Hazanın teninizden kemiklerinize indiğini hissedebiliyor musunuz? Kemikler insanoğlunun, bu dünyadan aldığı ama eti teni gibi toprağa iade etmeyeceği tek şey… Kalbi toprağa karışanlara ne deriz, “Kemikleri sızladı” işte bu noktaya gelme final demektir. Biz de hazanı iliklerimize kemiklerimize kadar hissetmeye başladıysak, hüznünü de bir kenara bırakamayız… Acaba Mazoşistliğin tarihçesi bu noktaya dayanıyor olabilir mi? İç burulmaları , geçmişi hesap etmeler yargılamalar, keşkeler yumağı… Onlar da çok tatlı… Tıpkı salya sümük büyük bir zevk ve iştahla yediğimiz bol acılı çiğköfte gibi, lahmacun gibi…
Ecek acak , eceğiz acağız edebiyatının bitmeyen tipik örneklerinden ikisi daha geçtiğimiz günlerde irad edildi… Birincisi tahmin edeceğiniz gibi RTE tarafından. Hazret, yüksek enflasyonla ve raftaki fiyatlarla mücadeleye girileceğini ve en kısa zamanda düşüreceklerini söyledi… Böylece şu ana kadar yani yirmi yıldır böyle bir savaşın olmadığını da anlamış olduk… Gelelim olayın diğer bir cephesine… Bu beyanatla yüksek enflasyon birinci ağızdan tescil edilmiş oldu… Demek ki memura, çalışana bile bile %5 zam yapılmış. Esasında enflasyonun yüksek olduğu bilindiği halde düşük zam da ısrar edilmiş… Artist Sarı-Turuncu Ali de , tezgâhın içine girerek iki senemiz satılmış…
Ecak acak edebiyatının geçen haftaki ikinci kahramanı da YÖK Başkanı oldu… Bakalım hazret ne demiş. “Üniversitelerimizin başarı hikâyelerini hep birlikte inşa edeceğiz…” diyerek güzel bir masal anlatmış… Kendisine bağlı olan ve cahilin ferasetinden medet uman değerli Rektörümüzün varlığını YÖK saymış. Ne zaman yazdığımı hatırlamıyorum ama bir yazımda, bina açmakla üniversite açmanın çok farklı şeyler olduğunu söylemiştim… Biz açılışlarda , ne güzel bina, ne güzel sınıflar diye bakarız ve de ona göre değerlendiririz ama o sınıflarda ilim irfan yayacak kimseler var mı , yok mu hiç hesaba katmayız… Hasbelkader varsa da, bunların manevi değerlerine sahip ama çağdaş düşünce erbabı olup olmadıklarıyla hiç ilgilenmeyiz… Bir partinin ilçe merkezinde ki mülakatlarını Profesörler Kurulu imtihanından üstün tutarak paye alanların ışık saçma mı, yoksa karanlık yayma ustası mı olacaklarına siz karar verin… Son zamanlar muhtelif sohbetlerde veya buluşma zeminlerin de Prof. Dr….diye taktim edilen ve tanıştırılan kimseleri gördükçe ürperiyorum… Bırakın başkalarına, kendilerine bile faydalı olamayacak bu zavallı, payeli cahillerin yanından uzaklaşmak için neredeyse bahane ustası oldum… Neyse biz gene başa dönelim. Başa derken esas başı kastediyorum. Mustafa Kemal Atatürk dönemine… O zamanlar da Üniversitelerin bir performans sıralamaları vardı… Yapılan değerlendirmeler sonucu İstanbul Üniversitesi ikinci sırada. Birinci, Cambridge. Üçüncü ise Oxford… Harvard vs. çok sonraları… Gelelim bu zavallıların hüküm sürdüğü son yirmi yıla. İlk beş yüz de bir tane Türk Üniversitesi yok… Haberlerde sürekli gündeme getirilerek , beynimize kazınan bina görüntüleri , sadece işsizler ordusuna yeni üyeler oluşturmaktan başka bir işe yaramıyor. Kelli felli görünen ama sadece kadrosunu yükseltmek için taşraya lütfeden hocalarımızın en yegâne görevi, akşamları oluşturulan resepsiyon açık büfelerine hücum etmek… Hele bir de Ramazan’a denk gelinirse Pompei’nin son günlerini hatırlatır yeme içme dalgaları… Bu kısım bilmeyenler için. Bilenler paragraf atlasın… Bir ara Pomei’de safahat o kadar artmış ki, insanlar doygunluktan yemek yiyemedikleri için kendi kendilerini kusturup tekrar yemeye devam etmişler. Bu iş için, boğaza sokulan tüy ve uzanılan yer arkasına konan kap vazgeçilmez aksesuarlar arasına girmiş… Dönelim bölgemize. Her taraf Prof. dolu. Burnunuzu çevirin beş. kulağınızı oynatın on tanesine çarpıyorsunuz ama alayı şu an Azerbaycan Savunma sistemi başına getirilen Prof. Dr. Çetin Elmas olamıyor… Hepsini toplasanız bir Prof. Dr. Mithat Sancar olamıyor… Sağdan sola, yukardan aşağı veya çapraz işlem yapın Prof. Dr. Uğur Şahin Hocamız etmiyorlar, olamıyorlar… Neyimiz eksik diye düşünüp taşınıyorum, işin içinden çıkamıyorum… “Acaba her akademik takvim başlangıcına, Diyanet İşleri Başkanını mı çağırmamız gerekiyor, duamız mı eksik” diyeceğim ama… O da değil, demek ki dua edenler ehil değil duaları da makbul sınırın uzaklarında…
Bu arada Corona olayı başlı başına sorun ama halk gündeminin neredeyse 7-8. sıralarına düşmüş durumda. Dikkat buyurunuz, bir ülkede her gün bir uçak düşmüşçesine felaketler yaşanıyor ama herkes çok rahat veya başka bir tabirle vurdum duymaz… Benim kanaatime göre çok önemli ve hayati süreyi ne olduğu belirsiz, kendi ülkesinde bile kullanılmayan Çin Aşısıyla heba ettik. O zamanlar “İşe yaramaz” olarak lanse edilen aşı şu an kurtarıcımız durumunda. Elde kalan Sinovak’ları sadece gönüllü olacaklarından emin olduğum, Minnacik Şeyh’e ve etrafındaki mahdut müritlerini aşıladıktan sonra derhal imha etmek gerekmektedir. Türkovak Adı verilen yerli ve milli aşımızın da ismi derhal uygun şekilde değiştirilmelidir… Minnacik şeyh Doğu Perinçek karşı çıksa hükümeti, Cumhur İttifakinden ayrılmakla tehdit etse de gereken derhal yapılmalıdır. Bu arada Vasati Şeyh Ca-Ce nin sessizliği de manidardır… Her ne kadar Kan-Kası Durdu Durduyan’ın tedavi süreci dikkatini başka yöne çekmiş de olsa, halkımız tepkisini merak etmektedir…
Bir hafta daha ömrümüzsen süzülerek gitti… Neler yaptığımız veya yapamadıklarımızın muhasebesi elbette yapılıyordur… Ben başladım bile… Bu yüzden vedalaşmamız gerekiyor. Hepiniz Allah’a emanetsiniz. Hoşça kalınız…