Mehmet Edip Ören
Mehmet Edip Ören

Nostalji

Nostalji

Bugün yazıma başlamadan, bir Kardeş’ imden özür dilemek istiyorum… Aylar önce nostalji konusunda detaylı istek belirtmişti. ” En kısa zamanda ” diye söz vermiştik ama , olay kısalık kavramı dışına çıktı… Zararın neresinden dönersen kardır prensibinden hareketle işi tatlıya bağlayalım… Hepinize Merhabalar…

       Bu günkü nostalji konumuz, Okul , Okul önü ve satıcıları… Günümüz şartlarında ki okullar ; bilgisayardan uzak , sosyal medyaya ara verilmiş ve de heba edilmiş zamanların sahibi olarak karşımıza çıkıyor… Eskiden , daha çok kar yağmasına rağmen tatil olma diye birşey bilmezdik… Gel gör ki, bu devrin çocukları, henüz kar havada iken tatil isteğini belirten paylaşım bombardımanı oluşturuyorlar… Bunun anlamı, en ufak bir fırsatta okula gitmeme isteği… Her neyse konumuz direk olarak ” O ” değil… Bugün size ” Okul Önü ” manzaralarından hatırlatmalarım olacak ve o günlere geri dönmeye çalışacağım…

        Okul, bize paylaşmak istediğimiz, bütün güzellilere vesile olan çevresiyle birlikte büyük bir kurumdu… Şaban ve Recep nasıl , Ramazan’ ın müjdecisiyse ; Okula yola çıkmakta , O zamanların farklı bir lezzetiydi… Üzerine oturabileceğimiz bir duvarda , beklenilen arkadaşlar. Ekip tamamlandıktan sonra başlayan seyahât… Bizim zamanımız da servisin ne olduğunu bile bilmezdik… Kocatepe Camii’nden Kızılay’ a oradan Sıhhıye ve Atatürk Lisesi, yol güzergâhı böyle idi. Aşırı yağmur da yağsa yerde 30 santim karda olsa, güle oynaya yapılan yolculuğumuzu etkileyemezdi… Sabahçı olduğumuz zamanlar , fırın önünden geçerken, sıcacık ve mis kokan ekmeğin kokusuna dayanamazdık… Şimdi kalktı, O devirde vardı… 125 gramlık paket margarini iki kişi bölüşürdük… Ortadan yardığımız ekmeğin sıcaklığı yüzümüzü ısıtırdı. O araya yarım paket yağı atıp yemeğe başlardık… O lezzeti hala bulamadım ve arıyorum… Okula varana kadar yaşadıklarımızı ve hissettiklerimizi, şu anki nesilden kimsenin bilemiyeceğini hatta hayal bile edemiyeceğini düşünüyorum… Olgunlar sokak ile Kızılay arasında , bahçeli iki katlı binalar vardı… Yaprak pastanesi, Uludağ Kebapçısı vs. göz zevkimizi oluşturur ve de istek duygularımızı sürekli olarak harekete geçirirdi… Daha hülyalarımızdan arınmadan, Kızılay Meydan’ ına varırdık… Ulus Sineması ve uzantısı gibi duran ” Cevat Restorant ” ve o zamanın yegane gökdeleninin terasında ki Set Kafeterya önünden iç geçirerek uzaklaşırdık… İş güç ve para sahibi olduğumuzda , mutlaka geleceğim dediğimiz yerler arasındaydı… Sonra bitermiydi… Assolistler hep son çıkar misali , ” Piknik ” ve Büyük Sinema… Buralarla ilgili anlatılanlar,fantezi boyutlarını zorlardı… Biz, ne zaman bir kız arkadaşımızla bu sanat mabedinin meşhur Loca’ larından film seyredeceğiz diye hayaller kurardık… Hayallerimiz ; Bulvardan liseye dönen yerdeki ağaçlar da yoğunlaşan sığırcıkların hediyeleri ile kaybolur , yaprak taneleriyle saçlarımızı temizlemeye uğraşırken bulurduk kendimizi… Bir rüya aleminden çıkmış , gerçekle buluşmuştuk… Ankara ATATÜRK Erkek Lise’si bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu… İstikbalimizi şekillendirecek , ilim irfan sahibi olmamıza vesile olabilecek, bilgi, görgü ve eğitimi aldığımız, muhteşem yapı, ideallerimizin mabedi olarak karşımıza dikilir ve hepimiz bünyesinde yok olurduk…

         Okul içi , orda ki dostluklar, adları tarihe geçmiş hocalar başka bir konu… Beynimize ,ehli tarafından zerkedilen , süper bilgiler eşliğinde paydos ziliyle başka bir dünyanın kapıları aralanırdı… Çıkış kapısı ve bulunduğu sokak adeta pazar yeri gibi olurdu… Mevsimine göre oluşan satıcı grupları hazır vaziyette, etraflarını saracakları beklerdi… Eğer üçteker arabada birisi soyduğu salatalıkları ( Hıyarları ) tuzlayıp, genç ellere teslim ediyorsa bilin ki yaz gelmiş demektir… Aynı tür araba Ayva doluysa sonbahar demektir… Kısacası okul önleri çok renkli görüntülerden oluşurdu…İki ayrı sopaya takılı , kırmızı ve sarı alıçların, büyük bir albenisi vardı. Mesela ben her iki renginden de alıp, boynuma takardım. Eve gelene kadarda yerdim… Alınmasa bile zevkle seyredilenleri de bayağı vardı. Rengarenk macunları, tornavidayla sopaya sardırma , güzel bir görsel oluştururdu… Bazen, bir köşeden o ustalığı dakikalarca seyrederdim… Sadece , O’ mu… Pamuk Şekerci’ nin bir kaşık şekeri nasıl, kocaman renkli bir hale getirişine bir türlü akıl erdiremezdim… Bir tane alıp yemeğe kalkıldığında ne kadar fos bir şey olduğu anlaşılırdı… Bu bana çoğu insanın halini de özetlerdi… Şatafatlı, gösterişli bir çok zavallının , aslında hiç bir şey olmadıkları gerçeğini, pamukşekeri üzerinden kavramıştım… Simitçiler, herzaman hepsinin klasiğidir. Soğumasın diye üzeri branda ile örtülmüşlerinin tadı, o zamanlar bir başka oluyordu. Muhtemelen , susamlanmadan önce pekmeze batırılmalarının büyük etkisi vardır. Şimdi pekmez kullanılmadığını veya aşırı sulandırılmışının devreye girdiğini biliyorum… Kestaneci bambaşka bir Dünya’ydı… O minik kese kağıtlarının içinde sanki çok mal varmış zannederdiniz ama aldıktan sonra hayâl kırıklığı yaşardınız. Hele bir tane de kurtlu çıkarsa, telef olan, harçlığın arkasından ağıt yakasınız gelirdi… Ya lahmacun… İki kapaklı sepet gibi kapta muhafaza edilen, içinde et olmayan salçalı kuyruk yağından ibaret olan bu garip yiyecek bize çok lezzetli gelirdi… Satıcı, maharetle , iki tanesini üst üste sarar, sararkende aralarına yeşillik koyardı. Dürüm gibi uzatılan , ne idiğü belirsiz çok ucuz bu gıda vazgeçilmezlerimiz arasındaydı… Köfte ekmek neredeyse milli yemeklerimiz arasına girmişti… Yemekten çok seyri daha güzeldi… O birkaç köfteyi ekmek arasına çokmuş hissi uyandıracak şekilde yayabilmekte epey maharet gerektirirdi… Genelde talepler, soğanı bol koy, domatesi çok koy gibi olurdu… Koz helvacı aynı zamanda kağıt helvada satardı… Kuyumcu hassasiyetiyle kesilen beyaz renkli içi fıstık dolu sert helva ufak bir kağıt parçasıyla teslim edilirdi… Kağıt helvanın pembe renklisi de vardı. Bazı zengin çocukları, iki tane alıp arasına köşedeki dondurmacıdan iki top dondurma koydurarak , kızların dikkatini çekip ,gözlerine girerlerdi ama bizim gözümüzden de düşerlerdi… Bir sepetin kenarlarına takılı Elma ve horoz şekeri satıcılarını nadir olarak görürdük. Horoz şekerinin kötü bir namı vardı. Bazı sapıkların çocukları bunlarla kandırdığı anlatılırdı. Çok dikkatli olmamız ve bu tür ikramlara iltifat etmememiz önemle vurgulanırdı…

           Anlatacak daha çok şey var ama , hacmimizden sinyal geliyor… Bayram Günlerini , siyasetin çirkefine bulaştırmama geleneğimiz halâ devam ediyor. Bu vesileyle , hepinizin Mubarak Kurban Bayram’ ını kutluyorum. Allah’ a emanet olun. Hoşça kalınız…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!