Temmuz ayı bir göründü, bir de gidecek… Dünya yaşına bakacak olursak, insanoğlu da öyle değil mi? Ortaya çıktık, daha ne olduğunu anlayamadan nihai yolculuk ufukta beliriverdi… Sevap valizini doğru dürüst dolduramadıysan, vay haline… Herkese merhabalar…
Görsel Medyadan, yazılı medyaya geçmiş bir kişi olarak, hizmet içi eğitim çerçevesinde, başlangıç yapmak istiyorum… Truvacı İsmail’i sevmemiştim. Alt kadrosu İlker ve Ezgi’yi daha iyi bulduğumu zaman zaman söylemişimdir. Truvacı’nın ayrılmasından sonra,bu iki yeteneğin devreye girişiyle kanalı tekrar seyretmeye başladım… Bu yüzden, hoca statüsündeki bir ağabeyleri olarak, yapıcı bir tenkit yapmak istiyorum… Ezgi kızımız, bir konuğuyla konuşuyordu… Konu kitap okumaktı. Netice, ebeveynlerin, çocuklarına ellerinde kitap görüntüsü vermeleri noktasına geldi… Ezgi, bu iş için, kitap arasına cep telefonunu alıp, hem işini yapıp hem de görüntüyü oluşturduğunu söyledi ve de hemen nedamet duydu, ne büyük bir yanlış yaptığını anlaması da, yüz ifadesine yansıdı… Bizler de çocukluğumuzda zaman zaman ders kitaplarının arasına Tommiks, Teksas koyardık… İşte canlı yayın işi böyle bir mesuliyettir. 2500 yayın yapan bir kimse olarak biliriz ki, macun tüpten çıkarsa bir daha girmez… Bu yüzden çok dikkat etmeliyiz, hemde çooook…
Tatil mevsiminin doruğa çıkışı, doğal olarak bütün isteklerin o yana eğilmesine sebep oluyor. Tıpkı yazımın bu bölümünün olacağı gibi… Lise yıllarıma kadar tatil denince ya dedemlerin yanına yani Urfa’ya gitmek veyahut ta, İstanbul’a yerleşen anneannemlere gitmek aklımıza gelirdi… Aklımıza gelende her daim, başımıza gelirdi… Sonra birdenbire Erdek, İskenderun, Arsuz gibi yer isimleri belleğinizi zorlamaya başladı… Lisede, beden eğitimi hocamız, Tahir Altın vardı. Dalaman’daki okurum Hüseyin Türkay iyi bilir., Erdek’te bir yer kiralamıştı. Velileri çağırır, sağlık için ne kadar önemli olduğunu anlatırdı ve de kampına kayıt yaptırırdı… Evden tek başımıza gideceğimiz için bize çok cazip görünürdü. Artık hayallerimiz Erdek’le başlar, Erdek’le biter olmuştu… Sonra bir ara İskenderun ve Arsuz devreye girdi. Bunda en önemli faktör, Kilis’e yapılan kaçak mal alışveriş turlarının bir günlüğüne de olsa buralara uğramasıydı… Bu çerçevede, İskenderun turunda şoke olduğum bir olayla karşılaştım. Bizim, kendimizi bildik bileli yediğimiz ve Urfalıların, kadayıf dediği şeyin aynısı, künefe adıyla karşımıza çıktı… Benim garip Urfa’mı, o zamanlar millet haritada bile gösteremiyordu… Bu yüzden kırk yıllık kadayıfımız, Arapçası ile bütün Türkiye’de bilinir oldu… Daha sonra Hatay merkez devreye girdi, Urfa dışlandı, tek sahip Antakya oldu… Halbuki birlikte sahiplenmek zor mu. Misal Yunus Emre’ye bakın… Nasrettin Hoca’ya bakın… Ha Sivrihisar ha Akşehir hepsi bizim değil mi, hepsinin sahiplenmesi bence daha güzel değil mi. Lafın ucunu koymaya gör, nereye gideceği belli değil, nerede duracağı da belli değil… Tatil anlatıyorduk… Daha sonraları, Bodrum, Kuşadası, Marmaris, Çeşme isimleri konuşulmaya başlandı. O devirlerde tamamına gittim. Liman etrafında kümelenmiş küçücük yerleşimlerdi. Hepsinin de ortak özelliği, deniz kenarında oluşlarıydı…Dolayısıyla öne çıkan ve de istenen, deniz-kum turizmiydi. Artık toplum çılgınca bu olguya doğru koşmaya başladı. Alternatif sistemlerin bahsi bile geçmez oldu… Kadınlar, yaz gelmeden aylar önce kilo vermeye çabalar, giyecekleri tek parça veya bikini mayo içinde zarif ve kilosuz görünmeye uğraşırlardı… Bu arada, herhal fakirlikten olsa gerek, tanga ve üstsüz mayolar, bilhassa erkek tatilcilerin ilgisini çeker dikkatli incelemelerine sebebiyet verirdi. İş sonunda, jüri üyelerinin ufak tefek promosyon beklentileri eşliğinde “Plaj güzeli” seçimine kadar giderdi. Gelelim neticeye… Türk Milletinin yapısına uymayan, batıdan ithal tatil anlayışı ne yazık ki hiçbir zaman maksadına erişemedi. İnsanlar, dinlenmek için gittikleri tatillerden perişan biçimde dönmeye başladılar… Kadınlar, eşe dosta ayıp olmasın “A ne güzel yanmışsın, neredeydiniz?” laflarına muhatap olmak için günlerce , saatlerce güneş altında sıkıntı çektiler… “Ay şekerim , Bodrum’daydık oraların güneşi bir başka” gibi laflar kadınların birbirlerini çatlatmasına yol açardı… İşin ucu ; boğazını kör bıçağa sürten babalara uzanırdı… “Bak falanlar, Çeşme’deymiş , baba ol da sen de bizi götür” gibi laflar havada uçuşurdu… İşin sonucu ve özeti diyeceğim şudur; insanlar tatil yaptıklarını zannederek aşırı yoruluyorlar ve de çok astronomik rakamlar harcamak zorunda kalıyorlar. Ben deniz kenarında, sivrisineklerle birlikte tatil yapmaktansa, çok güzel bir dağda-yaylada yaşamayı daha çok tercih ederim. Bu yüzden de şu an Eylül-Ekim aylarında dönmek üzere Datça’dan ayrıldım ve Ilgaz’lara geldim… Tertemiz havayı solumayı, Etli, pastırmalı ekmeği, bandumayı özlemişim. Ara sıra, Datça’daki dostlarımın “Yanıyoruz” yakarışları fonunda sobanın başına sokulmak hoşuma gidiyor…
Herşeyin sonu olduğu gibi yazınında sonuna geldik. Zaman zaman Kastamonu günlerimden bahsedeceğimi zannediyorum. Yeter ki şaşırıp dinleyen bulayım… Hepiniz Allah’a emanetsiniz. Hoşça kalınız…