..
[1] Dr. E. Felsefe Öğr. Üyesi; mustafakok47@hotmail.com
[2] Bkz: Orhan Okay, “Bir İdealistin Ölümü”, Ed. İsmail Kara, Nurettin Topçu, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 2009, s.373.
[3] Böyle bir ihtimal, ö günün siyasî ve ideolojik şartları dâhilinde çok insanın aklına geliyor. Nitekim Hocanın vefatından sekiz yıl sonra çıkan bir anma yazısında Nurettin Topçu’nun İslâm Sosyalizmi hakkında, bizzat kendisiyle – muhtemelen 1967 gibi – yapılan görüşmede şu sözleri söylediği iddia edilmektedir: “Benim (…) gayem, sosyalizme kaymış olan gençleri İslâm’a çekmek, ‘gençler, aradığınız sosyal adalet, içtimaî denge İslâm’dadır. İslâm’a gelin’ demekti. Sonra baktım ki, sosyalistleri İslâm’a çekmek yerine, bizim gençleri sosyalizme ısındırıyorum. Yanlış yolda olduğumu anladım ve bıraktım.” Metin Köse, “Bir Ölüm Yıldönümü ve Bir Anı”, Selâm dergisi, Ağustos 1983, s.18. Doğrusu bu kadarı çok ilginç bir ifade. Çünkü bu güne kadar, yakınında bulunmuş talebe ve arkadaşlarının hiçbirisi buna benzer bir sözü Hocadan duyduğunu söylemiş değiller. Daha da ilginci, Topçu’nun bu konuya dair yazılarından birisinin künyesi şöyle: “Sosyalizme Karşı Koyan Kuvvetler”, (Hareket dergisi, Kasım 1970), Ahlâk Nizamı, Dergâh yay. 3. Baskı, 1997, ss. 175-180. Görüldüğü gibi bu yazısı 1967 yılından 3 yıl daha sonra yayımlanmış durumda.
[4] Mustafa Kara, Nurettin Hoca’nın vefatının 42. Yılında, editörlüğünü yaptığı kitapta bu konuya dair şu satırları aktarmıştır: “Maarifte işlenen ilmî suikastların en tehlikelisi felsefe programlarında yapılanıdır: 32 sene evvel (1930’lar kastediliyor. M.Kara) felsefe programlarından mutlak hakikati araştıran metafiziğin Allah bahsi kaldırıldı. “Allah’a götürüyor” diye ruh bahsinin okutulması yasaklandı. Sonunda (…) liselerden bütün metafizik kovuldu. Öteden beri ayrı bir ders hâlinde okutulan ahlâk, “vakti geçmiş olduğu” bahanesiyle müstakil ders olmaktan çıkarıldı.” (Bkz: Mustafa Kara, “Vefatının Kırk İkinci Yılında Kırk İki Cümle ile Nurettin Topçu”, Yıldırımın Huzurunda, Yıldırım Belediyesi Kültür Yay. Bursa, 2017, s. 69 vd.)
[5] Sonra, felsefe öğretmeni olunca liselerde bir müddet Topçu’nun Felsefe kitabını okuttum; orada klasik metafiziğin tanımı ve problemleri hakkında kısaca bilgi var, fakat İlkçağdan bugüne olan süreci hakkında yoktur. Tanım ve izah şöyle: Metafizik, deneyin sınırları dışında araştırmalar yapar, akıl vasıtasıyla eşya ve varlıkların gerçek yapısının, yani madde, hayat ve ruhun mahiyetiyle Allah’ın varlığını araştırır, onlar hakkındaki delilleri inceler. (Bkz. Topçu, Felsefe, İst. 1968, s. 25.) O yıllardaki Felsefe Bölümünde elbette bütün klasik disiplinleri okuyorduk; fakat o günkü hocalarımızdan H.Vehbi Eralp dışında kaçı metafiziğe bugün için de önemli ya da geçerli bir disiplin olarak bakıyordu, tartışılır. Nitekim Macit Gökberk, Bedia Akarsu, Mermi Uygur ve Hüseyin Batuhan hocalarımız; kimi Aydınlanma felsefesi etkisiyle, kimi Pozitivizm ya da Analitik felsefe etkisiyle metafiziği, artık tarihe mal olmuş kabul ederlerdi. (O zamanki tipik bir örnek için bkz: Nermi Uygur, “ Metafizik Felsefe değildir, Felsefe Metafizik Değildir”, Felsefenin Çağrısı, İ.Ü.Ed. Fak. Yay. İst. 1962, ss. 112-116.) Buna karşılık Takiyettin Mengüşoğlu, klasik (eski) metafiziğe değil, ama fenomenolojik-yeni ontolojik bir “problemler metafiziği”ne inanırdı. (Bkz. T. Mengüşolu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi., 3. baskı, İst. 1983, ss. 307- 311.) Topçu ise, birçok kitabında ve “Kültür ve Medeniyet”teki birkaç makalesinde, “metafiziksiz felsefe olamayacağı”nı söyler; ilâve eder: “Memleketimizde, kültürsüz bir zümre, birçok inançların kökü sayılan metafiziğe düşman kesilmişlerdir. Bunların arasında felsefe hocaları da vardır”(Dergâh y. 1998, “Metafizik” yazısı, s. 48) Daha da önemlisi bizim hocalar, felsefeye hep Batı zihin kalıplarıyla baktıkları için, bize ait, bizim kültürümüzle ilgili bir felsefe kaygısına da sahip değillerdi. Oysa Topçu’nun sorduğu temel soru hep şu olmuştur: Acaba bizim felsefemiz nedir? Türk ırkının kabiliyetleriyle ortaya konmuş bir millî felsefemiz olmuş mudur? (Burada ırk kelimesi “millet” karşılığı kullanılmıştır. MK.) Bu soruya. Batı taklitçiliğine teslim olan iradesizlerimiz: ‘Batının felsefesi var ya!…” (…) diye cevap veriyorlar.” (Bkz: “Felsefemiz”, Hareket dergisi, Ocak, 1966. Bu yazı ayni zamanda “Felsefe ve Cemiyet” adlı uzun makalenin bir özetidir: Yarınki Türkiye, s. 53 vd. – Tabii bu, başlı başına ele alınması gereken bir konu. Bir deneme için bkz: İsmail Kara, “Felsefe ve Tefelsüf”, Din ile Modernleşme Arasında, Dergâh yay. İst. 2003. ss. 219-249.)
[6] Prof. E.Von Aster, ünlü Alman Felsefe Tarihçisi ve Mantıkçısıdır. Hitler Almanyası’nda takibe uğramış ve o yüzden İsveç’e sürgün edilmişken, Türkiye’nin dâveti üzerine İstanbul Üniversitesi’ne intisap etmiş ve 12 yıl hem Felsefe Bölümü’nde hem de Hukuk Fakültesi’nde çalışmıştır. Felsefe Tarihi ile Bilgi Teorisi ve Mantık kitapları Türkçeye çevrilmiş önemli eserleridir. Yeni Kantçı olarak tanınır. (N. Topçu Hocanın doçentlik jürisine başkanlık etmiştir.)
[7] Bu vesileyle bir hatırlatma yapalım: İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü ve hocaları hakkında, hocalarının mizaç ve düşünce dünyaları hakkında bilgi edinmek isteyenler için, üç ayrı açıdan ve farklı üslûplarla ortaya konmuş şu üç eseri salık verebiliriz: 1) Arslan Kaynardağ, Felsefecilerle Söyleşiler, Elif Yay. İstanbul; 2) Hüseyin Batuhan, İspanya’da Bir Şato, Bulut yay. 2001, İstanbul; 3) Ali Değirmenci, Öyle Geçer ki Zaman – Teoman Duralı Kitabı– nehir söyleşi- Turkuvaz kitap, 2020, İstanbul.