Genç bir çocuk, Konya’nın dondurucu ayazında yılbaşı kartpostalları satarken, soğukla mücadelesini ve bir zeytinyağı tenekesini tuvalet olarak kullanma çaresizliğini yaşıyor. Babasının zorlu hayat mücadelesine tanık olurken, kimsesiz bir çocuğa verdiği kartpostalla hissettiği sıcaklık ve ardından gelen fırtınayla yaşadığı sürreal bir deneyimle kendi iç dünyasına yolculuk ediyor.
Atmışlı yılların ikinci yarısı Konya eski postane önü köşesi… Yılbaşı kartlarının satıldığı tezgâhın gerisinde yerinde duramayan ortaokul çağlarında bir çocuk, atkısının yetmediği yüzüne kör bir jilet gibi çarpan Konya’nın kuru ayazına karşı çaresiz ve savunmasızdı. Ne olurdu yılbaşılar dini bayramlar gibi bahar ya da yaz günlerinde de olsaydı. Annesinin ördüğü yün çorapları bile buz kesmiş kaldırımda sık sık çişinin gelmesine engel olmazdı. Sabahları zorla içirilen yarım çay bardağı üzüm pekmezi iki saat dolmadan etkisini yitirirdi. Sık sık yan tezgâhtaki arkadaşından tuvalete giderken yerine bakma ricaları onu bile bezdirmişti. Nihayet kendince bir formül buldu. Beş kiloluk zeytinyağı tenekesi çişi için yardımına yetişti. Tezgâh altına koyduğu tenekeye eğilip çişini yaparken, buharlaşan sıcaklık kokusuna aldırmaz, çıkan idrar ısısı hep sürsün isterdi. Koku daha fazla yaymadan kapağını kapatır, dolmaya yakın karşı parkta bir ağaç dibine hızlıca döküp tezgâhın başına dönerdi. Köşe başında kurt sürüsünün ulumalarını andıran rüzgâr iliklerine kadar işlerken dişlerinin çatırdamasını durduramazdı. Bu sıralarda bir müşterinin gelmemesi için dua ederdi. Hoyrat bir mirasyedi gibi tüm enerjisini yaza harcarken, nehirleri, gölleri kurutan toprakları çatlatan güneş tepesinde solgun yüzüyle kendini bile ısıtmaktan aciz, asılı dururdu.
İyi ki kış, geceleri uzatırken, gündüzleri kısaltırdı. Akşama doğru hava kararmaya başlayıp, kuru ayaz daha da zalimleşince patronu gelir, tezgâhın üzerine kalın şeffaf naylonu örterlerdi. Zıplamaktan gün boyu yorulan ayaklarına inat koşarak evine dönerdi.
Kuzine sobası üzerinde eksik olmayan bakır güğüme hemen dokunmaz, bir zaman oflayıp birbirine sürterek ellerini ısıtmaya çalışırdı. En sevdiği yoğurt çorbasının kokusuna dayanamaz, sofra kurulmadan iki üç kaşık alınca içinin ısındığını hissetmeye başlardı. Birazdan patronunun dükkân komşusu babası ve abisi gelince yer sofrası boyunca tek söz edilmezdi. Baba önüne konan leğende ellerini yıkayıp, uzatılan peşkirle kuruladıktan sonra köşesine çekilirdi. Köşesinde tabakasından çıkardığı tütünü kenarını yalayarak ıslattığı kâğıda özenle sarıp elinin üzerine birkaç kez vurarak keyifle ağızlığa yerleştirirdi. Sonra da muhtar çakmağıyla yakıp derin bir nefes çekip yavaş yavaş dumanını bırakırken konuşurdu.
– Bugün hava ne soğuktu öyle. Dükkân da bile onca kumaş kırpığı makara yaktık ısınamadık.
– Oğlan da pek üşümüş. Neredeyse sobaya sarılacaktı.
– Eee hayat zor, ekmek aslanın ağzında kimse çalışmadan beş kuruş vermez.
Babası doğru söylüyordu…Kalın bir şişe dibini andıran gözlükleri, kamburu çıkmış bir bedenle iğne uçunda dört boğaza bakmak hiç de kolay sayılmazdı. O nedenle her yaz tatilinden sonra bir mesleği olsun diye saraç dükkanına gider aldığı haftalıkları annesine verirdi. Dini bayram ve yılbaşı önceleri ustasının açtığı bu tezgâhta gün boyu müşteri çekmek için bağırırken yağmur ve karın hafiften atıştırdığı anlarda şeffaf naylonu tezgahın üzerine serer, sık sık bezle silerdi.
Tezgâhtaki kartpostallara dakikalarca bakıp bir tane almayan, bedenine zor sığdığı boz ceketiyle yaşından daha büyük gözüken ince yüzlü, geniş kulaklı kızaran burnunu devamlı çeken bazen cebinden çıkardığı elini tersiyle silen çocuğa sordu.
– Arkadaş bütün kartları neredeyse ezberledin, yok mu bir beğendiğin.
– Hepsi çok güzel.
– Öyleyse al birini.
Çocuk sessizce başını öne eğip giderken ardından seslendi.
– Paran mı yok.
– Var.
– Varsa neden bir tane almıyorsun.
– Kime göndereceğim ki. .Kimsem yok benim.
– Hiç mi yok.
– Hiç yok. Anne ve babamı bile tanımıyorum. Yurtta yaşıyorum…
– Al benden olsun, gün gelir gönderecek birini bulursun kardeş.
Can sıkıntısı soğuğu bile bastırmıştı. Birkaç kez ısrar ettiği çocuğun utanarak seçtiği kartpostalı zorla zarfa yerleştirip verdi.
O gün güneşin daha bir aydınlık ve sıcak olduğunu tüm bedeninde hissetti… Biraz sonra kürk mantolu bir bayan yanında sekiz on yaşlarında kırmızı mantosunun kürklü yakasını saran kaşkoluna karşın titreyen bir kızla tezgâhın önüne geldi. Kız çocuğu darıya saldıran tavuklar gibi tezgâhtaki kartları birer birer almaya başladı. Ne çok göndereceği kimse varmış diye düşünürken annesi kızına gülümseyerek seslendi.
– Prensesim neredeyse tüm kartpostalları aldın. Sanırım koleksiyonun da eksik kart kalmamıştır.
Annesi de eşi dostu için bir on kadar kartpostal seçti. Hiç bu kadar çok satış yapmamıştı. Çocuğun şans getirdiğine inanmıştı. Yeniden gelmesi bekleyecekti ustasına söyleyip.
Son ikindi sonrası uluyan kurtların sayısı hiç bu kadar artmamıştı. Kar daha yoğun ve hızla yağıyordu. Tezgâha branda çekmeye çalışırken önce branda dev bir yarasa gibi hışırtılı sesler çıkartarak uçarken son anda bir köşesinden tuttu ve birlikte on on beş metre kadar uçtular. Ortalık göz gözü görmez oldu, yan tezgâhtaki adam kelimeyi şahadet getirmeye başladı. Kıyametin böyle soğuk bir kış günü gelebileceği hiç aklına gelmemişti. Birden havada garip hareketler yapmaya başladı, kedinin kelebeği yakalaması gibi uçuşan kartları yakalamaya çalışıyordu. Ustası bir tezgâha sahip çıkamadın diye kızıp iki tokat atsa yeriydi. Ya tüm kartların parasını babasından istese…Düşünmesi bile bu hava kadar korkunçtu. Hızını daha da artıran tipiye karşın kalın naylonu tezgâhın üzerine çekmeye çalışıyordu tüm gücüyle. Buz gibi koca naylon ellerine yapıştı. Onlarca yarasa göklere doğru naylonla beraber onu da savurup çekmeye başladı. Yukarlara ta yukarlara doğru uçmaya başladı. Uzayın kara deliği yeryüzünde beyaz bir deliğe dönüşüp onu yuttu.
Kelimelerin “birbirlerine ne olur yanımda ol” dercesine özenli cümlelerle anlatımlı hikaye için kutluyorum. Yumuşak,etkileyici, sürükleyici.