Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Yine Yeniden “Beşiktaş Nasıl Kurtulur?”

featured

Beşiktaş nasıl kurtulur başlığı aslında bugün de futbol kulübünün perişanlığı karşısında, onu bir mazmun yapacak ve Galip Ağabeyin yazdığı gibi fikriyatımızın düştüğü zilleti ifade etmesi bakımından yine kullanışlı bir kavramdır. Özellikle son Rize maçında en güzide oyuncusunun kendi kalesine gol atması siyaseten de yaşananların bir özeti değil midir? Rize sayısız gol fırsatı buldu, aslında maçın hakkı 2-1 ya da 1-1 değildi. Gerçekte Rize 11 – Beşiktaş 1 olma ihtimali hayli yüksek bir maç oynandı. Konjonktür yine Beşiktaşımızı ipten alıyordu.

Beşiktaş bu yıl da çok kötü. En iyi oyuncusu kendi kalesine gol atıyor. Hem de hangi maçta? Rize maçında. Yerli ve milli olma iddiası süresel dayatmaların barış çağrılarına kulak asanda olacağı buydu işte!

Her sezon Beşiktaş bu sefer iktidara gelir, affedersiniz kupayı alır diye umut ediyoruz ama hepsinde başa sarıyoruz. Sanki bir el kulübün başkanını da oyuncularını da teknik direktörünü de teslim alıyor, ‘Yenimahalle’nin yine affedersiniz futbol federasyonunun çizdiği plana sadık kalınmasını öğütlüyor. Takım da bunu başından genç takımına kadar titizlikle uyguluyor.

Beşiktaş, tam şampiyon olacak derken bir de bakıyorsunuz, ligin en alt sırasındaki takımlarıyla bile baş edemeyen bir takım derekesine düşüvermiş. Hele hele Avrupa kupalarında oynadığı maçlarda “yine bizi bir hezimet mi bekliyor” endişesiyle âdeta 80’li yılların ortasında İngiltere – Türkiye maçını hatırlarcasına millî bir yeis girdabına sürükleniyoruz.

En son 8 – 0’lık Liverpool yenilgisi ile Beşiktaş, 8 – 0’lık İngiltere karşısındaki milli takım hezimetiyle örtüşmüş; böylece karakartalların ulusal olanla ünsiyetleri ortaya çıkmıştı.

Zaten Türkiye futbol takımları arasında milli takım olarak tek bir kulübün ülkeyi temsil etmesi sadece Beşiktaş’a nasip olmamış mıydı? 5 Mayıs 1952 tarihli resmi yazıyla Futbol Federasyonu, Yunanistan’la 16 Mayıs 1952’de yapılacak olan maçta milli takımımızı Beşiktaş’ın temsil etmesini talep etmiş ve bu da gerçekleşmişti.

1944’de İkinci Dünya Savaşı’na girmeyen ve fakat bu yüzden karne dönemlerinin yaşandığı İnönü’lü yıllarda muvaza olarak Türkiye, galip devletler yanında yer almak üzere hamleler yapıp Nato’da yerini almak isterken 44 Milliyetçilik Olayları ile Türkçüler hapse atılırken Beşiktaş ise şampiyon oluyordu.

Beşiktaş şampiyonluğu belki de 44 olaylarının daha sonra bayram olarak anılmasına vesile olmuştur, kim bilir?…

 Bir zamanlar kartaldık…

1950’de Türkiye’de siyasi bir dönüşüm gerçekleşirken Beşiktaş için de şampiyonluklar peşpeşe geliyordu.

Beşiktaş’ın şampiyonluğuna iktidarın ortak olması gerekiyordu. Başbakan olarak büyük bir siyasi zafer kazanan Andan Menderes de on yıl boyunca Beşiktaş’ın fahri başkanlığına oturur. Beşiktaş’ın Osmanlı idmanı, Çanakkale ve Milli Mücadele direnci, Kuvayı Milliye ruhu demokrat milliyetçi dönüşüme uğrar böylece.

27 Mayıs 1960 sabahı radyolarını açanlar Albay Alparslan Türkeş’in Milli Birlik Komitesi adına okuduğu duyuru ile karşılaşırlar. Türk Silahlı Kuvvetleri ülke yönetimine el koymuştur. Beşiktaş kulübü başkanı Nuri Togay ve eski başkan Enver Kaya tutuklanırlar. 10 yıldır Beşiktaş kulübünün fahri başkanlığını yapan Başbakan Adnan Menderes ve kulüp üyesi olan meclis başkanı Refik Koraltan’la aynı kaderi paylaşırlar.

Beşiktaş 2008 takviminde de, Beşiktaş tarihinde de böyle yazıyor. O yıl yani İhtilal yılı milliyetçiliğin ihtilal ve demokrat ikiliminde kaldığı yıldır. Beşiktaş şampiyondur. Ama hazin bir maç sonrası… Son maç Fenerbahçe ile İstanbul’da değil Ankara’da yapılır. İhtilalciler maçı başkente kaydırmışlardır. Maçı Fenerbahçe 1-0 kazanır. Ama Beşiktaş şampiyon olmuştur. O yıl Cemal Gürsel kupası maçları diye yeni bir turnuva uydurulur.

Beşiktaşlılara Cemal Gürsel forması giydirilir. (Fotoğraf)

Sonra 70’li yıllar… Başlarda şampiyonluğu birkaç kez tadan takım 80’li yıllara doğru tökezlemeye başlar.

Türkiye’de öyle…

Kıbrıs müdahalesi ile şahlanan milli ruh 1 sente muhtaç hale gelen bir ekonomik ve siyasal krizle karşılaşır.

Ardından 12 Eylül ihtilali…

İşte tam da bu dönemde bütün siyasiler içeri tıkılmışken Galip Erdem Yeni Sözcü gazetesinde “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” başlıklı bir yazı yazar. Aslında Fenerbahçeli olan Galip Erdem’in bu yazıyı yazmasındaki amaç, futbol kulübüyle alakalı değildir. Beşiktaş bir şeyi, bir ruhu temsil etmektedir. Türkiye sevdası ve milliyetçilik…

Bütün milliyetçi kuruluşlar ve önemli isimler Mamak Askeri Cezaevindedir.

Ben de tam bir Beşiktaşlı olarak o sırada B Blok 7. Koğuşunda bu yazıdan haberdar oluyorum.

Tabii ki gazetenin ya da herhangi bir kitabın içeri girmesi o sıralarda mümkün değil.

Merakla bekliyoruz. Çıkınca okuyoruz.

Böylece Beşiktaş mazmunu bize de Beşiktaş Nasıl Kurtulur başlığı altında 6 adet yazı yazdırıyor. Başka yazarlar da bu mazmundan hareketle bazı yazılar yazıyorlar.

Şimdi 1911-12 Balkan bozgun veya Türk Ocaklarının kurulması veya Beşiktaş Jimnastik Kulübüne futbol takımının dahil olması döneminden bu yana geçen kriz ve yükseliş dönemlerini hatırlarsakTürkiye’nin ve Türk milliyetçiliğinin Beşiktaş mazmunu ile irdelenmesinin boşa olmadığını anlıyoruz.

Balkan bozgunu, 1. Dünya Savaşı, Kuvayı Milliye, Yeni Cumhuriyet, Atatürklü yıllar, ardından 33-34 şampiyonluğu ile yükseliş, 10 Yıl marşı… Sonra Atatürk’ün ölümü ve İnönülü yıllar… 43-44 şampiyonluğu ve 1944 milliyetçilik olayları…

Sonra 50 dönemeci… Demokrat Parti rüzgârı… 60 ihtilali ve milliyetçiliğin ikilemi. 70 li yıllar şampiyonluğu ve çöküntüsü…

İhtilal dönemecinde ülke ve Türklük ile Beşiktaş’ın kaderi düğümleniyor. Milliyetçililer Kafkasya rüzgârından-idmanından Anadolu kitleselliğine dönenip şampiyonluklar ve büyük çöküntüleri birlikte yaşıyorlar. Milliyetçiliğimizin mayasında ne kadar dış tesirler var, ne kadar iç dinamikler var bu mevzuu tarih felsefecilerinin üzerinde çok tartışacağı bir mesele olmaya devam ediyor.

Beşiktaş, sıklıkla, kurulduğu günden bugüne krizler yaşıyor. Ülkenin yaşadığı krizler gibi.

Balkan bozgunu, 1. Dünya Savaşı bunalımlarında takımın dağılması, hemen hemen tamamının şehit düşmesi. Ardından toparlanma, namağlup unvanıyla şampiyon olma, ardından

Beşiktaş Kulübü üç büyükler arasında renkleri ve taraftarlarının sosyo-psikolojik yapısı itibariyle belki de ortalama Türk insanı profilinde en mazbut takım olarak Türk spor tarihinde yerini aldığı gibi, taşıdığı mazmunlar bakımından en az Galatasaray ve sonrasında Fenerbahçe kadar siyaset siyasî tarihimizde de önemli bir figürdür.

Elbet de her takımın kendine mahsus toplumsal izdüşümleri bulunmaktadır.

Galatasaray sahip olduğu eğitim kurumu ve bu kurumun Türk bürokrasisi ve siyasetinde önemli şahsiyetleri yetiştirmiş olması vesilesiyle daha çok bir iktidar(daha çok gizli iktidar) düzleminde anıldığını biliyoruz. Galatasaray bir anlamda aristokrasi takımıdır.

Fenerbahçe ise daha çok Anadolu’ya Millî Mücadele sırasında kayıklarla kaçırılan silahlarla anılır önce ve sonrasında yeni Cumhuriyet’in burjuvazisini oluşturan takım olarak anılır.

Ya Beşiktaş?… At arabacıları takımı adını alan Beşiktaş, bu adlandırma ile daha çok proletaryanın, orta sınıfın ve ne hikmetse daha Anadolu ruhunun takımı oluvermiştir. Başta at arabacılarının elit bir zümre olduğuna kuşku yok. Bu anlamda belki de Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın her ikisinden de bazı fonksiyonları kotarmış ve fakat her ikisinin de sosyal tabakalaşma zaviyelerini daha alt katmanlara taşıyabilmiş bir evrilmeyi işaret etmektedir; kim bilir?

Türkiye’nin bir aristokrasi tarihi yazılacaksa Galatasaray olmadan olmaz. Burjuvazimizin tarihi yolunda da Fenerbahçe incelemesi lüzumlu gibi gözüküyor.

Gerek Galatasaray, gerek Fenerbahçe gerekse diğer futbol kulüplerimizin milliyetçilik tarihimizde elbette ki yerlerini inkâr etmek doğru olmaz ama emperyal mirastan Anadoluculuğa ve Kemalizme bütün milliyetçilik türlerimizin genel incelemesinde Beşiktaş kanaatimizce kritik bir yer ve öneme sahiptir.

Bu yüzden bir Fenerbahçeli olan Galip Erdem ağabeyimiz, Türk Milliyetçiliğinin 1980’lerdeki ihtiyaç duyulan mazmunu olarak Beşiktaş kavramına sarılmıştır.

1981 yılında Yeni Sözcü’de yayınlanan “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” başlıklı yazı, hem Türkiye’nin hem de Türk Milliyetçiliğinin ahvalini, serencamını, hâlini ve istikbâlini tartışıyordu. Öyle ki Beşiktaş’ın durumu ile Türkiye ve Türk milliyetçiliğinin durumu birbirine benziyordu.

Beşiktaş’ın Kuruluş yılları ile Batılılaşma vetiresindeki Türk milliyetçiliğinin gelişmesi dönemi tam çakışmasa da başarı ve kriz dönemlerindeki uyum, Beşiktaş’a ve Türkiye’ye âşık olanlar açısından aralarında bir münasebet kurmaya zemin hazırlıyor.

Beşiktaş ve Türk Milliyetçiliğinin tarihi incelendiğinde bu uyumun izlerini sürmek mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla Beşiktaş’ın kurtuluşu ile ülkenin kurtuluşu arasında bir ilgi kurulabiliyor. Beşiktaş, zor dönemde milliyetçiliğin mazmunu olarak tebellür ediyor. Beşiktaş Nasıl Kurtulur da böylece böylesi dönemlerin simgesi haline gelebiliyor.

GİRİŞ

Beşiktaş bir Türk futbol takımının adı… Ancak herkesin zannettiğinin aksine onun kulüp kimliğinde futbolun payı sonradan artmıştır. Beşiktaş üç büyüklerin diğer iki takımı Galatasaray ve Fenerbahçe gibi önce bir futbol takımı olarak kurulmamıştır. Beşiktaş’ın kuruluş tarihi 1903.

Beşiktaş bir jimnastik kulübü olarak kurulmuş

19 Mart 1903. Ahmet Fetgeri Bey, 31.10.1931 tarihli Olimpiyat mecmuasında anlattığına göre kulüp kurma fikri Galatasaray Lisesinde okuyan Mehmet Şamil’den doğmuş ve mahallenin gençleri beden eğitimlerini geliştirmek için bir araya gelmişlerdir. Kulübün ilk başkanı da diğerlerinden biraz daha büyük olan Mehmet Şamil Beydir.

 

Beşiktaş’ın futbol macerası Balkan Savaşı ile atbaşıdır.

Beden eğitimi, barfiks, paralel, aletli ve aletsiz jimnastik ve güreş gibi spor faaliyetleri ile meşgul olan ve Yıldız Sarayı’na yakın bir yerde faaliyet gösteren Beşiktaş’ın futbolla tanışması 1911 yılında olmuştur.

Bilindiği gibi 1911 – 1912 yılları İmparatorluğu yıkan sürecin doruğuna eriştiği yıllardır. Balkan savaşları sırasında yaşanan büyük bozgun ve ardından gelen 1. Dünya Savaşı yıkımı Kurtuluş Savaşı’na kadar bütün bir milleti sosyal psikolojik açıdan derin dönüşümlere uğratmıştır.

Salahattin ve Alaattin Mizanoğlu adındaki iki kardeş, Galatasaray Lisesi’nde okumaktadırlar. Bu iki kardeş okuldan getirdikleri topla Valideçeşme’de kendilerine katılan Şeref, Kâzım, Asım, Dr. Mehmet, Hakkı, Ziya, Bedri ve Nuri ile top oynamışlar ve Valideçeşme Futbol Kulübü adını alan bir takım meydana getirmişlerdir. Bu takım 1911 yılında Beşiktaş kulübüne katılarak Beşiktaş Futbol Klubünü teşkil etmişlerdir.

Şeref Bey, bu futbol kulübünün yöneticisi olmuş fakat Balkan Harbinin kızışması dolayısıyla kulüp faaliyetlerine ara vermiştir. Ardından gelen 1. Dünya Savaşı da kulübün toplanmasını önlemiştir.

Kulüp yöneticisi Şeref Bey, Romanya’daki kolordudan terhis olup gelince arkadaşlarını toplayıp “Beşiktaşımızı canlandıralım” diyerek kulübün yeniden şekillenmesine önayak olur. Kulüp üyelerinin çoğu askerden yeni yeni dönmektedirler. Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü futbol takımı, ilk maçını 1918 Kasım’ında Baltalimanı çayırında Rumelihisarı takımı ile yapar. Böylece milletin mâkus talihi ile birlikte çözülme süreci yaşayan takım 1. Dünya Savaşı sonrasında derlenmeye toparlanmaya başlar.

Türk Ocakları 1912 Balkan bozgunu sırasında kurulurken Beşiktaş Kulübü üyeleri askerde olduklarından takımlarının başında değillerdir.

Beşiktaş Kulübü ilk başta hepsi Kafkasyalı-Dağıstanlı ve Çerkez gençlerin bir araya gelip kurdukları jimnastik kulübü iken bu kulübün futbolla tanışması Erzincan’lı bir memurun oğlu olan Şeref Bey sayesinde olmuştur. Erzincan eşrafından Hacı Yusufzadelerden gümrük memuru Mehmet Bey’in oğlu Şeref 1894 yılında Beşiktaş Valide Çeşmesi Dibek Sokağında 14 numaralı evde dünyaya gelmiş, Beşiktaş Mülkiye Rüştiyesi’ni bitirip Fransız mektebine kaydolmuş; bu arada da futbola aşkı artmıştır. Kurduğu mahalle takımını Beşiktaş Jimnastik Kulübüne sokmağa karar vermiştir. Daha sonrasını Beşiktaş 2008 Takviminden okuyalım:

“Yaz tatili geldiğinde mahallelerine 200-300 metre uzaklıkta bulunan Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübüne gidecek, oradaki idarecilere başvuracak, kurduğu futbol takımının bundan böyle Beşiktaş kulübünün himayesinde faaliyet göstermesini teklif edecektir. Peki birçoğu o şatafatlı askeri üniformalarla dolaşan idarecilerden, koca şampiyon Kurtdereli’nin, boksör Kemal’in, Hoca Şevket’in, Ahmet Fetgeri Bey’in ve devrin birçok ünlü sporcusunun idman yaptığı kulüp sahasında kendilerinin spor yapmasına izin almayı nasıl başaracaktır? Üstelik henüz 17 yaşındadır.

O doğma büyüme Beşiktaş’ın çocuğu Ahmet Şerafettin’dir. Semtte büyük küçük herkes tarafından çok sevilmektedir. Bilgilidir, terbiyelidir, kibardır. Etkili konuşma üslubuna sahiptir. Tuttuğunu koparak bir gençtir. 1911 yaz tatilinde birlikte futbol oynadığı arkadaşlarına düşüncesini açar.”

…gençler Beşiktaş Kulübünün Akaretler’deki binasına gider. Genç Şeref, orada etkileyici bir konuşma yapar sonunda Fuat Balkan, Mahzar Kazancı, Ahmet Fetgeri beylerin oluru ile gençlerin istekleri kabul edilir. Böylece ferdi sporların yanında bir takım sporu da Beşiktaş bünyesinde yerini alır.

İlk futbol takımının kadrosu şöyledir: kaleci Resul, savunmada Rıdvan, Behzat, orta sahada muallim Sırrı, şair Kâzım, Sabri, Halil, forvet oyuncuları İzzet, Mehmet, Asım, Şeref, Fahri. Bu ilk takım lige katılmaz ama Arakas Ermeni kulübünü ve Bakırköy’ün Tatavla Rum takımını yener. Şeref Bey, takımını hem kadro olarak hem de taraftar olarak genişletmeye devam eder. Kendisi de Darülfünun’da okumaya başlar. Maarif Nazırının özel izniyle 17 yaşında Darülfünun’un Edebiyat şubesine kaydolur. Burada Hüseyin Cahit Yalçın ve Hamdullah Suphi Tanrıöver ile tanışır. Buradan genç bir muallim olarak mezun olur. Hem muallimlik hem futbol kulübü yöneticiliği yapar.

Hem takımda oynar, hem yöneticilik yapar Şeref.

Galip Ağabeyin yıllar sonra söylediği gibi “Beşiktaş’ı içine düştüğü durumdan yine Beşiktaşlıların azim ve kararı kurtaracaktır. Takım ruhu çok önemlidir. Şeref Bey bir takım ruhu ortaya koymuştur. Bu sırada kulüp başkanlığına 1911 yılında Müşir Fuat Paşa getirilmiştir. Paşa 76 yaşındadır, yaşı çok ilerlemiştir ama iki yıl kulüp başkanlığı yapan paşa o kadar uzun yaşar ki, 1931 yılında dünyaya gözlerini yumar ancak.

Şeref Bey 1. Dünya Savaşı çıkınca yedek subay olarak Romanya cephesinde görevlendirilir. Beşiktaş futbol kulübünün bütün oyuncuları değişik cephelerde savaşa giderler, vatan hizmetine koşarlar.

Takım 8 şehit verir. 11 kişilik takımdan tam 8 şehit!.. Dr. Ali, Dr. Mehmet, Rıdvan, Sadi, Behzat, şair Kâzım, Asım…

Savaş sonrası Şeref Bey takımı tekrar toplar ve böylece Beşiktaş futbol takımı gerçek anlamda tekrar kurulmuş olur.

Kitabın sonunda Beşiktaş’ın, milliyetçiliğin ve Türkiye’nin kronolojisiyle ilgili özeti gözden geçirdiğinizde birebir bir ilgiden bahsedebilmek mümkün olmasa da inişleri çıkışları; şampiyonlukları yahut krizleriyle takımla halüpürmelalimiz arasında bir ünsiyetin olduğuna kuşku yoktur.

Hareketi Kafkasyalı gençler kurmuştur.

Türk milliyetçiliğinde ve ülkenin kaderini tayinde de Kafkasya ve dış Türklerin taşıdıkları ideolojilerin büyük tesiri vardır.

Gerek Sultan Galiyev, gerek İsmail Gaspıralı, gerek Hüseyinzade Ali, gerek Yusuf Akçura, gerekse Ahmet Ağaoğlu Türk milliyetçiliği hareketini ve dolayısıyla Türk düşüncesini etkileyen dış Türklerden beyinlerdir.

Beşiktaş Jimnastik Kulübü her ne kadar Kafkasyalı seçkin ailelerin çocukları tarafından kurulmuşsa da futbol kulübünün kurulmasında ve takımın kitleselleşmesinde Erzincanlı Şeref Beyin önemli rolü vardır.

Türk milliyetçiliği hareketinde her ne kadar dış tesirlerden bahsedilse de son tahlilde Anadolu insanı ve fikriyatı bu ideolojiye damgasını eninde sonunda vurmayı bilmiştir.

Ülkenin mâkus talihini yenmede diğer takımların da rol aldığını kimse inkâr edemez. Ama takımın neredeyse tamamına yakını şehit olan takım Beşiktaş’tır.

1919 yılında artık futbolda da vardır Beşiktaş. Ama Ali Sami Yen bu kulübü, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’na almaz. Beşiktaş da bu sefer diğer takımlarla birlikte Türk İdman Birliği’ni kurar. 1919-20 yılında Beşiktaş Türk İdman Birliği İstanbul şampiyonu olur. Ali Sami Yen de Beşiktaş’a artık daha fazla muhalefet yapamayacağını anlayınca Beşiktaş etrafında toplanan 11 takımla ittifakı yeniden kurma becerisi gösterebildi. 1923 yılında yani Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Beşiktaş da bu ittifakın İstanbul şampiyonluğunu kazandı.

Cumhuriyetin onuncu yılında da şampiyon olan takım yine Beşiktaş’tı.

1939 yılında İstanbul Ligi şampiyonluğunu kazanan Beşiktaş, bundan sonra beş Sezon üst üste şampiyonluğu kaptırmaz. 1939-1943 arası tam beş sezon şampiyonluk!

1940-1941 sezonu Beşiktaş namağlup unvanıyla şampiyon olur.

Unutulmaz bir sezondur bu.

Lig maçlarının tamamını kazanan namağlup şampiyon olan Beşiktaş kırılması zor bir rekora imza atmıştır. 18 lig maçında rakip takımların filelerini tam 84 kez golle süsler.

Bu sezonda Mehmet Galin isimli bir vatandaşın Beşiktaş Süleymaniye maçında simsiyah giyen Beşiktaşlı oyunculara “Haydi Karakartallar!” diye bağırması takımın bundan böyle karakartallar olarak anılmasına vesile olur.

Halktan bir kişi Beşiktaş tarihini yazmaktadır handiyse…

Halkın takımına ancak böyle isim konabilirdi…

 

1943 – 1944 sezonu Fenerbahçe şampiyon olur. Beşiktaş Fenerbahçe’yi takip eder. 1944 – 1945 sezonu tekrar şampiyon olur Karakartal.

Bu sezon Vefa’yı 10-1 yenen Beşiktaş, Galatasaray’ı da 5-1’lik skorla devirir. İkinci yarı Fenerbahçe 2-0’la mağlup olur, İstanbulspor ise 9-0’la… Tam 16 galibiyet, iki beraberlik ve yediği on gole karşılık attığı yetmiş gol…

Mehmet Ali, Faruk, Yavuz, Hristo, Sasopulos, Cahit, Ömer, Hüseyin, Saim, Rıfat, Ali, Nuri, Sabri, Hakkı, Kemal, Şeref, Vecdi, Eşref, Dursun’lardan oluşan kadrosuyla Beşiktaş, İstanbul Ligi başlayalı 7 sezon olmasına rağmen 6 kez şampiyon olmayı başarıyordu.

 

1944 Olayları, Beşiktaş’ın şampiyon olduğu devreye rastlıyordu. Beşiktaş şampiyon olurken Türkçüler, 3 Mayıs 1944’de yargılanmaya başlanmıştı.

Faşizm rüyalarıyla emperyalistler arenasında geç kalmış bir intikalin peşinden koşan Almanya ve İtalya, sömürgelerdeki paylarının peşinde yeni ideolojiye sığınıp koşturuyor; bu arada komünist Rusya ile İngiliz-Yahudi emperyası buluşuyordu.

1938’lerde yükselen Faşizm yıkıntıya uğruyor, 1944’lere doğru artık Almanya, işgal ettiği topraklardan geri çekilmek zorunda kalıyordu.

Müttefiklerin kazanacağı belli oluyordu. Türkiye’de ise tek parti iktidarı hüküm sürüyordu ve İsmet Paşa, Türkiye’yi savaşa sokmamak için çok uğraş vermiş ve fakat bu çok pahalıya mal olmuştu. Halkın hafızasında bu dönem karne dönemi olarak yer alacaktı. İsmet Paşa Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı ittifakı içinde yer alması gerektiğini düşünüyor, buna göre tek partili siyasi hayattan iki partili bir siyasi hayata geçmenin zaruri olacağını anlıyordu.

Sovyetler Birliği ise galiplerin tarafındaydı ve Türkiye’den Kars’ı ve Ardahan’ı talep ediyordu. Sovyet tehdidi karşısında Türkiye’nin dış siyasetinde yeni tercihler ve açılımlar için hazırlanılırken iç siyasetinde ise bir arınma gerekiyordu. Üç tarzı siyasetin Türkçülük versiyonuna dayanılarak kurulduğu söylenen Cumhuriyet bu sefer Türkçülüğü yargılamak zorundaydı kendini kurtarmak için.

Kimilerine göre muvaza kokan bu yargılama ile tabutluklarda milliyetçilere işkenceler yapıldı ve bu yargılama, böylece Türkçüler Günü, sonra da Türkçüler Bayramı olarak anılır oldu.

Beşiktaş şampiyon olurken milliyetçiler tabutluklarda kalıyor, mahkemelerde yargılanıyordu.

Başta Nihal Atsız, Necdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan olmak üzere bir takım yazarlar, öğretim üyeleri, öğretmenler yanında Alparslan Türkeş de genç bir teğmen olarak yargılanıyordu.

1960 İhtilalinin radyodaki gür sesi Türkeş’in siyasi hayatının başlangıcında da 44 olayları ve 3 Mayıs Türkçülük Bayramının önemli bir yeri vardır.

Türk milliyetçiliğinin Cumhuriyet sonrası tarihçesi içinde kendine bulduğu birinci mesnet halkası işte bu 1944 Türkçülük Olayları mahkemesi ve onun yarattığı mağduriyet ortamıdır. Bu mahkeme ve mağduriyet ortamı üzerine bina edilen ideolojik kurgu, 60 ihtilali sırasında ihtilalin gür sesi olarak ortaya çıkan Albay Alparslan Türkeş için ilk başta bir zafiyet teşkil ediyordu. Çünkü ihtilâl, aslında bir ihtilalci kadronun eseri olmasına rağmen bütün orduyu kuşatan bir müdahaleye dönüşmuştü. İhtilâlin kudretli albayı için 1944 olayları öne çıkarılacak bir şey değildi. Ama Hindistan sürgünü dönüşü politikaya atılacak olan Albay Alparslan Türkeş için 1944 Türkçülük Olayları, oturacağı kaideyi işaret ediyordu.

Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nden doğmuş bir partiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nato’da ve Batı ifttifakı içinde yer almaya karar vermiş Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi elzemdi. Bu yüzden Dörtlü Deklarasyon ile tek partili hayata son verilmesi ve yeni bir partinin zuhuru kaçınılmazdı. Aslında halkın büyük teveccühünü kazanan Demokrat Parti de halk tarafından kurulmuş değildi. O da tepeden inme ve muvazaa ilişkileri içinde kurulmuş bir partiydi ve ülkenin uluslararası konjonktürel durumu ile ilgiliydi. Demokrat Parti 1960 İhtilâli ile uzaklaştırılınca yerine aynı kültürel ve siyasal tabana hitap eden Adalet Partisi ile birlikte iki yeni partiye ihtiyaç vardı. Milliyetçi kültürel tabanın biraz İslâmî hassasiyet bakımından önde veya ayrı olanları için MSP, milliyetçiliği Adalet Partisi ekseninden daha sağda sayılan MHP geleneği böylece tebellür etti.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluşu –CKMP’nin MHP’ye evrilmesi- sürecinde yepyeni bir ideolojik ve doktrinel bir çizgi icat edilmeliydi. Bunda 1944 Olayları bir mesnet oluyor ve 3 Mayıs Türkçüler veya Milliyetçiler Bayramı her yıl kutlanmaya başlıyordu.

Milliyetçiliğin birinci dalgası Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan Türkçülük siyasi akımının ve 1911 ve 1912 yıllarında Balkan bozgunu sonrasında yaşanan travmanın itelediği üç boyutlu milliyetçiliktir.

Birinci dalga iç içe üç dalga halindedir. Bunlardan birincisi Osmanlıcılık ve İslamcılık ile hemmizaç olan emperyal Türkçülüktür.

Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan

Mısralarında adı geçen Turan ülkesine erişmek amacı taşımaktadır. Ziya Gökalp bir başka şiirinde ise “Türkiye büyüyüp Turan olacak” demektedir.

Emperyal milliyetçiliğin hedefleri tutturulamayınca ikinci dalga, emperyal mirastan vazgeçmek zorunda kalışın reel-politik zeminidir. Türkiyecilik diyebileceğimiz bu akımın ardında da Oğuzculuk gibi bir hedef bulundurulmaktadır.

İç içe üç dalga halindeki milliyetçiliğin bu birinci dalgası, kısa bir zaman dilimi içinde 1910-1920 arası çok büyük deneyimler kazandı. Büyük çileler çekildi. Büyük savaşlar, büyük kayıplar, büyük yıkımlar, büyük kopmalar, büyük heyecanlar, büyük hazırlıklar hepsi hepsi genç Osmanlıları ve Cumhuriyet fikriyle yananları pişirdi, çelikleştirdi.

Birinci milliyetçilik dalgasından koskoca imparatorluktan Anadolu ve Trakya coğrafyasına çekilme, dağılma, çözülme de yaşandı; yeni bir diriliş, Cumhuriyet inşası, yok olma tehlikesini bertaraf edip bağımsızlığı elde etme gibi moralca yüksek kılan oluşumlar da yaşandı.

İkinci Cumhuriyet dalgası 70’li yıllara doğru milliyetçilğin siyasi organizasyona kavuşması, partileşmesi olarak yorumlanabilir. Bu dalga, daha sonraki otuz yıla damgasını vuracak ve bir yandan siyaseti bölmede kurgulandığı gibi, bir yandan da mililyetçilerin siyasî organizasyon sahibi olmalarıyla özgüvenlerini geliştirmelerine kapı aralayacaktı.

Beşiktaş her iki milliyetçilik dalgası ile atbaşı bir kaderi paylaşıyordu. Beşiktaş’ın kaderi ile milliyetçilerin kaderi birbirine benziyordu.

 

Bugün 1980 ihtilâlinden başlayan bir bunalım yaşıyoruz. Aradan geçen çeyrek asırdan fazla zamana rağmen milliyetçiliğin üçüncü dalgası hâlâ flu bir manzara arzediyor; Beşiktaş nasıl yurt dışında ülkeyi layık-ı veçhile temsil edemiyorsa, milliyetçilik de içerde esen envai çeşit rüzgârın üstüne uluslararası arenada kendini anlamlandıramıyor, ülkesini temsil edemiyor, hep baş belası bir fikir ve aksiyon olarak hatırlanıyor.

 

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR?

1980 ihtilali sonrasında çıkarılan Yeni Sözcü gazetesinde yazan Galip Erdem, dönemin gizli dilini Beşiktaş mazmunu etrafında geliştirmişti. Beşiktaş, Türkiye’nin ve mahkûm edilen milliyetçilerin ahvâli idi…

Galip Erdem’in “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” başlıklı yazısı şöyle:

Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV’nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadi­yen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acaip sesler geliyor, hiç anlamıyorum. Bir türkü olsa dinlerdim: “Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibem/Kan damlar yüreğime/Anam anam garibem,” Bir Horyat da fena sayılmazdı: “Düşde gör/Hayâlde gör düşde gör/Düşenin dostu olmaz/Hele bir yol düş de gör.” Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi. “Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre. ” Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.

Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş’ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş’ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn’u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş’ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!

Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt’ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid’e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor’u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?

Beşiktaş’ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir? Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar! Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul’un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor’un ajanları ve Trabzonspor’un uşakları da vardır. Şu halde bir: Beşiktaş’ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye’nin her yerinde, hatta Türkler’in yaşadığı diğer ülkelerde “koyu” Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.

Son zamanlarda Beşiktaşlılar’dan çok, diğer takımlara mensup olanların “Beşiktaş nasıl kurtulur?” konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da, bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş’ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.

Yanlışlık nerede, suç kimde? İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye’nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş’ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş’ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal’ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir “Beton” Mustafa vardı, Harbiyede oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.

Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.

Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mağlubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş’ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor’un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş’ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?

Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş’ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş’ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş’ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz’a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan’ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş’ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?

Şimdi de, Beşiktaş’ı kurtarmanın asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş’ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pekçok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılar’a ve Trabzonsporlular’a vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.

Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanm şefkatli yumuşak­lığı ile çekilecektir.

Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır…

___________________

(*) Yeni Sözcü, 1981.

12 Eylül ve Milliyetçilik…

12 Eylül Türk milliyetçilerini içeri tıkarken üniversitelerdeki sol işgale karşı da akademi dünyasına adı milliyetçiye çıkmışları yerleştirmeye gayret ediyordu.

MHP davasından tutuklu bulunan Agâh Oktay Güner’in, “kendi içerde, fikri dışarıda iktidar” sözü o günlerde çok rağbet bulmuştu.

1960 İhtilalinde, nasıl Beşiktaş kulübü başkanları Yassıada’ya gönderilmiş ama kulübe de Cemal Gürsel forması giydirilmişse, 80 darbesinde de milliyetçiler içeri alınmış ama sözde fikri iktidar yapılmıştı.

Türkiye ve Milliyetçiler Arasındaki Ahval Benzerliği dikkat çekiciydi.

Galip Ağabey’in Beşiktaş Nasıl Kurtulur başlıklı 12 Eylül ahvali içinde yazdığı yazıya ben de Beşiktaş Nasıl Kurtulur 2 başlıklı bir yazıyla katılmıştım.

 

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR 2

Kurban Bayramı arefesi, evdeyim ve yalnızım. “İş olsun” niyetine ne zamandır âdeta mecburen izlediğim TV’yi birkaç gündür “iş olmasın” diye seyretmiyorum. Kimler eğleniyor, kimler zıplıyor, sıçrıyor, gülüyor bilmiyorum. Birilerinin eğlendiği; sadece bedenin değil, beynin ve ruhun da pornografik bir işkencenin altında sıkıştığı mâlum.

“Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” başlığını ülkücüler iyi bilirler. Bu başlıkla yazılan yazı 1981’de Yeni Sözcü’de yayınlandı. Yazarı Galip Erdem’di.

“Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” o yıllarda âdeta bir parola, bir şifre oldu ülkücüler arasında.

Ben yazı yayınlandığında “arakesit”teydim. Yazıyı ancak iki yıl sonra, arakesitten sonra okuyabildim. Çıkınca ilk işim “Beşiktaş Nasıl Kurtulur”u okumak oldu. Zira ben sadece okumak ve yaşamak zorunda olan biri değildim. Aynı zamanda aksiyon adamı idim ve bu, “kurtulur” kelimesindeki edilgen yapıdan rahatsızlık duymama yol açıyordu. Yani kurtaracak olan kimdi? Belli değildi. Kurtarıcı niteliğimiz, bir şeyleri kurtarma aşk ve iştiyakımız bu başlığın bizim için mânâ ve ehemmiyetini ve dahi cazibesini artırıyordu. Sadece kurtarıcı değildim. Neyin ne olduğu önemliydi ama yetmezdi. “Nasıl”, sanatçı melankolimize, “melâli anlamayan nesle âşina değiliz” tavsifimize uyuyordu. “Ne, niçin, nerede, ne zaman” zaten herkesin sorduğu sorulardı. Nasıl sorusuna verilecek cevap, daha estetik kurgulamaya dayanmak demekti. Buradaki “nasıl” iki anlam taşımaktaydı: birincisi zorluğu, kolaylığı; kurtuluşun hangi plan ve projelere dayanması gerektiğini, merhalelerini, yapılması gerekenleri işaret ediyordu; ikincisi ise derûnunda bir estetik kayguyu taşıyordu. Nasıl’a vereceğimiz cevapta sanat anlayışımız da tebellür edecekti. Güzellik, zerafet, cehd, gayret, îman, aşk gibi kavramlara ve eyleme itecek âmillere bu soruyla kanat çırpılabilirdi.

Sadece bu mu?

Ben hem Beşiktaş’lıydım, hem sporcuydum. Beşiktaş’la kastetilen her adresin sahibiydim.

Galip Ağabey Ülkücünün Çilesi adlı yazısını 1961’de yazmıştı ve yirmi yıl sonra Beşiktaş Nasıl Kurtulur adlı makaleyi yazarak zor zamanda konuşuyordu.

“Yılbaşı Gecesi” diye başlayan Birinci Beşiktaş Nasıl Kurtulur Muahedesinde “Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime” türküsü dinletilmediğinden TV protesto ediliyordu.

Melâl burcundaki Galip Erdem’i Beşiktaş’ın durumu ne kadar ilgilendiriyordu bilemem ama, bugün İkinci Beşiktaş Nasıl Kurtulur Muahedesinde gerçekten takımı ilgilendiren önemli maddeler var.

Birinci Beşiktaş Nasıl Kurtulur’da da Beşiktaş 1. Lig’te hiç de iyi durumda değildi, şimdi de değil. Bu benzer durum değil Birinci Beşiktaş Nasıl Kurtulur muahedesini yazdıran saik… Beşiktaş’ın hâl-i pür melâli mecaz-i mürsellere sığınmayı gerektiriyordu o yıllarda. Ama artık son kongrelerden sonra buna ne gerek var?

Üç kıtada top koşturmuş Beşiktaş büyük takımdır. Koşturma at koşturması, iş koşturması biçiminde olabilir. Kuruluş gayesi, tarihi ve renkleri itibariyle büyük olduğuna kuşku yok. Ama bugün de ligdeki türlü başarısızlıklarına rağmen takım, büyüktür. Fakat Beşiktaş’ın kongrelerine de nifak tohumları atıldığını bilmemiz gerek.

Tekelci sermayenin patronu ile tetikçi sol ittifakı, burjuvazinin asalak, solun fikir fahişesi olduğunu gösterdi. Beşiktaş’ın kongresinde bunların ne işi vardı? Bu sefer neden sandalyeler havalarda uçuşmadı anlayamadım.

Kongre bezirgânları, Susurluk Çetesi Beşiktaş’ta gerçek Beşiktaşlıların sevdalarını okuyamadılar, anlayamadılar. Küçük kafalarından neşet eden basit strateji ve taktik oyunları ile takım idare edeceklerini sandılar. Oysa strateji ve taktik, arkasında felsefe bulunmuyorsa, ruh yoksa, takım şuuru ve renk sevgisinden mahrumsa hiçbir işe yaramaz.

Takımı başka diyarlardan aparılan yabanıl konseptlere kurban ettiler.

Bizdeki Tekelci Sermaye en ileri kapitalist ülkelerdeki, hatta kapitalizmin en ileri aşamasındaki sermayeden bile daha alçakçadır. Zira Protestan ahlâkının doğurduğu bu hayat biçimi, bu sistem kendine yakışanını yapmaktadır.

Tarihî diyalektik gereği batıda burjuvazi de, ulus devlet de, kapitalizm de, sosyalizm de bir dengeye oturmuştur. Tarih içindeki çatışmaları da anlamlıdır. Fakat bizde burjuvazi asalak, sosyalist fikir fahişesi ya da zamparası olunca, işler karışık ve namussuzcadır. Burjuvazinin takım tutması, spekülatif kazançlarına yol verecek atraksiyonları temin gayesine matuftur.

Kongrelerde arz-ı endam edenler yönetimi belirlerler. Ayak oyunlarıyla…

Kapalı Kapıların Ardında’kilerle gerçek Beşiktaşlılara hiç yakışmayan dalaverelerle saman altından su yürütürler.

Batıdaki burjuva da takım tutar. Ama takımın ruhuna mugayir işlere kalkışmaz. Takımı kendi yönetimi, seyircisi ve sporcusu ile öylece kabul eder. Ona zorla konseptler benimsetmez. Batı burjuvazisi halkının değerleriyle çatışmaz, bilakis onları yükseltir, sanatçıyı himaye eder. Ama batılı burjuva kendi sanatını ihya ederken; bizimkisi kendi sanatını dışlar, yok eder. Mesela batılı ressamların re-prodüksiyonlarını toplar ya daonların eserlerinden koleksiyon yapar. Operadan, baleden, senfoniden anlamaz ama burjuva sansınlar diye dinlermiş ve anlarmış gibi yapar. Sonradan görmedir. Meclisin kiremitlerinden köşe dönmeye alışmıştır; kurtlu peyniriyle kasalarını doldurma kabiliyetindedir. Bu yüzden kongreler, çeteler, silahlı kuvvetler gerçek sporculardan ve seyircilerden daha önemlidir. Onun için önemli olan sporcu, seyirci ve takımın tarihi, kimliği, misyonu değildir; takım kendi menfaatleri için kullanılacak aparattır. Üstelik de inançsız olduklarından çok da korkaktırlar. Baştanbaşa vehim ve telaştır. Her projelerinde bu korku ve vehimin izlerini bulmak mümkündür.

Beşiktaş’ı yine Beşiktaş’ın azim ve kararı kurtaracaktır. Beşiktaşlılar ve Beşiktaş ruhu birleşerek sonradan görmenin planlarını altüst edecek. Kongrelere tıkıştırılmış “Kızılelma”yı hürriyetine kavuşturacaktır. Beşiktaş yine üç kıtada at koşturmaya affedersiniz top koşturmaya devam edecektir.

Artık üstü örtülü ifadelerin yerine açıkça: Beşiktaş’ı ancak Ülkücü bir faktör analizi dinginliğine ulaştırabilir. Bir medeniyeti ancak ve yalnız Ülkücüler diriltebilir.

“Beşiktaş Nasıl Kurtulur 2” çıktıktan sonra Beşiktaş mazmunu etrafında (Galip ağabeyden ve benden başka) kimi arkadaşlar da yazılar yazdılar. Benim Beşiktaş Nasıl Kurtulur 3 ve 4 yazılarından sonra Dr. Mehmet Güneş’in bir yazısı yayınlandı. En son da benim Beşiktaş Nasıl Kurtulur 6 başlıklı yazım…

28 Şubat döneminde de 12 Eylül döneminde olduğu gibi yine biz yargılandık. 12 Eylül gibi açık bir ihtilale tevessül edemeyeceklerini söylediklerimiz hakkında Flash TV’de yaptığımız bir konuşma yüzünden 28 Şubat’ın simge generali Çevik Bir (Genel Kurmay 2. Başkanı sıfatıyla) bizi mahkemeye verdi. Mahkemeye talimat veriyordu. Hem Türk milletine hakaretten yani şu meşhur 301. maddeden hem de orduya hakaretten yargılanmamı talep ediyordu.

28 Şubat darbesinde de yargılanan biz olduğumuz halde 28 Şubat’ın meyvesini yine ona ortak olanlar yiyordu.

O devir arkasından üçlü koalisyon dönemi başladı. Beşiktaş bazı gelişmeler kaydetti. MHP de hükümet ortağı oldu. O dönemdeki yazım ise şöyleydi:

AH BEŞİKTAŞ YİNE YAKTIN BİZİ…

Ah Beşiktaş! Yine yaktın bizi! Yine içerde kartal kesilmene rağmen dışarıda karga gibi oldun. Öteden beri Şampiyonlar liginde ve UEFA’da dikiş tutturamıyordun; ama bu sefer ümitlenmiştik. Bu sefer Beşiktaş’ımız şeytanın bacağını kıracak ve Şampiyonlar Ligi’ne iyi bir başlangıç yapacaktı. Böyle düşündük. Büyük ümitlerle seyretmeğe başladık Lazio maçını. Fakat daha ilk dakikadan itibaren yenilgiye teşne havasını kokladık.

İlk dakikalardan itibaren o bildik kompleks yine takımın bütününü sarmalamıştı. Sadece takım mı, teknik sorumlu mu; bütün Beşiktaş, seyircisiyle birlikte yenilgiyi kanıksamış gibi oturuyor, hiç tezahürat yapmıyor; adeta bundan başkaca bir kaderi olmadığına da inanmış gözüküyordu. Seyirciyi, kendi elleriyle takım psikolojisini sahaya yansıtamayacak, ajitasyonunu oyunculara aktaramayacak yerleşme pozisyonuna sokan, tribünleri saçma bir modernizm tutkusuyla etkisizleştiren yönetime ne demeliydi?

Velhasıl Beşiktaş yönetimi, antrönörü, oyuncuları ve seyircisi hep beraber başına giydirilen çuvalı hazmetmiş görünüyor. Başına çuval geçirilen ve ölümü göze alamayan herhangi bir ordunun akıbeti gibi Beşiktaş da daha savaş başlamadan mağlubiyete konsantre olmuşa benziyor.

Oysa savaşçı ruhunu yitirirse, maçın doksan dakika, hatta uzatmalarla doksan artı dört, beş olduğunu unutursa bir takım ne yapabilir? Yenilgiye “Yarabbi şükür! hiç olmazsa rezil olmadık” şeklinde bir tevekkül ile cevap verilebilir mi? Karşıdaki takımın Batı’nın en iyi takımlarından olduğunu bilen bir yönetim, oyuncu, teknik sorumlu ve seyirci ortak bir savaş stratejisi inşa etmeli değiller miydi? Bir kriz yönetim merkezi kurulmalı değil miydi? Bu kriz psikolojik harp ile donanmalı, akabinde ve detayında diplomatik bir sıkıştırma süreci de hazırlanmalı değil miydi?

Rahmetli Galip Ağabey “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” yazısını yazdığı sırada 12 Eylül ihtilali ülkeyi bilinen cendereye sokmuştu. Vatanseverler kendi vatanlarında tutuklu idiler. İnsanımız kendi vatanında hürriyetten mahrum idi. Kendi vatanını sevmek suçtu, kendi vatanı için ölümü göze almak ayıptı. “Kendi vatanında parya” tabiri en çok da o süreçte anlam buluyordu. Galip Ağabey bütün milliyetçilerin içeri tıkıldığı zaman Beşiktaş mazmununa sarılıp “Beşiktaş nasıl kurtulur” diye sorarken hem Beşiktaş’ın o vakitler içerde ve dışarıda perişan haline atıfta bulunuyor, hem de milletin içine düşürüldüğü zillete işaret ederek bu zilletten yine milletin azim ve kararı ile kurtulacağına dair ipuçları veriyordu.

Yıllar sonra Beşiktaş Nasıl Kurtulur-2’yi yazdığımda, Galip Ağabeyin bu mazmunu yine iş görmeğe başlamıştı. Beşiktaş gerçi eskisi kadar kötü değildi ama yine de uzun yıllar şampiyonluktan uzak, ligin ortalarında gezinen hatta düşme riski taşıyan bir takımı da değildi. Artık gelecek açısından ümitvar olmak için elimizde kimi veriler vardı. Öte yandan MHP Davası da noktalanmış, içeridekilerin ekseriyeti çıkmış ve fakat milliyetçiler için gerek a)küresel, b) ideolojik, c)iktisadi-sınıfsal, d)pratik-politik çözümleme bir türlü hayata geçirilemiyor; kimi devlete küskün, kimi eski değerlerini ve vefa anlayışlarını yitirmiş başıbozuklar güruhu halindeydi. Beşiktaş’ın nasıl kurtulacağı üzerine yaptığımız spekülasyonlarda bugünkü şampiyonluk (aynı zamanda iktidar olma) fırsatlarına gönderme yapılıyordu.

Evet, Beşiktaş şampiyon oldu ve MHP iktidar oldu. Eee… n’oldu? Vatanın hangi sorunu çözüldü? Beşiktaşlıların, onları eziklik psikolojisine garkeden hangi hastalığı tedavi edildi? Hangi geleneksel hasletlerimiz yeniden kazanıldı? Beşiktaş şampiyondu, içeride her türlü kriz yönetim merkezi başarılı oluyor, her türlü psikolojik savaşta içeriye yönelik eylem planı tutuyordu, içteki her takım Beşiktaş’tan ürküyordu. Fakat dışarıda niçin hâlâ herhangi bir başarı yoktu? Ülkenin hâlâ dış borcu günden güne artıyor, hâlâ ülkesel bir projeye imza atılamıyor, hâlâ ödemeler dengesi açığı büyümeğe devam ediyor, dışa bağımlı ekonomi neredeyse ülke kaynaklarının peşkeşinin normal bir ekonomik çözüm gibi sunulmasına fırsat veriyordu. Milli bir kalkınma seferberliği, milli bir heyecan dalgası yaratmak yerine elde olanın da yitip gittiği; kendi vefâkâr insanlarının bile küstürüldüğü, gerçek Beşiktaşlılar yerine sonradan Beşiktaşlı olmalara pirim verildiği ve takımın şampiyon etiketini almasına rağmen ruhunu kaybettiği bir sürece girildi.

Değerli Beşiktaşlılar!

Öteden beri Beşiktaşlılar’ın soğuk bir devlet yüzü taşıdıklarını, hatta “derin devlet”le bağlantıları olduğunu hissetmişimdir. Dikkat ediniz, diğer iki büyüklerden biri aristokrasi takımı ise, diğeri burjuvazi takımıdır. Bu tabir “cuk” diye oturmuştur. Beşiktaşlıların centilmen, ciddi, devlet zengini, makam sahibi, sorumluluk bilinci yüksek insanlar olduklarına kuşku yok. Başkanlarımız tüm bıyıklıları peşlerine takmalarına rağmen bıyıksız ve ifadesiz bir yüze sahiptirler. Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Genel Başkanımız, sayın Meclis başkanımız, sayın Başbakan yardımcımız, sayın İstihbarat başkanımız, sayın generalimiz, sayın… hep ortak paydada buluşan devlet adamı kimlikli ama metafizik ürpertisi bulunmayan şahsiyetlerden ibarettir.

Yoksa ben de öyle miyim? Ben de kimi zaman “derin devlet” endişelerine hak vermedim değildir. Ben de “ulusal birlik ve kızılelma sevdalısı” olması gereken biriyim. Benim de ailem yüzyıllardır bu toprakların eskimez pörsümez mesuliyetini taşımıştır. Benim sonradan görme burjuvaziye, sonradan aparma aristokrasiye pirim vermem mümkün değildir. Benim de Beşiktaş’lılığımın sağlam bir ideolojik ve genotipik zemine dayandığına kuşku yoktur. Benim liboş, ithal İslamcı, sonradan görme Türkçü olmaklığım mevzubahis edilemez; asırlardır Türk, Müslüman ve toplumcu karakterim bu üçlü sacayağını bu toprakların ruhu olarak genlerine bile yansıtmıştır.

Evet, ben de değişmez Beşiktaşlıyım; bütün 28 Şubatçı sapmalara, bütün İslamsız Ulusal birlik kurgularına, bütün liboşlaşma potansiyeline rağmen Beşiktaşlıyım ve benim Beşiktaş’lılığım ne kulübün başkanlarının görev fırsatlarına benzer, ne de Beşiktaş Şeref tribününe bedava oturmak isteyen ama futboldan anlamayan devleti arkalarına alıp delikanlılık taslayanlara…

Başına çuval geçirilmesine rıza gösterenlerin dışarıda kuzu, içeride aslan kesilmesine hiç ama hiç aldırış etmem. Süreyya Ayhan’ın daha ülkede kimse adını bilmezken tek başına gidip Kanada’da aldığı başarıyı dünya şampiyonluğundan önemli addeden ve böylesi bir kahraman olma hasletini alkışlayan biri olarak diyorum ki, 28 Şubat’ta da herkes kaçacak delik ararken dönemin yakışıklı jönü Çevik Bir’i ilk kızdıran yine Flash TV’de yaptığım konuşma oldu ve gerçek Beşiktaşlılığın, gerçek ulusal birlik çağrısının, Kızılelmamızı çürüten global statükonun ipliğinin pazara çıkarıldığı bir konuşma olarak bütün takım üzerime kurgulandı.

Hem nasıl olur da Süreyya Ayhan’ı, yanlış ilişki içinde olan bu bayanı böyle göklere çıkartırdım? Hem nasıl olurdu da, şanlı kuvvetlerimizi post-modern bir darbe yapmağa hazırlanmakla suçlardım, hem nasıl olurdu da, Türkiye korkak, korkularının esiri diye Türklüğe hakaret ederdim? O sırada Gülben, İbo, Ferdi Tayfur arabesk dünyasından çıkamayanlar Beşiktaş’ın da marşının yanlış bestelenmesine sebep oldular.

Bir Paşa, hakkımda savcılığa suç duyurusunda bulundu ve benim hem Türk milletine hakaretten, hem de orduyu darbeci göstermekten ceza almamı bir emir(!)le mahkemelere tebliğ etti. Şimdi görülüyor ki, 28 Şubat ile başka bir takımı şampiyonluğa hazırlayan Beşiktaşlılar aynı gece kulüplerinde eğleniyorlar, aynı VİP salonlarından istifade ediyorlar, aynı uçakla gidip geliyorlar, aynı TV kanallarında geyik muhabbetlerini, yağlı kazık diskurlarını magazinsel olarak halkın eğlence kültürüne katıyorlar. Beşiktaş da nasıl olsa artık şampiyonuz diye içerde yarattığı kriz senaryosunu dışarıya taşıyamıyor. Takımın gücü içeriye yetiyor. Konyaspor’a, Diyarbakırspor’a, İstanbulspor’a, ya da Siirt Köy Hizmetleri’ne… Oysa takımın dışarısı için de kriz yönetimine ihtiyacı var.

28 Şubat sürecinde kriz yönetim merkezi tanıtımında açıkça müşahede edildiği gibi, “Krizi yükselten şartlar”, “Krizi indiren şartlar” başlığı altında krizin tamamen yaratılan bir süreç olduğu, simülasyon olduğu anlaşılmıştır. Kriz sebepleri olarak takdim edilenlerin tamamen bir senaryonun parçaları olduğu anlaşılmıştır. Kriz eğer milli ve içerde hazırlanmış bir plan olsa yine gam değil. Fakat görüldü ki, dışarıdan bir tezgah, içerde bütün takımları kafa kafaya tokuşturarak bu arada sahte bir Beşiktaşlılıkla dışarıda şampiyonluğa erişmeyi artık mümkün kılmama planını devreye sokmuştur.

Dikkat ederseniz global takımlar her maç için ayrı bir kriz yönetimi kuruyorlar. Ve her maç için ayrı ayrı kurgulanan kriz yönetimleri arkaplanda ortak bir kriz yönetimine sahip. İngilizlerin Türkiye maçı için giriştikleri kampanya ile ABD-İngiliz ve İsrail üçgeninde çağdaş evangelistlerin, Global Anglo-Sakson-Yahudi çetenin Irak üzerine giriştiği kampanya paralellik arzetmektedir. Hani nerede kimyasal silahlar, hani nerede savaş öncesinde dünya kamuoyunu oyalayan suç unsurları, bağlantılar? Dikkat ederseniz, artık irtica tehdidi ve onun karşısında siyasetin kurgulanması diye bir süreç yaşanmıyor.

Oysa bugün iyi kurgulanmış bir kriz yönetimine her zamankinden fazla ihtiyaç var. ABD nasıl savaş öncesi dünyayı Irak’a müdahale için hazırladıysa, bizim de PKK-Kadek ve oradaki “Caşh”larla ilişkisini ve Türkiye’ye yönelik yeni planları olduğu noktasında dünya kamuoyunu hazırlamamız ve akabinde müdahale için fırsat kollamamız lazımdır. O zaman Osmanlı’ya atfedilen “vatan telakkileri” bir anlam kazanır. Yoksa ABD askerinin zorda kalması yüzünden birkaç milyar dolar kredi için jandarmalık görevine soyunmanın tarihi mirasımızla hiçbir alakası yoktur.

Beşiktaş artık dışarıda yapacağı maçlar için yeni kriz yönetimleri kurmalıdır. Dışarıda hiçbir başarıya imza atamamış takımın, içeride gariban takımları yenmesinden dolayı alınacak hiçbir haz yoktur artık. Yani milliyetçiliğin globalizme karşı müdafaası yolunda yapılacak hiçbir çaba; köylü, yerel ve alışageldik işlerden olmamalıdır. Eğer bir Beşiktaş ruhu icabediyorsa bu sıkışmanın, çaresizliğin, basit bir fırsatçılığın ulusal birlik ya da kızılelma lakırdısı olamaz. Beşiktaşlıların üçlü sacayağı tamam olmalıdır. Millet bin yıllık terkibiyle doğru zemin, doğru terkip, doğru eylem planında gerçek bir milli iradeye kanatlandırılmalıdır.

Artık Beşiktaş’ın nasıl kurtulacağı meselesi vatanın yahut milletin nasıl kurtulacağı meselesi ile yakından ilgiliydi. Galip Ağabeyin 1981 ihtilal döneminde yazdığı yazıdan başlayarak peşpeşe kritik dönemlerde yazılan yazılar bir literatür oluşturmuştu. Dr. Mehmet Güneş’in yazısından sonra altıncı yazıyı yazmak da bize düşmüştü:

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR 6:

FENER ŞAMPİYON*

*)Bu başlığı attığımızda Fener havası vardı. artık burjuvazinin sembolü yerine aristokrasinin Galatasaray kulübü daha şampiyonlukta ısrarlı gözüküyor.

 

Rahmetli Galip Ağabey bir Fener’li olmasına rağmen Beşiktaş Nasıl Kurtulur diye bir yazı kaleme almıştı 12 Eylül’ün o arakesit ikliminde. Bu mazmun daha sonra giderek bütün Milliyetçilerin söylemlerinin her arakesit iklimi tebelleş olduğunda sarıldığı bir mazmun oldu.

Benim bu başlıkla yayınlanmış beş yazım da yine bu edebî şifrenin tedailerine sarılmış yazılardı. Umulur ki, Beşiktaşlılar buradan kendilerine, kulüplerine, oyuncularına ait dersler çıkarırlar.

Yine hüsran yine hüsran…

Son haftalardaki Beşiktaş takımının içine düştüğü psikolojik baskı ve kendi kendini bitirme, kendi ayak sesinden ürkerek kendine çelme takma vasfı ya da alışkanlığı, yeniden bu mazmun etrafında düşünmemiz gerektiğini hatırlattı.

Rakibi Fenerbahçe’yi onbir puan önde takip eden Beşiktaş, sonunda muradına erdi ve bu takip etme alışkanlığını perçinleyerek onbir puan farkın kapanmasına sebep oldu ve izlemeyi rakamlarla da anlamlı hâle getirdi.

Öyle ya Beşiktaşlılar mutlaka birilerinin enselerinde olmalı idiler. Kendi enselerinde bir nefesle huzur bulamazlardı. Birilerinin onları takip etmesi onları rahatsız ederdi. Onlar hep takip etmeğe, birilerinin enselerinde boza pişirmeye alışmışlardı.

Yani kendinden menkul bir hareket ve felsefe ortaya koyamazlardı. Doktrinleri anti-komünizm, anti-fener, anti-galata, anti-liberalizm vb. söylemle hayat bulabilirdi. Reaksiyoner hareket olduklarını itiraf edenler bile vardı. “Aksiyoner olmamız gerek, hareketimiz ne şuna karşı, ne buna karşıdır; Türk milliyetçiliği –affedersiniz- Beşiktaşlılık ruhu şu doktrin bitince bitecek, şu takım ligden düşünce düşecek bir takımın ruhu değildir” diyenlere, “bu takım ruhumuzu yeterince kavramamış, böyle yeni şeyler söyleyenler başımızı belâya sokabilirler” şeklinde iç geçirerek derinden derine şikâyetçi olanlar çok daha taraftar kimliğini tebarüz ettirmişlerdir.

Harekete sonradan katılanlarla hiçbir rahatsızlığımız olmamasına rağmen, hatta onların 57. Hükümette bakan, genel müdür, kurul üyesi –affedersiniz, geçen lig maratonunda- antrenör, kulüp başkanı, sözcü, masör, malzemeci olmasına bile tahammül etmemize rağmen; kırk yıldır uğruna baş koyduğumuz Beşiktaş ruhunu da biçimlemeye kalkmaları, bu takımın anlayışında olmayan teslimiyetçiliği, hedef karıştırmayı, hakemlerin analarını sahaya sokmayı, başka takım oyuncularına kabahat bulmayı sanki bir dâvâ ritüeli olarak harekete katmaları, takımın yüz yıllık aslî kimliğini bidatlerle biçimlemeleri vicdanımızı rahatsız etmiştir.

Yüzde onsekizbuçukluk pardon onbir puan önde oluş gerçekte en üst zirve olarak anlaşılmamalı; ne oldum dememeli ve bu başarının ancak ve ancak yeni ülküler ve yeni vazifeler için daha büyük başarılara imza atmak için; Türkiye’yi dışarıdaki maçlarda UEFA’da Şampiyonlar Liginde temsil etmek için, Avrasya’da, AB’de, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da önünü açmak için, bütün küskün Beşiktaşlıları toparlamak ve o da yetmez bütün centilmen futbolseverleri kulübe kazandırmak için limit kabul edilmeliydi.

Sanki padişah olmuşlar, sanki başbuğ olmuşlar, sanki Fatih olmuşlar gibi atını denize sürmeden elde olanı zirve sayıp bir mirasyedi gibi her şeyi bir anda, bir sezonda yitiriverdiler.

Ben sadece bir Beşiktaşlıyım ve Fenerli olduğu halde Beşiktaş’ın kaderine hükmedenlerden değilim. Veya Beşiktaş’tan nema-lananlardan da, o kimliğin ardında binbir dalga dümen çevirenlerden de değilim. Beşiktaş kulübü başkanından daha Beşiktaşlıyım. Beşiktaş’ın maçlarına gitmiyorum, neden? Çünkü maç boyunca ne dediğini bilmeyen taraftarlardan da değilim. Onların gerçekte Beşiktaş’ı bilmedikleri halde, onun ruhuna sahip olmadıkları halde psikolojik rahatsızlıklarını, sıkıntılarını sahaya boşaltmak isteyen lümpen proletarya olduklarını; de-şarj olmak için tribünleri işgal ettiklerini de biliyorum.

Fener, global çözümlemeyi, ideolojik dönüşümü, iktisadî-sınıfsal statü sentezini, pratik-politik atraksiyonları becerebildiği için bekledi bekledi; konjonktürden yararlandı ve iktidara koştu. Beşiktaş’ın açtığı alanı doldurdu. Beşiktaş’ın zaaflarından istifade etti. Beşiktaş iktidar olabileceği halde, eksi ezilmişlik psikolojisi ve ruh çöküntüsüyle; içinde hiçbir aristokrat tutum ve kişi barındırmadığından, ayrıca son zamanlarda hep lümpen proletaryanın, küçük burjuvazinin ayak oyunlarına aldandığı için önündeki yeni fırsatları misyon ve vizyon açılımı yapamayarak kaçırdı.

Tabii ki, bu değerlendirmemin MHP genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin Beşiktaşlı, AKP genel Başkanı Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın da Fenerbahçeli olmasıyla sadece “tevafuk” yönünden bir ilişkisi olabilir. Gerçekte Bahçeli Fener’li, Erdoğan da Beşiktaş’lı olabilirdi. Onları büyüdükleri mahalle muhiti bugünkü kulüplerine sürüklemiştir o kadar… Bahçeli’nin 3 Kasım ilanıyla, geçen hükümet dönemindeki iyi niyetinden ve efendi kişiliğinden dolayı tahammül ettiklerinden ortaya bir zaaf çıktığı ve bu fırsatı iyi değerlendiren yeni global sentezin Erdoğan iktidarını hazırladığı gün gibi âşikâr… Bundan elbette ki saf Fenerlilerin ve Beşiktaşlıların bir suçu yoktur. Fakat şu var ki, Fenerbahçe yatıp kalkıp Beşiktaş’a –bugünkü Beşiktaş’a- dua etmelidir. Şampiyonluğa bu kadar yaklaşmalarında onların payı çoktur. Bir de tabii ki 28 Şubat’a… Yakında federasyondan bazı kişilerin Fener şampiyonluğunda parmağı olduğu ortaya çıkacak; ya da kimi 28 Şubat paşalarının şimdiki iktidar sürecine yanaştıklarını veya başından beri ortak olduklarını göreceksiniz.

12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri döneminde Beşiktaş mazmununun Türkiye ve milliyetçilik kavramlarını remzetmesi, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın da Türkiye iktidarlarının bir cephesini temsil etmesi, Bahçeli’den Erdoğan’a, MİT’ten Genelkurmay’a, burjuvazi ve aristokrasi havassından derin devlet heveslilerine, iş-spor-medya-siyaset karesinde yer alan bütün şekil ve renklerin ihtiva ettiği her şey aslında spor, iletişim, iş ve siyaset kavramlarının ne kadar iç içe olduğunun kanıtıdır.

Gerçekte futbol, eski çağların stadyum gösterileri yerine ikame olmuş kitlesel bir varoluş hikâyesidir. İktidarların stadyum gösterilerine bigane kalması nasıl mümkün olabilir ki?..

Kitlelerin iki dudağı arasındaki “öldür” sözleriyle tiranın iki dudağı arasında şüphesiz derin bir regresyon ve korelasyon var.

Faul yapmak, ofsayta düşmek, topu taca atmak, baraj kurmak, barajı aşmak, direkten dönmek, sağ bek iken sol açık oynamak vb terimlerle bir takım şarkıların; mesela “beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda” gibi şarkıların hem futbol maçlarında hem siyasi parti mitinglerinde okunması futbol ile siyaset arasındaki yakın bağı göstermiyor mu?

Üç büyüklerin ve zaman zaman dördüncü kuvvet olarak bir Anadolu takımının Trabzonspor, Gençlerbirliği, Gaziantep veya Sivasspor’un temsil ettikleri sınıfsal, ideolojik veya duyusal kavram çerçevesi zaman zaman tam anlamıyla temel farklılaşmalar üzerine oturmakta; zaman zaman da bütün bu takımlar ve taşıdıkları değerler birbiriyle örtüşmektedir.

Hemen bütün takımların tribünlerinde “şehitler ölmez-vatan bölünmez” pankartlarının olması böylesi örtüşmeler için örnektir. Zaten siyasi partilerin de hemen hemen programlarının, hal çarelerinin, seçim bildirgelerinin neredeyse tıpatıp birbirine benzemesi boşuna değildir.

Fakat yine de bazı takımların tedai ettirdikleri ile üzerinde ısrarla durdukları konular itibariyle ayrıştıkları malumdur. Bu anlamda Beşiktaş’ın milliyetçiliği temsil etmesi, futbol dışında da bazı aşkın felsefe ve konularla ilgilenmesi anlaşılabilir.

Öncelikle ne yapılmalıdır:

  1. Eve dönülmeli, evin yabancılaştığımız her şeyi yeniden gözden geçirilmelidir. Korunması gerekenler korunmalı, temizlenmesi gerekenler temizlenmeli, atılması gerekenler atılmalıdır. Eşyanın, tabii ki önce bizim olan eşyanın künhüne varabilmeliyiz.
  2. Evdeki bugüne kadar olan yaşantımızı gözden geçirmeliyiz. Evi, insanlarını, toplumsal hayatını, tarihini, değerlerini, huzurunu, problemlerini her şeyini yeniden yakınen kavramalıyız.
  3. Evin çalışma odasını, kütüphanesini, çilehanesini hazırlamalıyız.
  4. Kendimizi belki kısa, belki de çok uzun bir süre için hazırlamalıyız. Yeniden doğuş için içe doğru derinliği yakalamalıyız; inzivamızı çevreden merkeze – merkezden muhite doğru gel-gitlerle hep derin bir yaratış içinde mukavim kılmalıyız.
  5. “Ben kimim ve bu hal neyin nesi” sorusuna önce benliğimizde sonra merkezden muhite sürekli sormalıyız.
  6. Veri tabanı oluşturmalıyız. Elde somut bilgiler yoksa iddiaların hiçbir anlamı yoktur.
  7. İmkânlar ve sınırlılıkları belirlemeliyiz
  8. Bilgiyi derlemeliyiz. Bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olunamaz. Küçük bir tez hazırlarken dahi konu ile ilgili olarak daha önceki çalışmalar ve kaynaklar tesbit edilir ve hıfzedilir.
  9. Sonra bir çalışma programı hazırlanmalıdır. Bunun iki aşaması olacaktır:
  10. Zihinsel model hazırlama
  11. Matematiksel model hazırlama
  12. İdeoloji-strateji ve eylem planı bütünlüğü tahlil edilmelidir.
  13. Kavramsal ve kurumsal bütünlük gözden geçirilmelidir.
  14. Eylem Planı hazırlanmalı ve uygulama programı takip edilmelidir.

 

Bu aşamalar hemen her konuda, bizi ilgilendiren her sahada içerden dışarıya, merkezden muhite; dışarıdan içeriye, muhitten merkeze sürekli denetlenmeli; beyin, kalp ve uzuvlar arasında koordinasyon hizmetleri sürekli kılınmalıdır. Zamanın, mekânın ve eşyanın bizle olan ilgisi de bütün konuların bu program devinimleriyle at başı ele alınmalı; sonra hemen tamamının doğru tahlil ve terbiyesiyle ortaya çıkacak sibernetik kurgusu hazmedilmelidir. Nefsin bu müthiş kontrolü kişiyi aşkın bir felsefeye eriştirecek ve etraftaki bütün dikeyleri yatay hale getirmesine yardım edecektir.

 

FUTBOL KULÜPLERİ İLE SİYASET ARASINDAKİ BENZERLİK

Futbol kulüpleri bir kısım medyamenler ve yine medya maydanozu olan adı sanatçıya çıkmışlar için atlama tahtası yapılıyor. Nasıl ki kimi bezirganlar partileri atlama tahtası yapıyor; kulüplerde de gerçekte kulübün ruhuna, mayasına sahip olmayanlar illa ki üç büyük kulüpten birinde önemli bir şahsiyetmiş gibi gezinecek ve kendine bir itibar kapısı aralayacaktır.

Partileri atlama tahtası yapanlar

Max Weber, 12 Eylül’den önce keşfettiğimiz ve o zaman da önümüzü açan bir siyaset bilimci ve sosyolog. Sanıyorum şimdilerde yeniden hatırlanmayı hak ediyor. Alman ve Amerikan toplumlarındaki siyasetçinin mesleği üzerine yaptığı gezintileri Türkiye siyasetine de yakıştırmak mümkün olabiliyor çoğunlukla…

Weber’e göre, siyaset yapmanın iki yolu vardır. Ya siyaset için yaşanır ya da siyasetin sırtından yaşanır. Siyaset için yaşayan kişi onu terimin en geniş anlamında yaşamanın amacı durumuna getirir; çünkü hem iktidarı elde bulundurmakta bir doyum yolu bulur hem de bu etkinlik ona ruhsal dinginliğini bulmak ve hayatına anlam kazandıran bir “ülkü”ye hizmet ederek kişisel değerini ortaya koymak imkânı sağlar. Bir ülkü için yaşayan her ciddî insan bu derin anlamdan ötürü bir bakıma bu ülkü sayesinde yaşamaktadır.

Siyasetin sırtından yaşayan meslekten siyaset adamı tam anlamıyla bir “arpalık”çıdan ya da ödenekli memurdan başka bir şey olamaz.

Meslekten siyasetçi ile ülkü için siyaset arasında kesin bir mizan şaşkınlığı yaşamaktayız. Ülkü için siyaseti kenarda bekleşenlerin birşeyler kapma hayalleri ve yarışı olarak tavsif etmek de var; meslek olarak siyaseti siyaset için aranan asgari doğru/namus/bilgi/tecrübe olarak da tayin etmek var. Ama ülküyü ve mesleği kendi açımızdan Weber’in kavramlarının ötesine taşımamız her zaman kabildir. Burada tevil hazinesine yani hermonotiğe başvurmak ve yeni açılımlar edinmek mümkünse de Weber’in Amerikan siyasetinde ürettiği kavramlarla bile Türkiye siyasetine yorumlar getirebiliriz yine de…

Emisyon Hacmi

Partiyi atlama tahtası kabul eden siyasetçi, giderek partiyi bir şirket gibi görmeye ve yönetmeğe/hizmet görmeğe başlar. Parti reisi çete reisi gibi arpalıkları ve bu arada devlet yönetimine bulaştıklarında devlet makamlarını da yandaşlarına dağıtmağa, hizmetlerinin karşılığını vermeğe başlar.

Siyaseti bir ülkü için, bir yaşama biçimi olarak yapanlarla siyasetten geçinenler arasında çoğu zaman net bir ayırım yapmak mümkün değildir. Genellikle toprak ağalarının gelir bakımından ekonomik bağımsızlıklarını elde etmiş oldukları varsayıldığından ülkü için siyaset yapanlar arasında daha sağlam yerleri olduğu düşünülür. Ekonomik hayatın kıyısında pastadan pay almak için bekleşenler daha çok siyasete soyunurlar. Toplumsal ve iktisadi bir düzenin sürdürülmesinde yararı olanlara göre, henüz bundan yarar umamayanlar arasında bir ilişkiler ağıdır çoğu zaman siyaset…

Bugün en düşük gelir düzeyine sahip olanlarla statükoyu sürdürmeğe çalışanların zaman zaman siyaset yapmada buluştuklarını ve aynı yere kilitlendiklerini görüyoruz. Statüko, kenarda bekleşenlerin niyetlerini sezinleyip değişimin kendilerini daha fazla acıtmaması için pastanın bir ucundan onlara tattırmaya ve statükodaki yerlerini böylece yeni talepkârlar nezdinde sağlamlaştırmağa çabalamaktadır.

Bunda da çoğu zaman başarılı olmaktadır.

Bir tür emisyon işlevi sürdürülmektedir yani…

 

 Sıkı-samimi-reel ilişkiler

Prenslerin yani aristokrasinin veya feodalizmin emrindeki bir hizmetli, ama entelektüel bir hizmetli olan burjuvazi ve siyasetçi okumuş çocuklar giderek iktidar sarmalında daha işlevsel bir yer edinmeğe başladılar.

Bugün ise siyasetin kullanılma alanlarında ve çürümenin boyutlarında çeşitlenmeler var.

Askerlerin emekli olduktan sonra kimi şirketlerin yönetim kurullarında görev almaları sistemi çürüten belli başlı gelişmelerden biridir. Bir başka gelişme ise, entellektüellerin seviye ölçerlerinin bulunmamasıdır. Bunlardan bazıları yeni medya yapılanmalarında herhangi bir yetenek tahliline maruz kalmadan çok kolay köşe-başları edinivermişler ve zaten elde ettikleri layık olduklarından ötürü kendilerine bahşedilmediğinden işadamı, siyasetçi arasındaki ilişkilerden nemalanan kumpasın faktörleri arasına dühul edilmişlerdir.

Üçüncü kokuşmuşluk müsebbibleri arasında sayılabilecek bir gelişme de ülkü için siyaset ile meslek olarak siyaset arasında partilerin bir ilişkiler ve değerler sistemi ve bütünlüğü getirememiş olmasıdır. Partileri atlama tahtası olarak kullananlar, fırsatçı işadamları, sonradan görme medyamen ve patron tafralılarla daha sıkı-samimi-reel ilişkiler kurmuşlardır.

Ülkü ve siyasetin bizzat yaşama biçimi öğütleyen damarı hep bu reel ilişkiler ağına ram edilmiştir. Sonradan görmelerin estetik düzeyleri(düzeysizlikleri) de bütün bu ilişkiler ağının damarlarını, ilmiklerini çürütmüş, seviyesizleştirmiş, kişiliksizleştirmiş ve böylece ülkü denen nazlı gelin koyundan koyuna gezen bir orospu olmuştur.

Gerçekte sonradan görmelerle ucuz medyamenlerin siyaseti atlama tahtası yapanlara minnet borcu vardır ve bu yüzden kendilerinden daha seviyesiz bu yeni siyasetçi tipine her an şükranlarını sunarlar ve onların seviyelerini gözboyacılıkla gizlemeği başarırlar.

Ülküsü olanın veya meslek olarak siyaseti kendi tarihsel anlamı içinde yürütmeğe çalışanın bu tezgâhta sadece sanal bir “ad” yaşatmaktan öte ne anlamı olabilir?

 

Kızıl Elma

Yeni Osmanlıların Osmanlıcı milliyetçiliğinden sonra, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra Ziya Gökalp’in de başını çektiği ikinci neslin milliyetçiliği artık Türkçülük üstüne bina ediliyor ve Turancılık şeklinde tebellür eden coğrafya ideası da özellikle Türk dünyasından gelen aydınların İstanbul’daki Türkçü hareketle buluşması ve modern ordunun kumandasının da İttihat Terakki’ye ve başta Enver Paşa’ya geçmesiyle birlikte Osmanlı Devleti tehlikeli bir maceraya doğru yöneliyordu. Muhayyel bir vatan etrafında artık bugününü yitirmeğe başlayan aydınlar kendilerini kanatlandıracak ufuk turları yakaladıklarını sanıyorlardı. Günümüzde de kimi milliyetçilerin bir zaman Avrupa Birliği’ni yeni Kızılelma hedefi olarak açıklamaları, o olmadı Türk Dünyası Ortak Pazarı idealini ortaya koymaları o zamandan kalan kültürel mirasın bir yansımasından ibarettir.

Türkçülük ve Turancılık hareketinin bu hedeflerini edebiyatta açıklayan anahtar kavramlardan en başta geleni Kızılelma’dır.

Kuzey Afrika’dan o kadar yorgunluğa rağmen eli boş dönen devlet, hemen ardından Balkanlarda yoğun bir milliyetçilik faaliyetleri ve isyanlarla karşılaştı. 1911-12 Balkan bozgunu koca imparatorluğun artık ciddi olarak çökme tehlikesiyle başbaşa olduğunu gösterdi.

Buna rağmen Ziya Gökalp 1914’de Kızılelma şiirini yazar. Şiirde bir genç, bir molladan rüyâsının tâbirini istemektedir:

“Lütfedip derdime verin şifâyı

Anlatınız bana Kızılelma’yı

Bu mev’ut ülke, bu tatlı yurda

Vasıl olmak için hep bu uğurda

Yüzlerce defalar Türklük kaynadı

Hind’i, Çin’i, Mısır’ı, Rûm’u kapladı

Bütün paytahtlara, en son çitlere

Gitti, fakat aslâ bu meçhul yere

 

Madem ki Müsemması Var…

Kızılelma meçhul bir yerdir. Hind midir, Çin midir, Mısır mıdır, Rum mudur? Ceddimiz buralara dayanmıştır da acaba gerçekten Kızılelma, buraları mıdır?

Ziya Gökalp’den üç yıl sonra ünlü hikâyecimiz Ömer Seyfeddin de Kızıl Elma Neresi adındaki hikayesini yazar. Orada da Kanuni Sultan Süleyman’ı konuşturarak; “Kızılelma, Kızılelma… Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Kanuni düşündü.

-Kızılelma neresiydi?”

Divan’ı toplar ve orada da sorar. Kimine göre Çin’dir, Maçin’dir; kimine göre, Viyana, kimine göre Hindistan. Ya da Kadağının arkası…

Gökalp:

“Sormaksızın pirden bu acayip sırrı

Dedi: Müsemmâdır, geçti esmâya” derken, Ömer Seyfeddin de hikayesinde; “bu bir hayâl olamaz; madem ki halk söylüyor, öyleyse müsemmâsı var” diye yazar.

Madem ki müsemması var, sayın Erdoğan bu ortak akla oynayarak Türkiye siyasetini tamamiyle kendine odaklamış durumdadır. Bu saatten sonra bütün milliyetçi, bütün Atatürkçü, bütün sosyalist ve bütün derin unsurlar bu yolda destek olmak durumundadırlar.

 

Corcinos

Ah Beşiktaş! Yine yaktın bizi! Yine içerde kartal kesilmene rağmen dışarıda karga gibi oldun. Öteden beri Şampiyonlar liginde ve UEFA’da dikiş tutturamıyordun; ama bu sefer ümitlenmiştik. Bu sefer Beşiktaş’ımız şeytanın bacağını kıracak ve Şampiyonlar Ligi’ne iyi bir başlangıç yapacaktı. Böyle düşündük. Büyük ümitlerle seyretmeğe başladık Lazio maçını. Fakat daha ilk dakikadan itibaren yenilgiye teşne havasını kokladık.

İlk dakikalardan itibaren o bildik kompleks yine takımın bütününü sarmalamıştı. Sadece takım mı, teknik sorumlu mu; bütün Beşiktaş, seyircisiyle birlikte yenilgiyi kanıksamış gibi oturuyor, hiç tezahürat yapmıyor; adeta bundan başkaca bir kaderi olmadığına da inanmış gözüküyordu. Seyirciyi, kendi elleriyle takım psikolojisini sahaya yansıtamayacak, ajitasyonunu oyunculara aktaramayacak yerleşme pozisyonuna sokan, tribünleri saçma bir modernizm tutkusuyla etkisizleştiren yönetime ne demeliydi?
Velhasıl Beşiktaş yönetimi, antrönörü, oyuncuları ve seyircisi hep beraber başına giydirilen çuvalı hazmetmiş görünüyor. Başına çuval geçirilen ve ölümü göze alamayan herhangi bir ordunun akıbeti gibi Beşiktaş da daha savaş başlamadan mağlubiyete konsantre olmuşa benziyor.

Oysa savaşçı ruhunu yitirirse, maçın doksan dakika, hatta uzatmalarla doksan artı dört, beş olduğunu unutursa bir takım ne yapabilir? Yenilgiye “Yarabbi şükür! hiç olmazsa rezil olmadık” şeklinde bir tevekkül ile cevap verilebilir mi? Karşıdaki takımın Batı’nın en iyi takımlarından olduğunu bilen bir yönetim, oyuncu, teknik sorumlu ve seyirci ortak bir savaş stratejisi inşa etmeli değiller miydi? Bir kriz yönetim merkezi kurulmalı değil miydi? Bu kriz psikolojik harp ile donanmalı, akabinde ve detayında diplomatik bir sıkıştırma süreci de hazırlanmalı değil miydi?

Rahmetli Galip Ağabey “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” yazısını yazdığı sırada 12 Eylül ihtilali ülkeyi bilinen cendereye sokmuştu. Vatanseverler kendi vatanlarında tutuklu idiler. İnsanımız kendi vatanında hürriyetten mahrum idi. Kendi vatanını sevmek suçtu, kendi vatanı için ölümü göze almak ayıptı. “Kendi vatanında parya” tabiri en çok da o süreçte anlam buluyordu. Galip Ağabey bütün milliyetçilerin içeri tıkıldığı zaman Beşiktaş mazmununa sarılıp “Beşiktaş nasıl kurtulur” diye sorarken hem Beşiktaş’ın o vakitler içerde ve dışarıda perişan haline atıfta bulunuyor, hem de milletin içine düşürüldüğü zillete işaret ederek bu zilletten yine milletin azim ve kararı ile kurtulacağına dair ipuçları veriyordu.

Yıllar sonra Beşiktaş Nasıl Kurtulur-2’yi yazdığımda, Galip Ağabeyin bu mazmunu yine iş görmeğe başlamıştı. Beşiktaş gerçi eskisi kadar kötü değildi ama yine de uzun yıllar şampiyonluktan uzak, ligin ortalarında gezinen hatta düşme riski taşıyan bir takımı da değildi. Artık gelecek açısından ümitvar olmak için elimizde kimi veriler vardı. Öte yandan MHP Davası da noktalanmış, içeridekilerin ekseriyeti çıkmış ve fakat milliyetçiler için gerek a)küresel, b) ideolojik, c)iktisadi-sınıfsal, d)pratik-politik çözümleme bir türlü hayata geçirilemiyor; kimi devlete küskün, kimi eski değerlerini ve vefa anlayışlarını yitirmiş başı bozuklar güruhu halindeydi. Beşiktaş’ın nasıl kurtulacağı üzerine yaptığımız spekülasyonlarda bugünkü şampiyonluk (aynı zamanda iktidar olma) fırsatlarına gönderme yapılıyordu.

Evet, Beşiktaş şampiyon oldu ve MHP iktidar oldu. Eee… n’oldu? Vatanın hangi sorunu çözüldü? Beşiktaşlıların, onları eziklik psikolojisine garkeden hangi hastalığı tedavi edildi? Hangi geleneksel hasletlerimiz yeniden kazanıldı? Beşiktaş şampiyondu, içeride her türlü kriz yönetim merkezi başarılı oluyor, her türlü psikolojik savaşta içeriye yönelik eylem planı tutuyordu, içteki her takım Beşiktaş’tan ürküyordu. Fakat dışarıda niçin hâlâ herhangi bir başarı yoktu? Ülkenin hâlâ dış borcu günden güne artıyor, hâlâ ülkesel bir projeye imza atılamıyor, hâlâ ödemeler dengesi açığı büyümeğe devam ediyor, dışa bağımlı ekonomi neredeyse ülke kaynaklarının peşkeşinin normal bir ekonomik çözüm gibi sunulmasına fırsat veriyordu. Milli bir kalkınma seferberliği, milli bir heyecan dalgası yaratmak yerine elde olanın da yitip gittiği; kendi vefâkâr insanlarının bile küstürüldüğü, gerçek Beşiktaşlılar yerine sonradan Beşiktaşlı olmalara pirim verildiği ve takımın şampiyon etiketini almasına rağmen ruhunu kaybettiği bir sürece girildi.

Değerli Beşiktaşlılar!

Öteden beri Beşiktaşlılar’ın soğuk bir devlet yüzü taşıdıklarını, hatta “derin devlet”le bağlantıları olduğunu hissetmişimdir. Dikkat ediniz, diğer iki büyüklerden biri aristokrasi takımı ise, diğeri burjuvazi takımıdır. Bu tabir “cuk” diye oturmuştur. Beşiktaşlıların centilmen, ciddi, devlet zengini, makam sahibi, sorumluluk bilinci yüksek insanlar olduklarına kuşku yok. Başkanlarımız tüm bıyıklıları peşlerine takmalarına rağmen bıyıksız ve ifadesiz bir yüze sahiptirler. Sayın Cumhurbaşkanımız, sayın Genel Başkanımız, sayın Meclis başkanımız, sayın Başbakan yardımcımız, sayın İstihbarat başkanımız, sayın generalimiz, sayın… hep ortak paydada buluşan devlet adamı kimlikli ama metafizik ürpertisi bulunmayan şahsiyetlerden ibarettir.

Yoksa ben de öyle miyim? Ben de kimi zaman „derin devlet“ endişelerine hak vermedim değildir. Ben de „ulusal birlik ve kızılelma sevdalısı“ olması gereken biriyim. Benim de ailem yüzyıllardır bu toprakların eskimez pörsümez mesuliyetini taşımıştır. Benim sonradan görme burjuvaziye, sonradan aparma aristokrasiye pirim vermem mümkün değildir. Benim de Beşiktaş’lılığımın sağlam bir ideolojik ve genotipik zemine dayandığına kuşku yoktur. Benim liboş, ithal İslamcı, sonradan görme Türkçü olmaklığım mevzubahis edilemez; asırlardır Türk, Müslüman ve toplumcu karakterim bu üçlü sacayağını bu toprakların ruhu olarak genlerine bile yansıtmıştır.

Evet, ben de değişmez Beşiktaşlıyım; bütün 28 Şubatçı sapmalara, bütün İslamsız Ulusal birlik kurgularına, bütün liboşlaşma potansiyeline rağmen Beşiktaşlıyım ve benim Beşiktaş’lılığım ne kulübün başkanlarının görev fırsatlarına benzer, ne de Beşiktaş Şeref tribününe bedava oturmak isteyen ama futboldan anlamayan devleti arkalarına alıp delikanlılık taslayanlara…

Başına çuval geçirilmesine rıza gösterenlerin dışarıda kuzu, içeride aslan kesilmesine hiç ama hiç aldırış etmem. Süreyya Ayhan’ın daha ülkede kimse adını bilmezken tek başına gidip Kanada’da aldığı başarıyı dünya şampiyonluğundan önemli addeden ve böylesi bir kahraman olma hasletini alkışlayan biri olarak diyorum ki, 28 Şubat’ta da herkes kaçacak delik ararken dönemin yakışıklı jönü Çevik Bir’i ilk kızdıran yine Flash TV’de yaptığım konuşma oldu ve gerçek Beşiktaşlılığın, gerçek ulusal birlik çağrısının, Kızılelmamızı çürüten global statükonun ipliğinin pazara çıkarıldığı bir konuşma olarak bütün takım üzerime kurgulandı.
Hem nasıl olur da Süreyya Ayhan’ı, yanlış ilişki içinde olan bu bayanı böyle göklere çıkartırdım? Hem nasıl olurdu da, şanlı kuvvetlerimizi post-modern bir darbe yapmağa hazırlanmakla suçlardım, hem nasıl olurdu da, Türkiye korkak, korkularının esiri diye Türklüğe hakaret ederdim? O sırada Gülben, İbo, Ferdi Tayfur arabesk dünyasından çıkamayanlar Beşiktaş’ın da marşının yanlış bestelenmesine sebep oldular.

Bir Paşa, hakkımda savcılığa suç duyurusunda bulundu ve benim hem Türk milletine hakaretten, hem de orduyu darbeci göstermekten ceza almamı bir emir(!)le mahkemelere tebliğ etti. Şimdi görülüyor ki, 28 Şubat ile başka bir takımı şampiyonluğa hazırlayan Beşiktaşlılar aynı gece kulüplerinde eğleniyorlar, aynı VİP salonlarından istifade ediyorlar, aynı uçakla gidip geliyorlar, aynı TV kanallarında geyik muhabbetlerini, yağlı kazık diskurlarını magazinsel olarak halkın eğlence kültürüne katıyorlar. Beşiktaş da nasıl olsa artık şampiyonuz diye içerde yarattığı kriz senaryosunu dışarıya taşıyamıyor. Takımın gücü içeriye yetiyor. Konyaspor’a, Diyarbakırspor’a, İstanbulspor’a, ya da Siirt Köy Hizmetleri’ne… Oysa takımın dışarısı için de kriz yönetimine ihtiyacı var.

28 Şubat sürecinde kriz yönetim merkezi tanıtımında açıkça müşahede edildiği gibi, “Krizi yükselten şartlar”, “Krizi indiren şartlar” başlığı altında krizin tamamen yaratılan bir süreç olduğu, simülasyon olduğu anlaşılmıştır. Kriz sebepleri olarak takdim edilenlerin tamamen bir senaryonun parçaları olduğu anlaşılmıştır. Kriz eğer milli ve içerde hazırlanmış bir plan olsa yine gam değil. Fakat görüldü ki, dışarıdan bir tezgah, içerde bütün takımları kafa kafaya tokuşturarak bu arada sahte bir Beşiktaşlılıkla dışarıda şampiyonluğa erişmeyi artık mümkün kılmama planını devreye sokmuştur.

Dikkat ederseniz global takımlar her maç için ayrı bir kriz yönetimi kuruyorlar. Ve her maç için ayrı ayrı kurgulanan kriz yönetimleri arkaplanda ortak bir kriz yönetimine sahip. İngilizlerin Türkiye maçı için giriştikleri kampanya ile ABD-İngiliz ve İsrail üçgeninde çağdaş evangelistlerin, Global Anglo-Sakson-Yahudi çetenin Irak ve Suriye üzerine giriştiği kampanya paralellik arzetmektedir. Hani nerede kimyasal silahlar, hani nerede savaş öncesinde dünya kamuoyunu oyalayan suç unsurları, bağlantılar? Dikkat ederseniz, artık irtica tehdidi ve onun karşısında siyasetin kurgulanması diye bir süreç yaşanmıyor.

Oysa bugün iyi kurgulanmış bir kriz yönetimine her zamankinden fazla ihtiyaç var. ABD nasıl savaş öncesi dünyayı Irak’a müdahale için hazırladıysa, bizim de PKK-Kadek ve oradaki “Caşh”larla ilişkisini ve Türkiye’ye yönelik yeni planları olduğu noktasında dünya kamuoyunu hazırlamamız ve akabinde müdahale için fırsat kollamamız lazımdır. O zaman Osmanlı’ya atfedilen “vatan telakkileri” bir anlam kazanır. Yoksa ABD askerinin zorda kalması yüzünden birkaç milyar dolar kredi için jandarmalık görevine soyunmanın tarihi mirasımızla hiçbir alakası yoktur.

Beşiktaş artık dışarıda yapacağı maçlar için yeni kriz yönetimleri kurmalıdır. Dışarıda hiçbir başarıya imza atamamış takımın, içeride gariban takımları yenmesinden dolayı alınacak hiçbir haz yoktur artık. Yani milliyetçiliğin globalizme karşı müdafaası yolunda yapılacak hiçbir çaba; köylü, yerel ve alışageldik işlerden olmamalıdır. Eğer bir Beşiktaş ruhu icabediyorsa bu sıkışmanın, çaresizliğin, basit bir fırsatçılığın ulusal birlik ya da kızılelma lakırdısı olamaz. Beşiktaşlıların üçlü sacayağı tamam olmalıdır. Millet bin yıllık terkibiyle doğru zemin, doğru terkip, doğru eylem planında gerçek bir milli iradeye kanatlandırılmalıdır.

 

Dr. MEHMET GÜNEŞ’İN YAZISI:

Teşkilatçılığıyla” öne çıkan, “gençliğiyle” övünen ve “münevverleriyle” gurur duyan Beşiktaş’ın bir başka problemi de ‘organizasyon eksikliği, dinamizm noksanlığı ve münevverini motive etmedeki yetersizliği’dir… Beşiktaşlılar; mütefekkiri, münevveri, spor yazarı, akademisyeni, taraftarı, futbolcusu, teknik direktörü ve idârecisiyle kol kola girerek dinamik bir biçimde hareket edememiş, millî organizasyonlar yaparak milletin istikbâline hakim olamamış, halkı etrafında toplayamamış, suları istediği istikâmette akıtamamış, ülkenin yaralarına merhem çalamamış, Türkiye’nin gündemine hükmedememiştir…

 

Beşiktaş; Beşiktaşlı münevverlerdeki potansiyel enerjiyi, kinetik enerjiye çevirmemiş; münevverlerimiz de; beyinlerindeki enerjiyle gönüllerde küllenmiş olarak bekleyen mefkûrecilik ateşini tutuşturup kor hâline getirememiş, Türkiye ve Türk Dünyası’nı harekete geçirerek bir sinerji oluşturamamış, uykusuz gecelerini tefekkür gergefinde alınteriyle işleyememiş, medeniyetimizin yeniden ihyâsı için gerekli olan çalışmaları yeterince yapamamış, hülâsâ ne Beşiktaş, ne de Beşiktaşlı münevverler kendilerine düşen vazifeleri gerektiği gibi ifâ edememiştir… Beşiktaşlılar da “Filozofların aydınlatamadığı toplumları şarlatanlar aldatır” hükmünün doğruluğuna bir kere daha şahit olmuşlardır…

Beşiktaş’ın bugünkü hâli ne yazık ki, bir hüzzam faslıdır, bir hüsran melâlidir, bir hicran ateşidir, bir yürek yangınıdır

Artık, “El ayağa rakip, dil dudâğa muhalif olmamalı”, Beşiktaşlılar Beşiktaş’a handikap oluşturmamalıdır… “Beşiktaş’ın önündeki en büyük engelin Beşiktaşlılar” olmaması için; ‘değişmez temel değerler’ ışığında Beşiktaş’ın yeni koordinatları çizilmelidir…

Bütün bu ifâdeler muvâcehesinde netice olarak şunu söyleyebiliriz ki:

Yürekleri tutuşturarak gönüllere hitap eden bir Beşiktaş;

İnsanlığın ufkunu aydınlatmayı gâye edinen bir Beşiktaş;

Âlemşümul ülküleri hedefleyen bir Beşiktaş;

Türk-İslâm Medeniyeti’ni yeniden kurmayı amaçlayan bir Beşiktaş;

İhtirasların değil, ideâllerin takımı olan bir Beşiktaş;

Türk milliyetçiliğinin çıtasını yükselten bir Beşiktaş;

“Reaksiyon” değil, “aksiyon” kulübü olan bir Beşiktaş;

Günü kurtarmak uğruna yarınlarını rehin vermeyen bir Beşiktaş;

Sistemin yağlanmış dişlilerinden birisi” olmayan bir Beşiktaş;

Kemiyet hesapları içinde sıradanlaşıp yada sıradanlaştırılıp, keyfiyet endişesiyle de marjinalleşip veya marjinalleştirilip; etkisizleşmeyen / etkisizleştirilemeyen bir Beşiktaş;

Bir hastalık haline gelen ‘derin uykulardan’ acilen uyanan ya da behemehâl uyur-gezerlik hâline son vererek “titreyip kendine dönen” bir Beşiktaş;

Yaşanmayan bir dâvânın yaşama şansı yavaş yavaş ortadan kalkar” fehvasınca; Beşiktaşlık ruhunun ayakta tutan; sözleriyle icraatları arasında uçurumlar oluşturmayan, inançlarıyla hayat tarzları arasında tenâkuz bulunmayan, tebliğini temsil eden bir Beşiktaş;

‘Vefâ geleceğimizdir, bir yerde vefâ yoksa, orada istikbâlde mevcut değildir, vefâsızlık gösterenler, Vefâ’nın akıbetine duçar olması kaçınılmazdır’ diyen ve bunu sahaya yansıtan bir Beşiktaş;

İnançları sarsan, ahlâkı yozlaştıran, kültürü arabeskleştiren, millî değerleri dumura uğratan AB’den ve ABD’den esen küresel-emperyal rüzgârlara kapılmayan; “imânın ihyasına odaklanarak” kimliğini ve kişiliğini koruyan bir Beşiktaş;

Taşların bağlı, itlerin serbest gezdiği” globalleşen bir dünyada, küresel köy köpeklerinin kültürel bütünlüğü parçalamak ve millî hassâsiyetleri yok etmek için yaptığı saldırılar karşısında; elindeki ‘milli kültür değneğini’ daha muhkem bir hâle getirip millî hüviyetini sağlamlaştırarak Türk Milleti’ni savunan; ayrıca küreselleşmenin iletişim ve bilişim imkânlarından yararlanıp, Türk Dünyası’nın kültürel entegrasyonunu sağlayarak “Dilde, fikirde ve işde birlik” düşüncesini hayata geçiren bir Beşiktaş;

Erkek oyunu diye tesmiye olunan futbolda, erkekliği bırakıp, ürkekliğin ötesine geçip korkaklıkla nitelendirilebilecek bir taktik ve teknik benimsemeyen bir Beşiktaş;

Prim sevdasına çalışmayan, forma aşkına ter döken bir Beşiktaş;

Del Bosque gibi kerâmeti kendinden menkul teknik direktörlerin elinde hem puan, hem de taraftar kaybederek alt sıralara düşen, ortaya koyduğu oyun, aldığı netice ve sahaya yansıttığı form itibâriyle bizleri hayal kırıklığına uğratan bir Beşiktaş değil; kendi gücüne inanan, taraftarlarına güvenen, özgüvenini yitirmeyen, kararlı bir duruş sergileyen, temel değerlerinden tâviz vermeyen, hedeflerini kaybetmeyen, “kendi ayak sesinden korkmayan”, tam saha pres yapan, toplu müdafaa-toplu hücum anlayışına sahip olan, futbol anlayışı göze hoş gelen, 90 dakika efor sarfeden, oyundan düşmeyen, sahadan silinmeyen, taraftarlarını kahretmeyen, beyhûde puan kaybetmeyen ve her zaman liderliğe oynayan bir Beşiktaş;

Yeniden ihyâ ve inşâ edilerek yeşil sahalara dönmelidir…

Kara Kartallar, gözlerinin keskinliğini, pençelerinin kuvvetini, kanatlarının heybetini ve dillere destan olan cesâretini yeniden sergilemelidir…

Yıllar yılı Beşiktaş için ter dökmüş, emek vermiş, evlat vermiş, eş vermiş, kardeş vermiş, arkadaş vermiş, ömrünün baharını vermiş Beşiktaşlıların feryadına kulak verilmelidir…

Sonuç olarak şunu ifâde edelim ki, “Ölmeden mezara konulmak” istenen Beşiktaşlıların takım ruhu yeniden canlandırılmalı ve yeniden ‘Kara Kartallar dirilmelidir’…

Mâlum olduğu üzre, Eylül vurgunu yediğimiz, yetimlik ve öksüzlüğü iliklerimize kadar hissettiğimiz o çok zor günlerde Rahmetli Gâlip Edem ağabeyimiz “Beşiktaş Nasıl Kurtulur ?” yazısını o muhteşem üslûbu ve mükemmel anlatımıyla kaleme almıştı…Ah Galip Abi ah!… Aradan yıllar geçti…Turancılar cephesinde çok şey değişti… Değişmeye bir tek şey; yıllar önce söylediğin gibi: “Beşiktaş’ın en büyük meselesinin yine Beşiktaşlılar” olması…

Ah Galip Abi ah!…Yıllar önce yazdığın gibi: “…Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş’ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli berâber aşmalıdır. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman her Beşiktaşlın yüreği kanamalıdır…”

Ah Galip Abi ah!… Yıllar önce ifâde ettiğin gibi: …takımın tarihinden, zaferlerinden, gâyesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz, yöneticiliği ikinci meslek sayan, siyaset mücâdelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için…” Beşiktaş’a gelen kişilerin yönetime alınması Beşiktaş’ın son bir kaç sezondaki başarısızlıklarının en önemli âmilleri olmuştur…

Ah Galip Abi ah!…Galibiyetler serisi hâlâ bizden çok uzak…Dün olduğu gibi bugün de:

“Kâr etmez âhım, sen gülizâre,
Onulmaz işler güzelim, dilde bu yâre.
Olsam da geçmem, ben pâre pâre,
Sevmiş bulundum güzelim, gayri ne çâre.”

diyen o güzelim Kerkük türküsü duygularımızı terennüm etse de, bugünkü hâli pür melâlimizi en iyi anlatan:

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime;

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…

Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbâlime;

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…” diye seslenen bir nihavent şarkıdır…

Bu yazı vesilesiyle, Gâlip Erdem Ağabeyimizi bir kere daha rahmetle anarken, bütün “Gerçek Beşiktaşlılar”a en kalbî muhabbetlerimi ve bâkî selâmlarımı arz ediyorum

AYBARS FIRAT’IN YAZISI

Bu başlığı hatırlamış olmalısınız. Türk Milliyetçiliğinin büyük siması Galip Erdem, “Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” başlıklı yazısını, 12 Eylül ihtilali üzerine, Ülkücülerin ve MHP’nin ileri gelenlerinin toparlanıp, Mamak Cezaevine konulması ve işkencelere maruz bırakılması üzerine kaleme almıştı.

Muhtevası muhteşemdi. Hala dönüp zevkle okuduğum yazılardandır. Galip Ağabeyin o yazısı, uygulanan katı sansürü yırtarak, “fikirleri iktidarda, kendileri zindanda” olan Türk Milliyetçilerini, düştükleri ikilemden kurtarıyor ve yüreklerini serinletiyordu. (*1) Bugün, Göğe Merdiven’e bu başlığı seçmemin nedeni, milletimizin bağışıklığının, alyuvarlarının güçlendirilmesi için ne yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isteğimdir. Türkiye’de yüzde otuz beşlik bir halk gücüyle iktidara gelen AKP, kanaatimce çok kısa bir süre içinde, zaten uzun zamandır sahipsiz olan Türk Milletinin hakiki sahibi ve koruyucusu olamayacağının emarelerini göstermiştir. Türk Milletinin ne kadar sahipsiz kalacağının çok önemli bir göstergesini geçtiğimiz günlerde Kıbrıs konusunda yaşadık. Kıbrıs için bir sürü hain, eskiden beri “verip kurtulalım!” diyordu, aldırmıyorduk. Ama sonunda akıl almaz bir şey oldu; Türkler tarafından kurulan bir Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, en yüksek makamına oturmuş biri, herkesin önünde çıkıp, kanla alınmış bir vatan toprağını, düşmana geri vermekten bahsetti. Bana göre, bana göre değil, herkese göre bu, ihanet olarak görülmelidir. Binlerce yıllık tarihimizde eşi görülmeyen bu zat, eğer ihanet içinde değilse gafletin en son noktasındadır. (Mete Han zamanında böyle konuşmuş olsaydı, uçarken sas çıkartan oku çoktan kalbine yamişti.) Tayyip Erdoğan’ın Seçim öncesinde icazet aldığı makamlardan biri olan bu teklifin sahibi, kendi devrinde, aynı düşman ülkeye, altın bir tas içinde, karşılıksız, bir büyük taviz vermiş, bunu da Türk Halkına bir jest olarak takdim etmişti. Şimdi hangi ‘jest’lerle bu noktaya gelindiği daha iyi anlaşılıyor. Aslında, milletimizin gözünden hiçbir şey kaçmamaktadır. Ne yazık ki bu tür kepazeliklerle her alanda karşılaşıyoruz. Kötü olan, ihanetin de alışkanlık yapıyor olmasıdır. Sadece yöneticiler ve siyasiler açısından değil, hayatımızın her cephesinden bakalım; Türk Kültürü aşınmış, aşındırılmış, Türk Milleti ruhen ve bedenen (Alkol, sigara, uyuşturucu tüketimi ve hastalıklarda dünya sıralamasına bakıl!) zayıf düşmüştür. “Milli Kültür Düşmanları Görüşlerinin Bir Çoğunu Resmileştirmişlerdir.”(*2) Bugün, Türk Kültürüne yapılan saldırılara hiçbir karşılık verilemez olmuş, Türk Dili aır yaralar almıştır. Türk Milli Eğitimi, ders kitaplarından “Milli” kelimesini kaldıracak kadar pervasız bir Türk Düşmanlığına girmiş, “Yabancı Dille Eğitim” gibi, Afrika sömürgelerinde bile görülmeyen bir uygulama, neredeyse ana okullarımıza kadar inmiştir. Buna karşılık, açıklanan Hükümet programında, Türk Dünyası, Türkçe ve Türk Kültürüyle ilgili, ciddi manada bir düşünce ve çözüm yoktur. Hükümet, Türkiye’nin önemli meselelerini sadece ekonomik olarak görüyor, en büyük kültürel aşınmaya karşı en küçük bir tedbir düşünmüyor. Bu durumda seyirci kalınacak kültürel aşınma artarak devam edecek demektir. Mevcut aşınmada çok çeşitli iç ve dış sebeplerin yanında, milletimizin savunma gücünün, bağışıklık sisteminin, alyuvarlarının yetersiz kalmasının rolü büyük olmuştur. Bu bakımdan bugün, bana göre sorulması gereken soru “Beşiktaş Nasıl Kurtulur?” sorusu da değildir. Türk Milletinin savunma mekanizmalarının başında geldiğini düşündüğüm, bunun örneklerini de vermiş olan, ülkücülerin siyasi partilerinin son seçimlerde darmadağın olmasından da büyük bir sorunla karşı karşıyayız. “Millet sahipsiz kalmıştır.” Türkiye’deki yeni iktidarın, Türk Kültürü, Türkçe ve Türk Dünyası gibi bir meselesi olmadığı için, Türk Milletinin sahipsizliği devam edecek, millet kendi hukukunu kendisi korumak zorunda kalacaktır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Görmezden gelinen önemli bir husus şudur: Türk Milleti, sadece Türkiye toprakları üzerinde yaşayan Türklerden ibaret değildir. Türkiye’ye gözünü dikip yardım bekleyen, Altaylar’dan Baltıklar’a, Doğu Türkistan’dan Kafkaslar’a ve Tuna Boyları’na, Sibirya’dan Amerika’ya kadar uzanan bir büyük dünyadır. Turan’dır. Asya, Avrupa, Afrika Turan’ın ön yüzü, Amerika arka yüzüdür.(*3) Türk Dünyası görmezden gelinemez. Bu büyük coğrafyanın meseleleri ile hemhal olmamız, onlara önderlik etmemiz gereken bir zamanda ise maalesef sadece Türkiye’yi konuşabiliyoruz. İşte bu sebeplerle arkasında yüzde otuz beş halk gücü bulunan yeni hükümetin Türk Milletinin meselelerini kucaklayabilen bir yapıda olmadığını ve milletin sahipsizliğinin sürdüğünü, önümüzdeki beş yıl içinde de bu sahipsizliğin artarak süreceğini söylemek kehanet olmaz. Bir başka tehlike de, son seçimlerden sonra, milletin, çok iyi bir sahip seçmiş gözüktüğünden, sahipsizliğinin de farkına varamayacak olmasıdır. Türk Devlet Geleneği’ne göre, devletin düzeninde ve işleyişinde bir bozukluk olduğunda, milletin durumu kötüye gittiğinde, millet kendi kendine çözümler üretir. İlk çözümü, mevcut idarenin düzeltilmesinde arar. Aksakallarını,aşıklarını konuşturur. Uyarır. Kar etmezse, acilen kurultayın toplanması için yüksek sesle düşünmeye başlar. Sözünü ettiğimiz Kurultay, seçimlerde kaybeden milliyetçi partilerin kurultayı değildir: Turan Kurultayı’dır. Türkiye ve Türkiye dışından, Türk Milletinin geleceğini düşünen aksakalların; bilim ve devlet adamlarının, önde gelen aydınların ve önderlerin katılacağı bir kurultaydır. Bu türdeki çok önemli bir Kurultay, 1967’de yapılan 1. Milliyetçiler Büyük Kurultayı’dır. Bu Kurultay, kendisinden sonra yapılan siyasi ve kültürel bütün milliyetçi çalışmalara öncülük etmişti. Bana göre bu Kurultaydan da önemli olan bir çalışma, “10-11 Mayıs 1969’da yapılan Milliyetçiler ilmi semineri” dir. Bu seminer, iki yıl önce yapılan 1. Milliyetçiler Büyük Kurultayı’nın karar gereğince, 2. Büyük Kurultay’ a hazırlık olmak üzere, 10-11 Mayıs 1969 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenmiştir. Tertip komitesi adına 27 Nisan’da yapılan davet mektubuna, 1. Milliyetçiler Büyük Kurultayı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu imza atmıştır. Seminer’in başarıyla gerçekleştirildiğini, en azından seminer çalışmalarının ve raporlarının, aynı yıl basılmış bir kitapla kamuoyuna duyurulmuş olmasından anlıyoruz.(*4) Sonraki yıllarda Türk Milliyetçiliği Fikri’nin hızla taraftar bulması, önemli ölçüde bu gibi ilmi-fikri çalışmalar neticesinde ortaya çıkan bir gelişmedir. Bu Seminer’ in tertip komitesinde; Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Fazlı Akkaya, H. Cengiz Alpay, Nihad Sami Banarlı, A. Aydın Bolak, N. Nihat Bozkurt, Rasim Cinisli, Altan Deliorman, Doç. Dr. Muharrem Ergin, Metin Eriş, Ahmet Kabaklı, Dr. Mustafa Kafalı, İsmail Kahraman, Doç. Dr. Haluk Karamağralı, Prof. Dr. Selçuk Özçelik, Ekrem Özer, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Osman Yumak, Prof. Dr. Sabahattin Zaim bulunmaktadır. Seminere, Türkiye’de alanında tek olan birçok ünlü bilim adamı ve sanatçı (toplam 65 kişi) katılmıştır. Beş kişi de tebliğ yollayarak katılmıştır. Arif Nihat Asya’ dan Nihad Sami Banarlı’ ya, İsmail Dayı’ dan Altan Deliorman’ a, Şükrü Elçin’ den Muharrem Ergin’ e, Mustafa Necati Sepetçioğlu’ ndan Emine Işınsu’ ya, Yılmaz Öztuna’ dan Ahmet Kabaklı’ ya, Hikmet Tanyu’ dan Mustafa Kafalı’ ya, Fethi Gemuhluoğlu’ ndan Galip Erdem’ e ve isimini anmadığım birbirinden değerli isimler…Seminer, çeşitli komisyonlar halinde çalışmasını sürdürmüştür. Mesela, “İktisadi Doktrinler, Milli Gelir ve Sosyal Adalet, Sanayi Siyasetimiz, Sendika Siyasetimiz, Ortak Pazar ve Türkiye, Geri Kalmış Bölgelerin Kalkınma Politikası, Tarım Reformu, Türkiye’de Enerji Kaynakları ve Petrol, Nüfus Siyasetimiz Meseleleri” Komisyonunda; Başkan Prof. Dr. Sabahattin Zaim (Ferit Erdoğan), Komisyon Raportörü Galip Erdemdir. İştirak edenler: Özcan Bolcan, Vahit Çopuroğlu, Doç. Dr. Recep Doksat, Selahattin Erkap, İhsan Koloğlu, Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu, Kemal Lokman, Fahri Tanman, Prof. Dr. Orhan Uzunsoy, Doç. Dr. Nevzat Yalçıntaş’tır. Bu şahsiyetlerin ve eserlerinin incelenmesi, Türkiye’nin sıkıntılı bir döneminin aydınlatılması açısından çok önemlidir diye düşünüyor ve bu çalışmayı konunun uzmanlarına hatırlatarak geçiyorum. Kısaca söylemek gerekirse, Türk Milletinin sahipsizliğini aşmak amacıyla, bugün de benzer şekilde, Türk Milliyetçileri Kurultayı veya Türk Milliyetçileri İlmi Semineri tertiplenmeli ve sonuçları, Türk Milletinin istifadesine sunulmalıdır. Bu tür bir çalışmadan bölünmüş Milliyetçi Partilerin bir tek siyasi güç olarak çıkması dahi temin edilebilir. Yeter ki aklın yolu kullanılsın. Kendisinden otuz küsur sene sonra iktidara siyasi gücünü taşıyan bu türde ciddi, ilmi çalışmalar olmaz ise, Türk Milletini sahipsizliği devam edecektir. Beşiktaş, birbirimizi sevmeyle, çalışmayla ve ancak ilimle kurtulur diye düşünüyor, Galip Erdem Ağabeyi bu vesileyle rahmetle anıyorum. ___________________________________________________
(*1) Galip Erdem, Mektuplar, Beşiktaş Nasıl Kurtulur, Milli Eğitim ve Kültür Yayınları, 1.Bsk, Ankara, 1984, 122 sf. (sf. 18-21) (*2) Ocak’dan bir Sohbet: Galip Erdem: “Milli Kültür Düşmanları Görüşlerinin Bir Çoğunu Resmileştirmişlerdir.” Türk Yurdu Dergisi, Nisan 1990, c. 10, s. 32. sf. 43-46 (*3) Bu benzetme büyük Turan Şairi Ergeş Uçkun’a aittir. (*4) “Milliyetçi Türkiye’ye Doğru (10-11 Mayıs 1969’da yapılan Milliyetçiler İlmi Seminerinde varılan neticeler) İstanbul, Kültür Ocağı Genel Merkezi, 1969, 216 sf.”[email protected] >

 

SİNAN ATEŞ’İN YAZISI

Biz Her Zaman Beşiktaşlıyız!

Büyük insanların büyüklükleri her zaman vefatlarından sonra bilinmiş değerleri sonradan anlaşılmıştır. Galip ERDEM ağabey her ne kadar hayatta iken değerli bir insan olsa da vefatından sonra değeri daha da anlaşılan mümtaz bir şahsiyettir.
Galip Erdem kimdir nedir pek fazla değinmeyeceğim. Bunlara her yerde ulaşabilirsiniz. Geçenlerde bir ülkücü ağabeyimizi ziyarete gittik sohbet döndü dolaştı Galip Erdem’e geldi. Tabi biz yaş itibariyle kendisiyle tanışamadık. Bahsettiğim ağabey Galip Erdem’in yakın çevresinden, ağabeyimiz o günleri adeta yaşar gibi anlatıyor: “ Galip Ağabey ufak tefek zayıf bir adamdı, günde bir öğün yemek yerdi, çok zayıftı ama kocaman bir gönlü vardı. Cesurdu, ülkücü hareketin avukatlığı görevini gönüllü olarak üzerine almıştı.12 Eylül 1980 sonrası birçok ülküdaşımız mahpuslara atılmıştı, Galip Ağabey o dönem ihtilal komutanı Kenan Evren Paşa’ya açık bir mektup yazarak Türk Milliyetçiliği suçsa o cezaevlerine aldıklarınız kadar ben de suçluyum, ben de bir Türk Milliyetçisiyim diyerek o dönemde büyük bir cesaret örneği göstermişti. Bu davanın mahpusu olamadım bari savunucusu olayım diyerek yıllarca Ülkücü Hareketin avukatlığını yılmadan usanmadan yürüttü.Bazen hafta sonları bize gelirdi Galip Ağabey, bu bizim için büyük bir iftihar sebebiydi. Son dönemlerinde yazı yazmaya ve konferanslara katılmaya ara verdi. “Yazma ve konuşma orucu tutuyorum.” derdi. Bir defasında çok fazla ısrar ettiler ve Galip Ağabeyi bir konferans vermeye ikna ettiler. Konferansın konusu “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” idi. Konferans günü salon dolup taşmıştı. Galip Ağabey kürsüye çıktı: “Türk Milliyetçiliği’nin meselesi Türk Milliyetçileridir” dedi ve kürsüden indi. İşte böyle bir insandı: “Galip Ağabey.”

Galip Erdem 1960 yılında bir gazetede yazarlığa başladığında şu ilkeyi benimsemişti: “Burada belki inandıklarımın hepsini yazmayacağım ama inanmadıklarımı asla yazmayacağım.” O hayatı boyunca inanmadığı hiçbir şeyi yazmadı diye düşünüyorum ve inanarak ülkücülere hitaben yazmış olduğu :

“Şimdi nerelerde olduklarını, ne yaptıklarını bilmediğim delikanlılar! ‘Fetih Marşı’ şiirini çok severlerdi.”

Onlar koca yürekli, alçak gönüllü delikanlılardı. Doğru, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta” idiler. Yine de hiçbirinin Fatihlik iddiası yoktu. Sadece Allah’a iyi kulluk edebilmenin, milletine daha çok hizmet verebilmenin yarışına girmişlerdi. İlimde, fikirde ve sanatta birer “Fatihçik” adayı olmanın hayalini kurmuşlarsa, onları kim kınayabilir?
Belki de aralarından gerçek fatihler çıkacaktır, kim bilebilir ki?
Bir zamanlar o delikanlıların birçoğunu tanımıştım. Her iki dünyada da şahitlik ederim: “Oyuna ve Oynaşa” ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar.
Milletlerinin saadetini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep böyle nazlı nazlı dalgalanmasını yaşamlarının gayesi saydılar.
Mukaddesatına yabancılaşmış, güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öyle azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler. O delikanlıları bir hayli zamandır göremiyoruz. Acaba halleri nicedir!
O delikanlılardan her biri “burçlara bayrak olacak kumaştan” idiler.
Hep yükseklerde kalmayı ve hiç yere düşmemeyi çoktan hak etmişlerdi. Kıymetlerini bilemedik.
Niçin görünmüyorlar? Gücendiler mi? Aramıza bir daha dönmeyecekler mi? Eğer böyle ise kaybımız çok büyüktür.
Gün gelecek o delikanlıları yine arayacağız ama artık kolay bulamayacağız. Bizden şan istemediler, canlarını verdiler. Bizim hürriyetimiz için hürriyetlerini feda ettiler. Bizden biraz sevgi, biraz anlayış beklediler. Onu bile esirgedik.
Hep aynı soru beynimi kemiriyor: Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştaki o delikanlılar, şimdi neredeler, ne yapıyorlar? Yoksa atalarından işaret aldıkları gün yürüdüler de arkalarından kimse gitmediği için çok mu uzak düştüler?
O delikanlıların bazılarının yerini biliyorum. Ulubatlı Hasan Ağabeylerinin yanındalar.” Yazısını sizlerle paylaşarak kendisini tekrar rahmet ve minnetle anıyorum.
Galip Erdem’in en meşhur yazılarından biri de Ülkücü Hareketin Mamak Zindanlarında işkence gördüğü ve Türk Milliyetçiliği fikrinin yargılandığı yıllardadır. Beşiktaş nasıl kurtulur adlı yazısıyla o günlerde Ülkücü Harekete mesaj vermektedir. Sansürlü yıllardır ve her şey aleni bir şekilde yazılamamaktadır. Ağabeyimizde kendince böyle bir yol bulmuş ve o günlerde tam da Beşiktaş’ın durumuna benzeyen Ülkücü Hareketi böyle bir benzetmeyle yazmıştır. Biz her zaman Beşiktaşlıyız Galip Ağabey Beşiktaş ligde kalsa da, kalmasa da ikinci lige düşse de biz her zaman Beşiktaşlıyız.
Ruhun şad, mekânın cennet olsun Galip Ağabey…

SONSÖZ

Beşiktaş nasıl kurtulur başlığı aslında bugün de futbol kulübünün perişanlığı karşısında, onu bir mazmun yapacak ve Galip Ağabeyin yazdığı gibi fikriyatımızın düştüğü zilleti ifade etmesi bakımından yine kullanışlı bir kavramdır.

Özellikle son Rize maçında en güzide oyuncusunun kendi kalesine gol atması siyaseten de yaşananların bir özeti değil midir?

Rize sayısız gol fırsatı buldu, aslında maçın hakkı 2-1 ya da 1-1 değildi. Gerçekte Rize 11 – Beşiktaş 1 olma ihtimali hayli yüksek bir maç oynandı.

Konjonktür yine Beşiktaşımızı ipten alıyordu.

Skor kötü oyuna rağmen fena sayılmazdı.

Sonuçta ülkücüler iktidarın nimetlerinden yararlanmıyorlar mıydı?

Beşiktaş küresel oyunda yerel kalmasın diye bakın nasıl da yeryüzünde daha evvel benzeri yaşanmamış bir barış daveti icat etti. Amerikan futbolu oynayanlar gelip sahamızda eğri büğrü toplarını yakalamaya hamledebilirlerdi.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!