Şu kadar yıl var, şu kadar ay var, şu kadar gün var derken, geldik 14 Mayıs’a. Şimdi saatler, hazırlanıp evden çıkarken de dakikalar kalacak. Neye mi. Ulusal hesaplaşma anına… Ya mevcudu ibra edeceksiniz ya da tamam diyerek yenilerde el sıkışacaksınız. Karar sizin ama tamamen milletimizi etkileyecek. Bu son cümleyi, yüreğinizin her yerinde hissederek, mührü yönlendirin. Çocuklarınızı, torunlarınızı düşünün. Onların istikbal garantisi, sizin şahsi yaklaşımlarınızla çakışmayabilir, bu durumda korumacılık iç güdünüzü devreye sokmanız en doğru yoldur…Hepinize Merhabalar olsun…
Dün, dersimiz yurttaşlık bilgisi idi. Hepiniz ilk okulu mutlaka bitirdiniz ama seçim molası bazı şeyleri hatırlatmak gerekti. Bende kendini ilk okul öğretmeni gibi hissettim… Peki bu gün hangi kılığa gireceğiz… Hep merakla beklediğiniz, okumaktan zevk aldığınız, mümkün olduğu kadar endemik olan nostaljik bir yazı, bugünkü kalemimizin naçizane ürünü olacak… Şimdi arkanıza yaslanın ve gönül bağımızı kuralım…
Son nostalji servisinden sonra, değerli Kardeşim, kankam, bu millete canıyla kanıyla önemli hizmetler yapmış, maneviyatını örnek aldığım, müstesna insan Halit Bey aradılar ve benden Emek Garajı’nın nerde olduğunu sordular. Tarif ettim ve bir daha o günlere geri döndüm. Zaman makinasının yönünü başka bir yere çevirmeden, Mıntıkayı biraz daha inceleyelim mi? Anafartalar Çarşısını sağımıza alıp, Ulus’a doğru ilerleyelim. Emek Garajı’nın da önünden geçip, merdivenlerden aşağı inelim. Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün heykelinin bulunduğu meydana ulaştınız… Şu an boşaltılmış, yıkılma arifesinde olan binanın, üst katları Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne aitti. Alt kat dükkanlar, Ankara’nın en önemli ve zengin giyim kuşam mağazalarıydı. Bunların arasında yeni açılan, kuruyemiş ve dibek kahve satan “Miş Miş” adında bir dükkân vardı… Şu an nasıl +65 ulaşım bedava olduğu için alış veriş işlerini üstlenmişse, ben de o zamanlar, onlarla aynı kaderi paylaştım… Tam bilet 50 krş, paso 25 krş olduğundan işler benim sırtıma kalmıştı… Kahve bittiği zaman, mutlaka, Ulus’a gelir, kuyruğa girer, Mişmis’ten kahve alırdım…
Bu arada, yukarı çıkıp Hal’e de uğrar siparişleri tamamlardım. “Al bir kilo mezgit eve tez git” veya “Çifti iki buçuk” diyen Palamutçuların sesini halâ kulaklarımda hissederim… İstiap haddini zorlayarak yaptığım işler tamamlanınca, Ulus’a iner, eve dönmek için saatin karşısında otobüs beklerdim… Yaaaa bir de saat vardı. Onu hatırlayanınız var mı… Tam meydanda kumbara şeklinde, bir direğin tepesindeki saatten bahsediyorum. Bu saat bazı halk deyimlerinin oluşmasına da sebep olmuştu… Eski ilişki ve dostlukları anlatmak için “Kimler kaldı ki? Bir ben bir sen bir de Ulus’taki saat” lafı sıkça kullanılırdı… O zamanki otobüsler iki çeşitti. Benzinli olanlar ve elektrikliler… Elektrikli olanlara, halk arasında ”Boynuzlu” denirdi. Esas adları, troleybüs olan taşıtlara binmek ufacık ve masumane bir arzumdu… Bunlar Sıhhiye veya Kızılay Meydan’ındaki kesişme yerlerinden geçerken sık sık boynuzları çıkardı. Şoför iner takmaya uğraşırdı. Onun çabalarını seyretmek hoşuma giderdi, işte bu yüzden otobüs tercihim onlardı… Ulus denilince, kadim dostum ve çocukluk arkadaşım Hüseyin’den bahsetmeden olmaz…Şu an Dalaman’da daha çok çalışarak emekliliğin tadını çıkaramıyor… İşte o Hüseyin, Ulus’a “Sulu” derdi. Epey bir müddet çocuk halimle sebebini anlamamıştım ta ki bir gün ters okunuşu dikkatimi çekene kadar…
Ulus, Ankara’nın merkezi, ne lazımsa, herkesin alışveriş için mutlaka uğradığı bir yerdi. Maddi manevi her türlü ihtiyacınızı temin edebilirdiniz… Manevi ihtiyaçlarınızın yegâne adresi, Hacı Bayram Veli Hazretleri’ydi, ziyaret edilir, okunan Fatiha’dan sonra gönlünüzü kuş gibi hissederek evin yolunu tutardınız. Kabul olan dualar, sizi biraz daha saygı, sevgi ve bağlılığa sevk ederdi… İnşaat, tamirat, tadilat gibi niyetiniz varsa, Rüzgârlı Sokağa mutlaka uğranmalıydı… Envaî çeşit fayans, musluk, batarya, alçı çimento, aklınıza ne gelirse, sizi seçme, karar verme zorluklarına sevk ederdi… Aldığınızı alsanız bile gözünüzün kaldığı mutlaka olurdu… Haaa, Rüzgârlı sadece bu yönüyle bilinmezdi. O zamanlar Gazanfer Bilge diye bir otobüs firması vardı. Yarım saatte bir İstanbul’a araba kaldırırdı. Kalkış yeri de Rüzgârlı Sokak’tı… Basın sektörü de bina aralarında kendisine bir yer bulmuştu… Yerel gazetelerin değişmez adresi buraydı. Akşam, memur dağılma saatinde “Yazıyo, yazıyo” diye bağıran çocuklar vasıtasıyla satılırdı…Cumhuriyetimizin filizlendiği, ATA’mızın da dolaştığı mekanlar, eski Meclis, meseleleri masaya yatırdığı zaman zaman danslar yaptığı, Ankara Palas… Gençlik parkı, gitmek için can attığımız yerdi. Çay bahçeleri, lunaparkı, kayık gezintileri, müstesna lokantaları, kebapçıları. Ayrı ayrı bir yazı konusu olur… Hangi birini sayayım. Ankara Kalesi, Gar ve yanındaki Gar Gazinosu, Ziraat ve İş Bankası binaları, Şehir Çarşısı, Karpiç’ine kadar nostalji ve hatıralar deryası, Ulus’umuz…Bugünün, Ulus’umuza bayram olması dileklerimle fazla vakitlerini almadan, vazifemi yapmaya gideceğim. Sizlerde mutlaka gidin. Çıkarken, anahtarınızı almayı, ampulleri söndürmeyi, muslukları kapatmayı unutmayın… Hepiniz Allah’a emanet olun. Hoşça kalınız…