Durgun bir denizi andıran Konya bozkırlarında yer tutan tek tük dağlardan birisinin üzerindeydi Dokuzun Beli. Akşama doğru oyundan yorulan köydeki biz çocukların son durağı bu yeri en iyi gören bu tepeydi.
Kamyon, otobüs ve otomobiller savaktan sızan sular gibi ovaya akardı. Bazen dakikalarca bir damla düşmezken bazen birkaçı birbirlerini izlerdi. Dokuzun Belinden otobüs mü, kamyon mu çıkacak diye bahse tutuşurduk. Fakat bu tepeye gelme nedenimiz bahse girmekten öte ganimet toplamak içindi. Saatlerce Konya bozkırlarında yol alan kamyon şoförlerine burası aniden kurulmuş bir tuzaktı. Değme pehlivan kündesi yemiş gibi taşıtlar sıkça bu sert virajı alamayıp tarlalara uçardı. Otobüs ve otomobillerin yan yatmaları biz çocukları ilgilendirmezdi. Kamyon kazalarında bellerindeki boş şeker çuvallarıyla zafer çığlıkları atan silahşörler gibi kaza yerine koşardık. Tarlaya dökülen onlarca kiloluk meyve, sebze, konserve ve margarinlerin sağlamlarını özenle seçer torbalarımıza koyarlardık. Yaralı şoför ve muavinler talanlarımıza kızamazlardı. Bunlarla baba ve abileri ilgilenirdi. Hem biz ölülerden korkardık.
O gün mahmur gözlü şoför yokmuş ki kaza olmadı. Köy tarafında kız çocukları sığırların ardından dökülen tezeklik malzemeleri toplarken ikindi ezanı için Mustan Çavuşun eli kulağındaydı. Belden çıkan uzun kuyruklu siyah bir otomobil pek dikkatimizi çekmedi. Siyak kuyruklu günlerdir asfalt yoldan gelip geçen onca araca inat köy yoluna sapınca yerlerimizden doğrulduk. Otomobil toz tepelerini ardında bırakıp önümüzdeki yoldan tüm gün davulun dövüldüğü, cırtlak zurna sesine doğru yöneldi. Tahta atlarımızla bugün atamadığımız zafer naralarıyla otomobili izledik. Otomobilin arka kapısını kirli saçlı, cibil gözlü, diken saçlı ince eğik bacaklı şoför koşarak açtı ve hafifçe eğilerek içindeki adamın inmesini bekledi. Siyah kuyrukludan yuvarlak şapkalı, gümüş köstekli, fırlamakta olan göbeğini zor tutan beyaz kuşaklı dizinden sonra dışarıya doğru bollaşan tuhaf pantolonlu et yığını bir adam oflaya puflaya indi.
-Hoş geldin Paşam.
-Paşa Efendi hoş geldiniz.
-Hele şu soğuk ayranı bir için. Hararetinizi alır.
Paşa ayaküstü buz gibi ayranı yudumlarken, ilk gördüğü andan beri hiç sevmediğim cibil gözlü şoför, otomobilin arka kapısından bir gölge gibi süzülen kara çarşaflı, ufak tefek, başı öne eğik birinin önüne düşüp bıyıkları yeni ter tutmuş köyün gençlerinden Mevlüt abiyle düğün evinin önündeki kapıya doğru yürüdüler. Kapıyı Mevlüt abi birkaç kez yumruklayıp seslendi.
-Hatçe ana misafiriniz geldi…
Soluk mor kadife bohçasını küçükcük elleriyle sımsıkı tutan çarşaflı kadın eşikten içeriye girince Mevlüt abi ve cibil kuyrukluya yöneldiler. Mevlüt abi cibilin yanında fazla kalmadan yaşıtlarının sırtlarını verdikleri köy odasına doğru gitti. Ben tahta atımla yanlarından geçerken Mevlüt abinin sesini duydum.
-Ördek de ne ördekmiş vay be.
Paytak kuşun övülecek nesi var anlamadan arkadaşlarıma karıştım. Akşam, tüm gün çalan davul ve zurna sesleri susmuş, ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı. Küçük kardeşimle yemeklerimizi hızlıca yiyip sokağa fırladık. Yatsı ezanı susunca gündüzün davul zurna gürültüsüne inat saz, ud, kanun ve darbuka sesleri diğer evlere doğru yayılıyordu.
-Aslan Mustafam
-Amanın Sille Sille; çektiğim çille çille
-Damda bacaları adam sanırdım
-Saffet Efendi
-Aman berber
Daha önce duyup çözemediğim türküler söyleniyordu. İçlerinde en komik geleni damda bacaları adam sanırdım türküsüydü. Meğer kış gecesi oturak alemlerinden dönen çakır keyifli hovardalar damdaki bacaları adam sanırlarmış.
Kardeşimle geniş avluyu duvar diplerinden sessizce geçip bucaktaki samanlığın aralıklı kapısının önüne kadar geldik. İçeriye önce ben baktım. Tüm samanlık duvarlarıyla birlikte halı ve kilimlerle döşenmişti. İçerdeki yeni tat filtreli Samsun, Maltepe gibi çeşitli sigaralar yan yana dizilmiş, içenlerini bekliyorlardı. Rakı şişelerinin yanında öbek öbek kuruyemişler vardı. Samanlığın baş köşesinde kaba bir minder üzerinde Paşa bağdaş kurmuş oturuyordu. Birden ensemden kerpeten gibi tutan bir elle tezeklere doğru savuruldum.
-Çekil ülen deyyüs!
Bu cibil gözlü cibilliyetsiz şofördü. Yanında hareketsiz bir gölge gibi duran Mevlüt abinin dediği kadın olmalıydı. Gözüme daha da küçülmüş geldi. Başı yine öne eğikti ama bu sefer çarşafını giymemişti. Gri çizgili şalın altında topuklarına kadar inen geniş etekli dar belli kadife bir fistan vardı. Topuksuz ayakkabısı benim ayakkabım kadar bile büyük değildi. Çok istememe karşın o karanlıkta yüzünü göremedim. Nasıl gözleri vardı küçük yüzünde? İri zeytin taneleri gibi olmalıydı. Cibil gözleri asla olmamalıydı…
Biraz sonra kaşık ve çalgı sesleri sigara dumanlarına bulanıp samanlığın dar pencerelerinden taşmaya başlamıştı bile. Dizlerimin üzerinde sürünerek içeriye son giren kişinin tam örtemediği küçük bir aralıktan içeriye baktım. Samanlığın tam orta yerinde büyük bir sini üzerinde şalından sıyrılan kadının titremeyen bir parçası yoktu. Bu çelimsiz beden böyle oynamaya pek dayanamayıp, çetnevir tepsilerinden birisinin üzerine düşer diye korkmaya başlamıştım. Siyah uzun saçları yüzünün büyükçe bir kısmını örtüyordu. Gözleri kapalı belki de çok az aralıktı. Acaba birazdan sarhoş olacak aç gözlerden mi kaçıyordu? Bir anını kaçırmadan yüzüne bakıyordum.
Kadın udun yeni nağmeleriyle titremelerini bırakıp fırıl fırıl dönmeye başladı. Yanlara açtığı kollarıyla pervane böceği gibi fırıl fırıl dönerken küçük bedenini taaaaaaa yukarlara çekmeye mi çalışıyordu?
-Yaşaa ördek
-Dön kıvrıl dökül be ördek
-Nur ol be ördek
Pekte erken dökülen ‘rakı acemileri’ peltekleşmeye başlayan ağızlarından ördeğe övgüler yağdırıyorlardı.
Yahu bu ördek, Mevlüt abinin gündüz yanındakilere kasılarak anlattığı ördek miydi yoksa ? Bence ufak tefekti ama hiçte öyle ördeğe benzemiyordu.
-Ulan sen hala burada mısın veledi zina!
Benim onu sevmediğim kadar o da beni sevmedi cibilliyetsiz cibil. Kulaklarım alev alev yanarken tabana kuvvet avlunun ortasından geçip sokağa fırladık. Samanlığın sokağa bakan tüm pencereleri oturak alemine alınmayan gençler tarafından zapt olunmuştu. Bize seyir yoktu anlaşılan kös kös eve döndük.
Rüyama cibilin siyah kuyrukluyu yıkadığı kuyuyu gördüm. Ördek atıldığı kuyudan döne döne yukarlara taaa yıldızlara doğru yükseliyordu. Ellerinde Paşa’nın körüklü çizmeleri pırıl pırıl parlıyordu. Daha sonra kuyudan salyalı yılanlar çıkıp köyün tüm yollarını kaplıyordu. Galiba rüyanın sonunda siyah kuyruklu Dokuzun Belinden uçuyordu.
Sabah rüyamın üzerinden hafiften bir silgi geçmişti. Kardeşimle düğün evine gittik. Kapıda dünkü davul ve zurnacılar yine iş başındalardı. Davulu zurna gibi bir adam döverken, zurnayı da pancar suratlı davul gibi bir adam üflüyordu. Yemeklerin yendiği geniş avluya girdiğimizde konukların çoğu oradaydı. Geniş avlunun ortasında yirmi kadar büyük tahta sofra vardı. Bamya çorbası, kuşbaşı etli kapama pilav, zerde, irmik helvası bu kalabalık tarafından yenmiyor, imha ediliyordu. Kardeşim belime vurup seslendi.
-Abi bizde şuraya çökelim, aç kalacağız.
Yemek kazanlarının sol tarafında kadınlar ve çocuklar otururken sağ tarafında erkekler yer alıyordu. Erkeklerin en uç tarafında zar zor yer bulabildik. Yarım yamalak oturduğum sofranın başında kaşığım çorba kasesinde yer ararken, kadınlar ve erkekler arasında ki duvar dibinde oturan karartıya gözüm ilişti. Bu dün gece oynatılan Ördek’di. Önünde düğün yemeklerinin bulunduğu bir tepsi vardı. Avludaki tüm sofralara inat onun tepsisindekiler sanki taş kesilmişti. Ördek gece elinden düşürmediği kaşıktan korkar gibiydi. Eline bile almadığı kaşık, tepsinin kenarında ters duruyordu.
Kaşığım boş çorba kasesinden kısmetsiz dönerken hala Ördeğin eline kaşığı ne zaman alacağını gözlüyordum. Sofralarındaki son yemek yenirken Ördeğin eli kaşığa uzandı. Yavaşça kalktı ve kâsenin yanına düştü. Birden düşkün omuzları gizli bir çift el tarafından yukarı çekilip şiddetle sallandı. Yüzünü yine kaldırmadan hıçkırmaya başladı. Yemek gürültüleri içinde bu sesi sanırım kimse duymadı. Sofralarına yeni yerleşenler vardı. Koca düğünde aç kalan bir o bir de bendim.
Düğün yemeklerini bugün bile sevmem bamya çorbasını çok sevmeme karşın.