Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Yeniden Açılım Süreci Değilse Ne? Apo TBMM’nde Konuşsa Terör Durur mu?

featured

Devlet Beyin yanlış ifade ettiği terör örgütü silahı bıraksın ve Apo mecliste konuşsun saçmalığı yerine milli birlik krizini çözecek ve Türk tarih felsefesi ve bin yıllık kardeşlik mayası yeniden modern çağa adapte edilebilmelidir. Yabancı istihbarat örgütlerinin eylemlerini boşa çıkaracak olan kültürel dokumuz Türklüğü bir oluş ve üst kimlik halinde tutabilir.

22 Ekim 22024 tarihinde MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli her Salı günü grup toplantısında nasıl merakla beklenen sürprizler yapıyorsa yine öyle bir sürprizi MHP grubunda Terör Örgütü lideri bebek katili Apo’yu TBMM’de konuşma yapmaya ve örgütün silah bıraktığını açıklamaya davet etti.

ERTESİ GÜN Tusaş yani Türkiye’nin en önemli savunma sanayi tesislerinden birine büyük bir terör saldırısı gerçekleştirildi ve erkenci yorumcular Bahçeli’nin iyiniyet mesajı üstüne bu saldırının provokasyon olarak yapıldığını ileri sürebildiler. Oysa eylemciler Kuzey Irak’tan aylar öncesinden giriş yapmışlar ve buylesi büyük bir terör eylemi için hayli hazırlanmışlardı. Bir gün içinde bırakın böyle büyük bir eylemin, basit bir provokasyonun bile hazırlanması ve yerine getirilmesi uzmanlarca imkansız addedilmektedir.

MHP, sadece Devlet Bahçeli zamanında değil aslında daha önceki dönemde de Alpaslan Türkeş zamanında da devlet adına parti menfaatinin üstünde devlet çıkarlarını gözettiği intibaı veren yaklaşımlar yapmamış değildi.

Ama MHP lideri Başbuğ Türkeş genel bir milli birlik ve beraberlik yaklaşımı ortaya koyup, kültürel olarak Kürt vatandaşlarımıza birlik mesajları verse de; “Apo Meclis’te konuşsun” gibi uçuk bir açıklamayı hiçbir zaman düşünmedi.

Devlet Bahçeli’nin eski danışmanı Şükrü Alnıaçık, bilge liderinin çakışının gerekçesini kitleye açıklamaya girişti:

Devlet Bey’in Hareket Nedenleri ve Hamlesinden Çıkabilecek Sonuçlar Üzerine Bir Değerlendirme 

 MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, TBMM’nin açıldığı 1 Ekim Salı Günü DEM sıralarına doğru yürümüş ve Grup Başkan vekiliyle birlikte hazır bulunan bazı milletvekillerinin elini sıkmak suretiyle yeni bir döneme geçildiğinin işaretini vermişti. 

 Sayın Devlet Bahçeli, bugün (22 Ekim) tarihli TBMM Grup Toplantısında ise çok daha ileri bir adım attı ve PKK kurucu lideri Abdullah Öcalan’ı inisiyatif alarak; terör örgütünü tek taraflı olarak silah bıraktırmaya, PKK’yı feshetmeye davet etti. 

 Eğer bu karara rızası varsa, gelip bunu TBMM’de DEM Grup Toplantısında yapmasına MHP’nin hayır demeyeceğini, terörü bitirmek için buna bile razı olacağını kararlı bir ses tonuyla duyurdu. 

Elbette herkes ortaya konulan 22 malzemeli sebze yemeğindeki yegâne yağlı et olan “kelleye” odaklandı, ancak Devlet Bey benim tespit edebildiğim kadarıyla PKK’nın Yuğ aşına en az 22 şifalı ot katmıştı.

 İşte onlar… Yani Yapılan hamlenin “Kürsüdeki Terörist” kısmı bir yana bu hamleden çıkabilecek milli bağışıklık sistemini kuvvetlendirici, (kansere iyi gelen) sonuçlar…

  1.  Soğuk Savaş döneminin sonlarında (1974 Tuzluçayır Toplantısı, 1978 Fis Ovası Toplantısı, 1984 Eruh ve Şemdinli Baskınları ile) yoğun dış istihbarat desteği bularak etnik Kürt kimliğine giydirilen, 50 yıllık Marksist kızıl terörü bitirme fırsatı elde etti. 
  2.  Bu çağrıda PKK’nın geleceğinde ne kadar Öcalan’ın ne kadar CIA, MOSSAD, BND gibi istihbarat örgütlerinin irade sahibi olduğunun ortaya çıkmasının yolunu açtı.
  3. Öcalan’ın iddia edildiği gibi lider mi yoksa kukla mı olduğu, Kandil’de bağımsız hareket eden PKK yöneticilerinin Öcalan’ın baş aktörlüğünü ne kadar kabul edeceklerini ortaya çıkaracak bir el bombası bıraktı.
  4. Öcalan, Bahçeli’nin çağrısını reddederse ayrı, kabul ederse ayrı liderlik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı.
  5. Kürt etnik hareketinin Avrupa Birliği ve ABD’nin kontrolüne girmesindense Ankara merkezli bir potada Öcalan’ın emrinde doğrudan diyalog yoluyla sevk ve idare edilmesinin kapısını araladı. 
  6. Böylece öncelikle MHP’nin kandan gerilimden beslendiği iddiasını tamamen çürütmüş oldu. 
  7. MHP’nin temsil ettiği Türk Milliyetçiliğinin, ırkçı, şöven, faşist olduğu iddiasını ve buna bağlı argümanları bölücülerin elinden aldı. 
  8. İç barış için tarihi bir fırsat sundu ve olumsuz sonuçlanması halinde “Elimizi uzattık almadılar” deme imkanı buldu.
  9. Böylece, bu çağrının makul bir karşılık bulmaması halinde kesin askeri çözüm sürecinin devamını meşrulaştırmış oldu.
  10. 2025 Mart ayında Amerikan seçimleri öncesinde ve sonrasında İsrail’in ABD’nin elindeki PYD’yi daha fazla içselleştirmesi ihtimaline karşı bir blokaj uyguladı. 
  11. Ertelenen “Rojava” seçiminin ABD marifetiyle bir referanduma dönüşebilmesi ihtimaline karşı yapılabilecek en ileri hamleyi yaptı. 
  12. Yakın bir gelecekte Apo’cu örgüt elemanlarıyla CENTCOM’cu PYD’liler arasında zıtlaşma, çekişme ve çatışma çıkma ihtimalinin önünü açtı. 
  13. Uzun vadede örgüte çıkarılacak bir “sefer görevi”yle bölgede Afrin’in güneyinden Deyr-i Zor’a kadar,  Atatürk’ün Nutuk’ta bahsettiği Misak-ı Milli sınırının “makul realizasyonun”un da yolunu açmış oldu.
  14. İran İsrail karşısında sıkıştığı için Kürt meselesine bakış açısı değişmiştir. İran’ın Kürtler üzerinden kurabileceği yeni bir oyunun da engellenmesi için radikal adımlara ihtiyaç vardır. 
  15. Amerikan Board Missionary’den beri Ermeniler ,Wilson Prensipleri’nden itibaren de aynı zamanda Kürtler üzerinden oyun kuran ABD’ye karşı devrimci adımlara ihtiyaç vardır.
  16. Kürtlerin, Türkiye’nin Filistin’e verdiği desteğe mütekabiliyet unsuru olarak İsrail tarafından kullanılma stratejisinin yolunun tıkanmasına ihtiyaç vardır.
  17. AK parti içindeki MHP’den rahatsız olan Pelikancı veya etnik milliyetçi unsurların FETÖ’ye de yakınlaşarak Cumhur İttifakını içerden hançerlemenin yolunu kapatmıştır.
  18. Devlet Bahçeli, yeni Anayasa öncesinde ilk dört maddeyi tartışmaya kapattıktan sonra Türklerin bin yıllık kardeşlikte samimi olduğunu, ispat etmiş, muhataplarını aynı samimiyete davet etmiştir. 
  19. “Devlet Bahçeli, Türk Milliyetçileri’ni temsilen iki hafta öncesinden başlayan satranç hamleleriyle DEM’i fahri olarak meşruiyet kazandırarak Türkiye partisi olmanın yolunu açmıştır. Demografik muhasebeye göre yakında 10 milyonu bulacağı tahmin edilen bir seçmenin özellikle genç kitlesini, “ABD’nin kucağında sefa süren” PYD’ye doğru iterek düşmanın Hibrit savaşına cephane ve asker olmalarının yolunu tıkamıştır. 
  20. “MHP, Öcalan’ın Mecliste konuşma yapmasına bile razı olarak DEM’in, Kandil’in, İmralı’nın, Avrupa’nın ve ABD’nin buna vereceği tepki esnasında ortaya çıkacak beklenti çıtası tartışmalarının yolunu açmıştır.  
  21. Kuzey Irak’ta Barzani’yi yanına Talabani’yi karşısına almış olan Türkiye, Kürtlerle birlikte siyaset üretmenin yolunu açmış, böylece Kerkük Türklerinin emniyeti için alınan tedbirlerin de kalıcı bir boyut kazanmasının önünü açmıştır. 
  22. Devlet Bahçeli, Anayasanın ilk dört maddesini uhdesine alan bir Türk Milliyetçisi olarak, Dışişleri Bakanı Kırmançi, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Zaza, Cumhurbaşkanı Gürcü, Liberteryeni Laz, Irkçısı Çerkez… Doğuda siyaset yapabilen bir MHP ve Batıda siyaset yapabilen bir DEM ile birlikte “Üniter Devlet”in sıkıntısız yaşamasının yolunu açmıştır. 

 Türk Milliyetçileri, hayallerle gerçekler arasındaki farkı akıl yoluyla kapatmak zorundadır. Özellikle demografi grafikleri, bunu emretmektedir.

 

Bu bir barış süreci veya kamuoyu yoklaması değil, iç güvenlik şoklamasıdır.

Herhangi bir taahhüde girilmemiş, vaatte bulunulmamıştır. 

Karşı tarafta yaşanacak talep tespit bunalımından ve yolda yaşanacak istihbari çatışmalardan sonra ortaya nasıl bir tablonun çıkacağı belli değildir. 

 Şimdilik ortada sadece “bebek katili gazi meclise nasıl girer?” infiali vardır. Ancak bu infialin sahiplerinin, 25 yıldır aynı çatı altında, kaç bebek katiline, ne kadar maaş ödendiği konusunda hiçbir fikri yoktur.

 75 yaşındaki Apo’nun çikletteki Yeşilçam artistleri gibi stüdyo çekimi 25 yaş resmiyle hayal aleminde kral olması yerine, salyasıyla sümüğüyle, aksırığı ve mendiliyle, son bir kez vatandaşın karşısına çıkmasında belki de sayılmaz faydalar vardır. 

 Milliyetçiliğimizi birbirimizde sınamayalım. Tartışalım ama, gözenin suyunu bulandırmadan, lekesiz bayrakları kırmadan tartışalım. 

 Saygıyla…

 Şükrü Alnıaçık 22 Ekim 2024”

 

Şükrü kardeşimi Apo’nun terör örgütü liderliğine tayin edilmesi sürecinde bilgilendirmek isterim.  Abdullah Öcalan Ankara’da bizim Ocak genel merkezine yakın Tapu Kadastro meslek lisesinde okudu ve sonra Siyasal’a girdi. O dönemde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na takılan bir gençti ve sol örgütler içerisinde olağanüstü bir karizması yoktu. Sovyetler Birliği dönemi idi ve komünizmden kendini derin devlet sanan yapı ürktüğü için Türk solunu parçalamaya niyet etti. Türk komünistlerle Kürt komünistleri keskin bir hat ile ayırmak istedi. Aynı zamanda sınırlarımız dışındaki Kürt hareketlerini maniple etmek için Irak operasyonlarına bahane için kurdurulan PKK’yı bahane ederek sınır ötesi harekatlara girişti. Aynı zamanda sivil siyaset üstünde derin devlet ajitasyonları ve provokasyonları inşa etmek ve 12 Eylül darbesi sonrası siyaseti biçimlemeye çalıştı; bunu Kenan Evren’in itiraflarında bile görüyoruz.

Uzun vadede Sovyetler’in çökeceği tahmin edilemedi. İdeolojik ayrımların etnik ayrımlardan daha fazla tehdit oluşturamayacağı tahmin edilemedi. Oysa insanlar bugün bir fikre sahip olabilir, yarın da başka bir fikre intisap edebilirdi ama etnik ve bölücü mahiyet taşıyan ayrımları teşvik etmek maalesef derin devlet müptezelliğinin icadı idi.

İkinci argüman da doğru değil, zira PKK ve PYD gibi artık ABD’nin taşeron aparatı olmuş terör örgütü üzerinde mahpus birinin söz sahibi olması zaten düşünülemez. Olsa olsa TBMM’de konuşarak inisiyatif kapacak olan bebek katilinin aklanması sürecine hizmet edecektir.

Belli ki Yenimahalle’nin eski istihbaratçıları kırk yıldır yaptıklarını yine birilerinin ağzıyla yapmaya hamletmişler. Yeniden Apo veya Ankara eliyle diye tarif ettikleri senaryoyu sanki giderek devletleşme yolunda küresel güçlerden söz almış ve hayli de silahlandırılmış bir örgüt bu zokayı yutacak?…

MHP’nin ya da milliyetçiliğin kandan beslendiği ve ardından anlatılan terör örgütü tarafından agredite edilme beklentileri gerçekten utanç verici komplekslerdir. Terör örgütü sayesinde mi MHP doğuda legalize olacak, doğuda siyaset yapmasına izin verilecek?

Elbette ki birçok süper güç birçok oyun alanında taşeron olarak terör örgütlerini kullanmaktadır. Bu devletler, operasyonel istihbaratçılarını kullanarak taşeronlarına gizli kapaklı işler yaptırmaktadırlar. Fakat böylesi meclis eliyle hele hele milliyetçi bir partinin liderinin davetiyle törer örgütü ele başısının mecliste konuşturulmaya kalkılması ve sonucu pek flu olan bir konuda hele hele eski akil adamlar, fetö, bütün odalar bütün stklar ve devlet eliyle yapılan çözüm sürecindeki iklime dair hiçbir ortam yok iken buna tevessül edilmesi pek manidardır.

Şu daha da trajikomiktir: Akparti içindeki pelikanların MHP’yi devre dışı bırakıp başkaca Cumhur ittifakına yol açacağı bunun için ince siyaset yapıldığı…

Misak-ı Milli’nin önünün açıldığı ise tam bir hayal mahsulüdür.

MHP’nin fetönün bile başvurmadığı bu pek şaşırtıcı çıkış Aydın Ünal tarafından NetTV’deki konuşmasında dil sürçmesi olarak nitelendirildi ve Devlet beyin konuşma metnini yazana suçç yüklendi.

Malum Aydın Ünal Devlet Bey ile Tayyip Bey birbirlerine galiz küfürler ettikleri dönemde Devlet Beyi ağza alınmayacak hakaretlerle susturmuş bir danışmandı.

Bu çıkış CHP genel başkanına pokeri hatırlattı.

El yükseltiyorum diye Özgür Özel kumara kalkıştı ve o da daha ileri giderek terör örgütünün sırtını sıvazlayan tipitip açılımlarda bulundu. Diyarbakır’a gitmek için Selahattin Demirtaş’tan izin aldığını açıkladı. Devleti bol keseden örgüte vaat etti.

TKP’nın açıklaması ise CHP’ye nazaran daha mantıklıydı.

 

Neydi o?

TKP’nin aynı gün açıkladığı metin aşağıdaki gibiydi:

“Devlet Bahçeli tokalaşmak için elini uzattı ve uzun bir süredir “eli kulağında” denen “yeni çözüm süreci” bir anda gündem oldu.

İktidarın “bu asla bir çözüm süreci değil” ısrarı bir yerden sonra anlamsızdır. Yalnızca DEM temsilcilerine değil, AKP cenahına da bakıldığında söylenenlerden ibaret olmayan bir sürecin işlemeye başladığı açıkça görülmektedir. İktidar bunu istediği şekilde adlandırabilir. Daha önceki süreç de zaten herhangi bir konuya “çözüm” getirmemişti. TKP bunu hemen sürecin başında söylemiş ve AKP’nin Türkiye’deki herhangi bir sorunu çözemeyeceğini açıkça ilan etmişti. Bugün de aynısı geçerlidir.

Ancak hükümetin herhangi bir sorunu çözemeyecek olması, konunun gündeme gelmesini asla önemsizleştirmemektedir. Kimilerinin iddia ettiğinin tersine Türkiye’de bir “Kürt sorunu” elbette vardır ve bu sorunun tartışılmasını engellemeye dönük tutum sorunu daha da derinleştirmektedir. Daha açık söyleyecek olursak, Türkiye’nin herhangi bir sorununun AKP ve ortaklarının paşa gönlü istediği anda tartışılabilmesi, bunun dışındaki zamanlarda bir tabuya dönüştürülerek yasaklamaların konusu olması gerçek anlamıyla bir saçmalıktır.

Bu açıdan TKP zarfa değil mazrufa bakar. Yurttaşlarımızın farklı duyarlılıklarına seslenerek vatan, millet, din, demokrasi, barış, kardeşlik gibi kavramların arkasına gizlenen bir taraflaşmanın Türkiye’yi getirdiği yer ortadadır. Her tarafından adaletsizlik ve çürüme fışkıran bir toplumsal düzen sorgulanıp karşıya alınmadan ülkenin hiçbir meselesi çözülemez. “Türkiye’de Kürt sorunu yok, terör sorunu vardır” demekle Kürt sorunu ortadan kalkmadığı gibi, “Kürt sorunu çözülsün, geri kalan bütün sorunlar çözülür” demek de son derece anlamsızdır.

Türkiye Komünist Partisi’nin konuya ilişkin yaklaşımı son derece açıktır, nettir. Partimizin 14. Kongre belgelerinde Kürt sorununun Türkiye’nin sınırlarının belirsizleştirilmesi, genişletilmesi, parçalanması ile ya da yerelleşme, özerkleşme, federasyon ve benzeri modellerle çözülemeyeceği vurgulanmış, bütün yurttaşların eşitlik ve kardeşlik içinde yaşayacağı sömürüden arındırılmış bir Türkiye’de hiçbir etnik kökenin bir ötekinden ayrıcalıklı ya da üstün olamayacağı belirtilmiş ve çözüme giden yol ayrıntılandırılmıştır.

Bugün adı ve hedefi belli olmayan süreçte kurulan ya da kurulmakta olan masanın herhangi bir sorunu çözebileceğine inanmamakla birlikte, TKP aşağıdaki değerlendirmeyi kamuoyu ile paylaşmaktadır:

1.Tüm ülkeyi ve toplumu ilgilendiren konular kapalı kapılar ardında konuşulamaz. Kürt sorunu MİT’in ya da başka bir kurumun görev alanına sığabilecek bir sorun değildir.

2.İcat edilmiş suçlamalarla ve siyasi otoritenin iradesiyle tutuklananların serbest kalmasını sağlayacak, kayyım ve benzeri uygulamaları sonlandıracak, özetle siyaset alanını genişletecek her tür gelişme olumludur.

3.Nasıl ülkenin önemli sorunlarından birinin konuşulmasının “terör” bahanesiyle engellenmeye çalışılması kabul edilemezse, “bir sorunu çözüyoruz” bahanesiyle bir “çözüm terörü” estirilmesi de kabul edilemez. Yakın geçmişte bu iki farklı dayatmanın da baş aktörü olan AKP iktidarının bir kez daha “yavuz hırsız” rolüne soyunmasına izin verilemez.

4.Bugünkü iktidarın, yeni bir Anayasa yapma meşruiyeti bulunmamaktadır. TKP “çözüm süreci” adı altında gündeme gelebilecek herhangi bir açık ya da gizli mutabakatın ürünü olan bir Anayasa’yı da bu kapsamda değerlendirecek ve HAYIR diyecektir.

5.Yeni bir sürecin bölgemizde gerilim ve çatışmaların tırmandığı, kapsamlı bir savaşın belirtilerinin ortaya çıktığı bir sırada gündeme gelmesi şaşırtıcı değildir. Türkiye’nin güvenliği bahane edilerek ya da Kürt sorununun çözümünün olası bir sonucu olarak komşu ülkelerin iç işlerine ve sınırlarına dönük her tür müdahaleye karşı durulmalıdır. Hazırlıkları yapılan bu müdahalelerin ABD ve İsrail’in planlarına karşı gibi gösteriliyor olması, onların İsrail’in ve emperyalist ülkelerin planlarıyla aynı doğrultuda olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bugünkü iktidar riyakarlıkta sınır tanımadığını Filistin konusunda açık bir biçimde göstermiştir.

6.Bugün “çözüm süreci”nde masaya oturması beklenen her iki taraf da Kürt sorununun çözümünde İslamiyetin uygun bir zemin olduğu tezini değişik biçimlerde dillendirmiştir. Bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun meşruiyetini reddeden bir yaklaşım olduğu ortadadır. Bölgesel politikalarda Yeni-Osmanlıcılığın, toplumsal ve siyasal alanda laiklik olmaktan tamamen çıkarılmış bir “laiklik” tarifinin kurumsallaştırılmasına hiçbir biçimde izin verilemez.”

 Oysa yeni bir açılımdan ziyade Türkiye’nin başkaca öncelikleri vardı. Devlet Bahçeli’ye söylettirilen yeni sözde derin devlet çıkışı yerine Türkiye’nin küresel güçler tarafından sıkıştırılması ve tavize zorlanması karşısında elbette ki Türkiye’nin de elinde kullanabileceği kozlar vardır.

İç cephe güçlendirilecekse bu edilgen dış politika ile ve çaresizlik içinde sonuçsuz süzüm ona çözüm süreçlerine tekraren başvurmalarla olacak bir şey değildir.

22 Ekim 2024’den önce biz şu açıklamayı yapmıştık:

 Aziz Türk milleti!

Lafı evelemenin gevelemenin lüzumu yoktur.

Türk siyaseti iktidarı ve muhalefeti ile tükenmiştir. Kendini devlet sanan bazı aklıevveller belli ki yine ezberlerinde olan bir projeyi yine mevcut partilere çözüm diye dayatmışlar.  Zaten önceki çözüm sürecinde de ne Kürtler ne de Türkler vardı; yine kendini devlet sanan ve fetöye bulaşmış düşük iq’lü ama devlet çarkının bir yerinde tesadüfen veya küresel güçler tarafından getirilmiş tiplerdi bunlar. Çözüm süreci de onların harcı değildi. Graham Fuller, David Philips ve Henri Barkey’in marifetiydi. Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek gibi bir başlıkla rapor hazırladılar. 22 maddeydi hatırladığım kadarıyla bu rapor. Bu raporu TRT’de tartıştılar üstelik. Cengiz Çandar da katıldı bu cia raportörlerine…

O zaman TRT’de YK üyesi idim. Programı görünce YK’nu toplantıya çağırdım arkadaşlarımın desteği ile programı kaldırdık hatta soruşturma başlattık. Meğerse bizim sonumuz olmuş. İşte o rapor daha sonra sırayla müsiad, tüsiad, mazlumder, odalar vb sözde stk’larca tekrar edildi. Müsiad bazı geleneksel laflar kattı, mazlumder ayet hadis, tüsiad liberal felsefi lakırdılar …

Ama bu ajan-provokatörlerin raporu sözde kamuoyunda makes buldu. Ekranlarda o zaman mit’in ekran yüzü Cevat Oneş vardı.

Bir programda:

AKP bunu kabul etmezse dağılır diye net bir ifade kullandı. Halbuki kibar bir beyefendi üslubu vardı ve Akparti filan derdi. Nedense anında sertleşti ve “AKP kabul etmezse dağılır” dedi. Tayyip Beyin o zamana kadar sanki projeyle bir ilgisi yoktu da sadece gerçek iktidar olmak istiyordu. Hatırlarsanız gerekirse papaz elbisesi bile giyerim demleri…

Fetö desteğiyle cia projesi hayata geçti ve malum Türkiye maalesef bu süreçte hayli yıprandı ve terör örgütü tükenmişken güçlendi.

Akabinde BOP eşbaşkanlığının edilgenlikten etkin hale gelmesi süreci.

Bugün yeniden devreye sokulan tekrar gösterimin arkasında ya fetö gibi güçlü bir terör örgütü ya da abd gibi güçlü bir devlet olmasa mevcut tükenmiş iktidarı ve muhalefetiyle zayıf siyasi yapının işin üstesinden gelme olasılığı sıfırın altındadır.

CHP halkın teveccühünü maalesef doğru algılamış değildir. Bu tekrar gösterime telaşla yatmış gözükmektedir.

O yüzden bir değerlendirme yapmak zorundadır vatanını seven her Türk vatandaşı. O da şudur:

Ülke bir işgal altındadır, bop devam etmektedir, evet bölgede İsrail’i durduracak bir güç yoktur. Bölgemizde sınırlar yeniden çizilmektedir, ikinci bir İsrail görevi üstlenecek ve hiçbir Kürt’e faydası olmayacak Kürdistan planlanmaktadır. Sığınmacı ve kaçak sorununu, ekonomik krizi, milli birlik krizini ve devlet krizini çözemeyen ve ordusu da fetö ile hayli yıpranmış bir Türkiye’nin bu plana karşı elinin zayıfladığı hesap edilmektedir. Dış borç ve üretimsizlik had safhadadır.  Gençlik uyuşturucu ve sanal kumarla uyutulmuştur. Uyanık olanların da geleceğe dair umutları ellerinden alınmıştır. Milyonlarca genç işsizdir.

Türkiye’nin istiklal ve istikbalini yine milliyetçi kadrolar kurtarma potansiyelindedir. Ama onlar maalesef mazide yaşamakta, kompartımanlarından, alışkanlıklarından, takım tutar gibi parti tutma zaaflarından bir türlü kurtulamamaktadırlar. Oysa ki artık eski ayrımlar mazide kalmıştır. Şimdi yeni zamana yeni formüller gerektir. Ülkücü, akıncı, devrimci, kemalist, demokrat ayrımları yerine vatan ve devlet kavramı etrafında kenetlenmeliyiz.

Vatan ve devlet çürürse senin partin de altında çürür.

Şimdi yapılması gerekenleri sıralayabiliriz. Yapılması gereken tarımdan sanayie, bürokrasiden mahalli idarelere kadar çok iş var. Dünyevileşen kapitalistleşen İslami felsefelerin bir düşünce ıslahatı geçirmesi, tasavvuftan hayli uzaklaşıp holdingleşen hatta kul hakkı yemeyi adeta sıradanlaştıran tarikatların aslına rücu etmeleri, devletin cemaatlerden arındırılması, kurucu irade olan parlamenter sistemin tesisi, tarım reformları, mimari reform vb. Ama bunları yapabilmek için önce acil olan işler yapılmalıdır. O işler de şunlar:

  1. Sığınmacı ve kaçak sorunu 2 yıl sonrasına bile bırakılmamalıdır.

Sığınmacı ve kaçak sorununu çözülmeden hiçbir mesele çözülemez. İki yıl içinde bu sorunu çözecek kudretimiz vardır.

Bu çerçevede;

Ottowa Sözleşmesinden ve

Geri Kabul Anlaşmasından çekileceğiz.

Sınırlarımızı güvenli hale getireceğiz.

Kürecik üssünü kapatacağız.

İsrail ile her türlü gizli açık ticarete son vereceğiz.

Ortadoğu Su Barışını devreye sokacağız.

Komşularımızla barış içinde bir arada yaşamak sanatını geliştireceğiz. Atatürk’ün Musul meselesi ardından bölge ülkelerine ve devlete öğüdünü yerine getireceğiz.

  1. Uyuşturucu ve sanal kumar gençligimizi tüketmektedir. Uyuşturucu baronları acilen özellikle de İstanbul’dan temizlenmelidir. Bu mücadeleyi onlarla iş tutanların yürütebilmeleri mümkün değildir.

Yukarıdaki iki sorunu mevcut iktidarın ve muhalefetin çözemeyeceği çoktan anlaşılmıştır.

  1. Devlet ucube bir sistemle çivisi çıkmış ve çürümüş bir haldedir. Türk milleti devletini geri istiyor. Devlet krizi acilen çözülmeli ve vakit geçirmeden parlamenter sisteme dönülmelidir. Tek adam rejimi güç değil zaaftır. Demokrasi ve meclis Türkiye’nin ‘soft power’ıdır. Zaafı değildir. Elbette ki ortadan kaldırılan güçlü bir bürokrasi de ehliyet ve liyakat usulü ve devlet memuriyeti kavramıyla bu gücü daha muhkem kılacaktır.
  2. Halkımız gereksiz yere birbirine kötü iktidar ve muhalefet çekişmesi yüzünden düşünülmektedir. Oysa milli birlik ve bütünlük potansiyelimiz tarihe nazaran çok daha güçlüdür. Bunun için ivedi olarak adalete olan güvensizlik ortadan kaldırılmalıdır. Seçimde milli Bakiye sistemine dönülmelidir. Siyaset rant kapısı olmaktan çıkarılmalıdır.

Özetleyelim;

Bütün bu acil yapılması gereken işler konusunda Zafer Partisinin dışında herhangi bir partide zerre miktarda fikir, irade ya da söylem var mıdır?

O halde Arif Nihat Asya’ya kulak vermeli değil mi değerli dostlarım, ülküdaşlarım:

“Çelebiler çekilip saraylarda kışlasın

Yürü aslanım ne diye kendinle savaştasın?”

Evet

İç Cepheyi güçlendirelim.

Nasıl mı?

  1. Alınan madalya ve cübbeyi iade edelim.
  2. BOP eşbaşkanlığından çekilelim.
  3. Ottowa Sözleşmesinden çıkalım.
  4. Geri Kabul Anlaşmasını yırtalım.
  5. Kürecik üssünü kapatalım.
  6. İsrail ile ticareti keselim, Filistine gidiyormuş gibi yazılan ama İsrail limanlarına giden gemilere el koyalım
  7. Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğü ilkemizi yeniden Türk dış politikasının bölgesel mihveri yapalım.
  8. 37 yıl evvel yazdığım ve bugünkü Ortadoğu bölünmüşlüğünü öngören ve engellemeye matuf Ortadoğu Su Barışı projemizi hayata geçirelim.
  9. Komşularımızla bölgesel işbirliği anlaşmaları ve ortak tarım politikası ve gümrük birliği, enerji işbirliği gibi anlaşmaları geliştirip emperyalizmin bölgedeki nüfuzunu kıralım. Büyük Atatürk’ün Musul meselesi sonrası bölge ülkeleri ve bizim için ortaya koyduğu öğüdü hatırlayalım.
  10. Ekonomimizi çökerten yeni liberal ekonomi politiklerden uzak duralım. Bir hayli hazineyi tamtakır hale getiren ve sürekli vergi affı ile ödüllendirilen firmaların gayrimeşru ve kaçırdıkları kazançlara iç cephe vergisi koyalım, yani kaçırdıklarının tamamına el koyalım. Savunma Sanayi için fakir fukaraya yüklenmek yerine, milletin parası olan ve Geri alınacak olan bu meblağı iç cephe fonu yapalım. Bu aynı zamanda adalete güvenini yitirmiş, siyasetten umudunu kesmiş kitlelere de bir güven aşısı olacaktır. O zaman göreceksiniz ki bu fona halkımız da gönülden her şeyini veriyor…

HAYDİ O ZAMAN

MADEM İÇ CEPHE GÜÇLENMELI, MADEM BEKA SORUNU VAR, HADİ BAKALIM.

BİR KEZ OLSUN SİYASİ ISTIKBAL UĞRUNA İÇ CEPHE LAKIRDISI EDEREK DÜŞMANA KORKU SALMASI GEREKEN MANIVELAYI KENDİ HALKINA KIRKU SALMAK VE MİLLETİ KAMPLARA AYIRMAK OLARAK KULLANMAKTAN VAZGEÇİN

Bir kez olsun imanla hareket ettiğinizi imanlı milletin gönlüne dokunarak gösterin.

Bakın o zaman bu iç cephe nelere muktedir!

Bakın o zaman Türk milletinin millî şuur uyanıklığı emperyalizmi nasıl birkaç hamleyle dize getiriyor!

Allah aşkına!

Hadi bakalım.

Geçtiğimiz günlerde kalp ameliyatı oldum ve ölümün en yalın gerçek olduğunu hayatımda 3. Kez müşahede ettim. Hani deriz ya:

Ölmeden önce ölenlerden olunuz.

Evet, ölüm var, ölüm.

Ölürken ağalar, beyler; yanınızda hiçbir şey götüremezsiniz.

Ne mal mülk ne makam.

Kimse size sormayacak orada ve madalya da takmayacak burada takan karanlık mahfiller gibi…”maşallah ne kadar da çok seçim kazanmışsınız, politik hünerlerinizi bize de aktarır misiniz?” Diye …

Yine de her şeyin doğrusunu Allah bilir.

Sadakallayülaziym.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

 Kürt sorununu Türk tarih felsefesin içinde çözebilmenin yolları tıkanmamıştır. Bu çerçevede yazdığımız ve 2000’li yılların başında yayınlanan daha sonra da Şükrü Hanioğlu ile Mümtazer Türköne’nin Zaman gazetesindeki yazılarına ve David Philips ile Henri Barkey’in Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek başlığı altında Türk devletine dikte ettirilen, Fetö tarafından Abant toplantıları ve akil adamlar aracılığıyla da desteklenen, dahası Tüsiad, Müsiad, Mazlumder ve birçok stklara da farklı yorumlarla tekrarlattırılan rapora cevap mahiyetinde Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım: Türkler Nasıl Türk Olur kitabımız milli bir refleks idi. Ama herkes koroya o kadar katılmıştı ki bizim karşı duruşumuzu idrak edenlerin sayısı elbette ki azdı.

O kitaptaki önsözde şeyle demişim:

“Kürtler Nasıl Türk Olur gibi bir kitap ismi olur mu? Bu dört kelimenin tedai ettirdiklerini, kavramsal çerçevesini ilk duyuşta idrak edebilen pek az insan vardır. İnsanlar genellikle, kendini ister Türk ister Kürt kimliği içinde değerlendirsin, böyle kavramsal yaklaşımdan bugüne kadar hep rahatsız oldular.”

Kitap ABD ve İsrail’in Kürt kartını nasıl oynadığını çözümlüyor ve Çözüm süreci diye dayatılan projenin ipliğini meydana çıkarıyordu. (Lütfü Şehsuvaroğlu, Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım: Türkler Nasıl Türk Olur, İkinci Baskı Elips Yayınları, Ankara 2007)

O kitaptan bugüne olan süreçte yaşananları yeniden değerlendirdiğimizde bu soruna yine yeniden sözde açılım süreçleri ile yeni tuzaklar ve yeni şehitler vererek savrulmanın gereksizliği ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla Apo’nun Büyük Meclis’te konuşturulması kadar abes bir teklif kesinlikle MHP’ye yakışmamıştır.

Kendini derin devlet gilan sanan, demokrasi gereği doğrudan Kürt halkıyla değil de daha doğrusu Türk milletinin her ferdinin can ve mal güvenliğinin teminatı olmayı bırakıp eşkıya ile pazarlık yaparak aklı sıra strateji ve taktik üreten zevat, bıktık artık sizin felsefe bilmez, sosyal psikoloji bilmez, hele hele strateji bilmez atraksiyonlarınızdan…

Şark cephesinde sanki değişen bir şey yok öyle mi?

ŞARK CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY VAR

Şark Raporu yayınlandığı günden bu yana bir asır geçti. Şark raporunun bir veçhesi Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma süreci ve ardında bırakacakları ile ilgiliydi; diğer veçhesi ise şarkın şark meselesi etrafındaki spekülasyonlar…

Hilafet gittikten, İmparatorluk parçalandıktan, üç kıtaya hükmeden Türk, geç kalmış milliyetçiliğine karşılaştığı emperyalizme karşı son çare aksiyonu olarak sarılırken Türkiye Cumhuriyeti elde olanla iktifa etmesini bilmenin sulhüyle önüne bakmaya çalışıyordu. Kaybettiklerini ve daha önce gördüğü zulümleri, soykırımları, kalleşlikleri unutmaya mütemayildi. Hatta tüm savaştıklarıyla artık bir yeni dünya kurmada ittifak bile edebiliyordu. Üstelik onlara eski üstünlüğünü, kaybettiklerini, elinden aldıklarını hatırlatmadan…

Fakat bu yeni süreçte de bir başka Şark raporu peyda oldu. Zira yeni bir şark meselesi başlattılar, birincisinden epey sonuç alanlar…

İngiliz – Yahudi emperyası ve medeniyeti her türlü entelijansiyayı seferber ederek Büyük Doğu’yu parçalamak ve periferisinde yahut dünyanın herhangi bir yerinde haksız yere üç asırdır elde ettiği refah düzeyini paylaşmama ve her türlü tehdidi daha doğmadan bertaraf etme amacındadır.

Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin-i Eyyubi gibi haçlı seferlerine karşı direnen ve bütün doğuyu Türkmeni, Özbeği, Arabı, Kürdü, Acemi ve daha ne kadar budun varsa onu milleti asli etrafında bir büyük birliğe kalbederek yücelme ve yüceltme vazifesi dururken bölücü İngiliz-Yahudi medeniyetine ram olan bugünün taşeron etnik bölücülüğün sebeplerini araştırırken yine arkasında İngiliz-Yahudi entelijansiyasına hizmet veren raporcuları, istihbarat örgütlerini ve süper güç kıvamına gelmiş global statükoyu bulduğumuz gibi bizim Türk’ün ruh kökünden bihaber olmamız gerçeğini görüyoruz.

2007 yılında tamamladığımız Türk Tarih Felsefesi Açısından Kürt Sorununa Yaklaşım denememiz geçen altı yıl içinde ne kadar haklı olduğumuzu ispatladı.

Bugün yeniden bu altı yılı ve geçmiş şark raporlarını, Kürt raporlarını gözden geçirip yeni teklifleri ortaya çıkarmamız gerekiyor.

2007’den Bugüne Kürt Sorununda Yeni Çözüm Arayışları

2007’ye kadar olan dönemde Kürt Sorunu ile ilgili olarak yaptığımız değerlendirme ülkemizin ortak aklına tercüman olmak için yazılmakla birlikte ne yazık ki anlaşılamadı, bu belki de adından kaynaklanıyordu; o tarihten bu yana ise neredeyse artık Kürtlerin Türk(yahut yerine ikame edilecek ortak bir millet adıyla aynı millet) olması imkânsızlaştı. O kadar sıklıkla Kürt ve Türk kelimeleri aynı anda ve birbirinin karşıtı olarak kullanıldı ki, ister istemez kamuoyunun bu istikamette yönelimi sağlandı.

Halbuki Kürtler Lozan’da belki de Türkiye’nin en zayıf olduğu bir zamanda Lozan’a mektup yazmışlar ve birliğimizi o tarihten kavi kılmışlardı. Emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarmışlardı. O mektup şöyleydi:
‘’Bugünlerde (Lozan konferans görüşmeleri sırasında) İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un Kürtlere bağımsızlık verilmesi fikrini ortaya atarak, Kürtlerin koruyucusu tavrını takınmasını, hayret ve şaşkınlıkla karşıladık.
Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Milli hatıralarımız ve özelliklerimizden dolayı Türkler bize ’’YİĞİT VE CESUR ‘’ anlamına gelen Kürt ismini vermişlerdir. Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla; Deminan, Hayderan, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir.

Bu aşiretler bu gün anavatanın Doğu Türklerini oluşturmaktadır. Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa, İranlı misyonerlerin aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz dilleri olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş yavaş kaybettiler.

Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler, Farsçadan başka bir şey olmayan KIRMANÇ adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar. Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen, Harput ve Diyarbakır taraflarındaki Kürt aşiretler ise ana dilleri olan Türkçe lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladıklar.

Bu Öz Türkoğlu Türkler’i Yavuz Sultan Selim Han, Kürtlerin hanı Şeyh İdris-i Bitlisi’ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dâhil etti. O günden bu güne kadar, Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadır.
Yukarıda yapılan değerlendirmeden sonra, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’a sorarız ki; İranlıların dilini biraz konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse; İngilizler de dahil her milletin durumu tartışılır.

Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği ‘’MÜSTEMLEKE‘’ kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı anlamı taşıyan ‘’MANDA‘’ kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler artık anlamıştır.

Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin, 12/10 ‘u Türk olan Musul’u ve petrol kaynaklarını biz Müslüman Türk’lere çok görmesini hayretle karşılıyoruz.

Lozan Konferansında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzonun, Dersim (Tunceli) ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk ve Kürt arasına ayrılık düşünceleri sokma gayretini biz Kürtler anladık. Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Ve bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk.

1917 yılında İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler:

‘’Bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır.’’

Dedik.
İşte bu gün bütün Kürtler, Lozan’daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı yanıtı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını, kendilerini yok edecek yabancılara değil, kendi ailelerinden olan Türk’lere ve Onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne emanet etmiştir. Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere yetkili kurul başkanı Lord Curzon’un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan’daki Temsil Heyetine ve başkanı sevgili hemşerimiz (Kürt) İsmet Paşa hazretlerine başarılar dileriz.’’

İMZA: Umum Kürt Amele ve Esnaf Cemiyeti İstanbul da ki Umum Kürtler adına Reisi Salih Kahya adına Lolan aşiret reisi ve Sabık Erzurumlu İsazade Ahmet Kürt gençler cemiyeti Düzerzadesi Dersimli Mehmet Sabri. (24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923) ,Devlet Arşivleri Genel Müd.,Başbakanlık Osmanlı Arşivi ,HR.İM, 60/3)

Daha sonra birçok yayınlarda da yer alan isyanlar ve müdahaleler meydana geldi. 1980 yılına kadar Kürtler demokrasi rejimi içinde kitle partilerinde ve/veya ideolojik tercihlerine göre farklı siyasi eğilimlerde yerlerini aldılar. Öyle ya gerçekte insanların siyasi ve ideolojik tercihleri etnik durumlarına göre değil fikrî durumlarına göre olmalıydı. 1980 yılının 12 Eylül’ünde ABD destekli darbe sonucunda Sovyetler Birliği’nden korkan yahut ABD tezgâhıyla ona karşı konuşlanan devlet, o zamanki güvenlik stratejilerinin temeli olan tehdit algılaması olarak komünizmi görüyordu. Güya Türk komünistleriyle Kürt komünistlerini ayrıştırmak istedi, Kuzey Irak’ta inisiyatif geliştirmek amacındaydı ve siyasette rolünü devam ettirmek çabasındaydı. Bu kısa vadeli hedefleriyle Apo ve PKK üzerinde MİT rol sahibi oluyordu.  Nitekim 2007’den sonra Apo ile müzakerelerin kolay kotarılmasında bu mazi vardır.

ABD baskısıyla Apo’nun Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra ise devlet aklı, sadece teslim edenlerin “asmayın” ikazı doğrultusunda ne yaptığını bilen(!) bir politika izlemeye başladı.

Devrin Başbakanı Ecevit, “ABD Apo’yu bize niye verdi, hâlâ anlamıyorum.” Diyordu. Onun sağ kolu ve daha sonra onu devirmek isteyenlerle iş tuttuğu ileri sürülen manevi evladı Hüsamettin Özkan ise: “Devlet Bahçeli’yi MİT raporları sayesinde ikna ettik” diyerek üstün devlet adamlığından örnekler veriyordu.

2007’de David Philips, Henri Barkey gibi ABD’li uzmanların raporları istikametinde Türkiye’de hemen her kişi ve kuruluş Kürt raporu hazırlamaya girişiyordu.

Bütün bu raporların ortak veçhesi devletin bu sorunu çözme işini üzerine alması idi. Bu iş isterse federasyona, özerkleşmeye ya da bağımsızlaşmaya gitsin ancak devlet eliyle yürütülmeliydi. ABD’li uzmanlar önce MİT’i, o da hükümeti ikna etmişti. Belki de devlet aklı eldeki Apo ile bölgesel bir manivela elde edebilirdi. Suriye’de meydana gelen gelişmeler iç politikadaki alternatifler de bu kararın izini sürmeyi kolaylaştırdı.

PKK Avrupa Sorumlusu: Sabri Ok, Mustafa Karasu ile MİT yetkilileri: (Afet Güneş, Hakan Fidan) Oslo Görüşmelerinin kaydı 2011’de yayınlandı.

Devlet, örgüt, ABD ve etkileşiminde oldukları bütün çevreler giderek ne kadar büyük bir projeye imza attıklarını ve “akan kanın durması” lafzı ile de kamuoyunun desteğini aldıklarını herkesle paylaştılar.

Böylece devlet aklı yine kendisine tevdi edilen bir sorunun çözümü için tekilci bir yola kapıldı. Daha önce de Ermeni ve Rum(Kıbrıs) meselesinde de benzer tekilci çözümlemelere gark olmak geleneğimiz hatırlanacak olursa bunda bir gariplik yoktu. ABD, her olay için birkaç senaryo hazırlayıp hepsi için ayrı ayrı methiyelere sahip olurken bizim çözüm diye tek bir senaryoya odaklanmamız tuhaf gözükmedi.

Oysaki Kürt sorunun birkaç mihveri vardı. Bu mihverlerin dışında da kendi içinde girift bir yapısı ve çoklu analiz gerektiren boyutları bulunuyordu.

Kürt Sorununun ABD mihverli çözümü

ABD malumdur ki, bir olay etrafında birkaç senaryo üretebilecek think-tank kuruluşlarına sahiptir. Başta da CIA raporları çerçevesinde uzaktaki bir kıta olarak operasyonal istihbaratlar teşkil edebilir. Türkiye’nin bütünlüğü tıpkı Irak’ın toprak bütünlüğü gibi dilinde olmakla birlikte bölgedeki menfaatlerine paralel düşebilecek bir Türkiye ile her zaman işbirliğine Birleşik Devletler kapı aralamıştır. Kürt meselesinde, AB kadar Türkiye aleyhtarlığı olmasa da 1968’lerde İsrail’in ürettiği ikinci İsrail projesi olarak Kürdistan meselesi de-facto olarak kucağındadır. Kuzey Irak Kürt bölgesi ABD’nin zaten Irak operasyonunda bütün veçheleriyle desteklediği bir devlet oluşumuna gitmektedir. Bu da ister istemez Türkiye’nin Kürt sorunuyla ilgili olacaktır. Nitekim David Philips ve Henri Barkey raporları ABD’nin son Kürt açılımını ortaya koymakta ve ABD, yine Suriye meselesinde olduğu gibi bütün maliyeti Türkiye’ye yüklemeye çalışmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı, Kürt sorunu üçgeninde ABD’nin çoklu senaryolarından hangisinin işimize gelip gelmediğini bilmek de Türkiye’de bazı kimselerin harcı olsa da netice itibariyle devlet politikasına istihbarat örgütleri yön verdiğinden Türkiye at gözlüğü ve bildik devlet aklı ile gelişmelere tepki vermeye devam edecektir.

Kürt Sorununun Öcalan mihverli çözümü

Öcalan teslim edildiğinden beri ne zaman işe yarayacağına dair devlet aklındaki beklenti ilk defa ümitvar olmaya başladı. ABD onaylı ya da destekli yeni ç özüm 2007’de gündeme geldi ve Apo’nun örgütteki itibarının artırılması yerel istihbarat ve dış istihbaratlar tarafından geliştirildi. Apo örgütün tekrar en önemli temsilcisi ve belki de tek müzakere aracı olarak gündeme oturunca MİT onunla bir dizi görüşme gerçekleştirdi. İstihbaratçılar görüşmelerinde zannederim onu ikna ettiklerini düşünecek fırsatlar da yakaladılar. Böylece Apo MİT’in telkinleriyle açıklamalar yapar duruma geldi. Kamuoyuna yansıyan örgüt lideri olarak inisiyatif ortaya koyan görünümü ise rahatsız edici bulunmadı. Muhtemel öyle anlaşılmıştı. Öyle ya örgütü ikna etmesi gerekiyordu ve kendince deli saçması laflar etmesinden daha tabii ne olabilirdi. Onun da akil adamlar heyeti teklifi vardı. Onun da anayasaya yazılacak maddeler üzerinde söyleyecekleri bulunuyordu. Öcalan’ın şahsi beklentileri, adadaki rahatlığı, sivil cezaevine nakli, hatta ilerde serbest kalması, dahası Meclis’te politika yapması bile tartışıldı. Bir kişinin mutlu olmasıyla akan kan duracaksa bundan kolay ne vardı ki?…

Kürt Sorununun PKK mihverli çözümü

PKK, 80’lerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın üstüne bina edilmiş, iç ve dış istihbarat örgütleri tarafından taşeron olarak kullanılmış yedi kocalı bir hürmüzdür. Uyuşturucu trafiği ve terör sonucunda büyük paralara da kavuşmuştur. Zaman zaman başarılı terörü yok etme noktasındaki Türkiye girişimleri son raddede durdurulmuş ve örgüt hemen herkesin işine gelen bir bölgesel güç olmuştur. 12 Eylül’de devlet aklının kullanmaya çalıştığı örgüt Kürt kimliğinin bugün tek temsilcisi addedilmektedir. Bu süreç biraz  da ABD’li ve Yahudi uzmanların telkinleriyle oluşmuştur. Apo önderliğini yutmuşa benzeyen örgüt onun hatırına her denileni yapar gözükmektedir. Hatta Suriye iç savaşında Türkiye’nin yanında yer alarak güya muhalif kuvvetlere destek vermektedir. Ama bu arada Esad ile masaya oturabilecek temkinli bir yaklaşım içindedirler. Hatta ilerde bu ülkede sağlanabilecek bir özerk bölge için plan yapmaktadırlar. Örgüt, Apo’nun mesajlarını kendince anlamaktadır. Bilmektedir ki, netice itibariyle o lider Türk devletinin elinde esirdir. Dolayısıyla PKK’nın Apo’dan ayrı olarak bir hatta birkaç projesi ve davranış kodu vardır.

Kürt Sorununun MİT mihverli çözümü

MİT, her zaman yaptığı gibi kendini devlet, devletin sahibi görmektedir. Bu Teşkilat-ı Mahsusa’dan beri böyledir. Öyle ya devlet ve düşmanları hakkında bilgi sahibi olanlar tesadüfen onun başında bulunanlardan daha fazla sorumluluk(!) hissetmektedirler. Bizim üçlü trio diye bahsettiğimiz CIA’ya rapor verenlerin görüşleri istikametinde MİT de daim görev yapan eski yeni müsteşar yardımcıları, devlet aklında bir değişiklik icad etmenin bu tehlikeyi bertaraf edecek potansiyel taşıdığını düşünmüşlerdir. Apo ile görüşmeler sonucunda bir yandan ortaya çıkan Suriye meselesi, diğer yandan anayasa ve Başkanlık meseleleri Kürt ayrılıkçılara Türkiye ile düşman değil müttefik olma fırsatı verecektir. MİT bunu iyi işlemiştir. Fakat tek tip çözüm ve tek tip senaryo geliştirme alışkanlığı Türkiye’nin ortaya çıkabilecek yeni roller karşısında çözümünde ‘flexsibl’ olma yetisini kaybettirmektedir. Mesela Apo ile anlaştığını ve her şeyin bu minval üzre seyrettiğini düşünen MİT örgütün bazı satışları karşısında hayal kırıklığına ve arkadan vurulmuş hissine kapılmaktadır. Bazı ulusalcı rol takınan eski Mitçilerin de sonuçta devletimiz dediği kendi örgütleri dışında bir terkip ortaya koyabilmeleri mümkün görülmemektedir. Sonuç olarak devlet aklı Türkiye’de daha fazla birikim olmasına rağmen istihbaratçı ve polisiye çözüm önerilerine mahkum olmaktadır.

Kürt Sorununun Hükümet mihverli çözümü

Hükümeti teşkil eden akımın eski Milli Görüşçülükten gelen bazı alışkanlıkları global çözümlemede takoz görevi ifa etse ve millî menfaatleri öne çıkarmaya çalışsa da, zaman zaman çözüme faydalı olabilecek icraatları boşa çıkaracak ezber söylemlerle her işi arap saçına döndürmektedir. Önceleri İslamcılıkla Kürt sorununu alt edebileceğini düşünen çevreler sonunda meselenin boyutlarının çok daha girift olduğunu anlayınca yeni çözüm arayışlarına girdiler. Hükümet idamları geri getirmekten, terörü tamamen bitirecek askeri ve çok daha sert operasyonlara kadar her türlü tedbiri almaktan imtina etmedi. Bölgede iki partiden biriydi sonuçta ve örgüt hasmıydı. Habur faciası Batı’dan çok tepkiye sebep olunca Başbakan başka bir söyleme ve eyleme sürüklendi. Fakat MİT müsteşar yrd. Ve projenin mimarı Cevat Öneş tarafından tehdit edildi. Açıkça televizyonlara çıkan Öneş “süreç devam etmezse AKP bölünür” dedi.   Bu dönemeçten sonra AK Parti ve tabii hükümet, karşısına çıkan Suriye fırsatını, anayasa sürecini ve başkanlık furyasını da değerlendirerek müzakereye ön alışa geçti. Fakat alternatif senaryoları cebinde taşımayı unuttu.

Kürt Sorununun Barzani mihverli çözümü

Barzani feodal Kürt toplum önderi olarak Kuzey Irak’ta ABD taşeronluğu sayesinde bir statü elde etmiş bulunuyor. Barzani ve Talabani ikilisinin geleneksel Kürt aşiret modeli ile, modern, Baasçı ve görünen yüzüyle de demokrat Kürt modellerinden kâh birini kâh ötekini tercih eden çevre politik argümanları sayesinde dünyanın gündemine yerleştikleri bilinen bir gerçek. Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı olmasıyla Kuzey Irak’ta Kürt bölgesi geleneksel aşiret modeli etrafında şekillenirken aynı zamanda Irak’ın toprak bütünlüğü için de Talabani bir formül oluvermişti. Ancak geçen zamanla Barzani’nin modeli arkasındaki uluslar arası toplum sayesinde öne çıkmış ve giderek bütün Kürtler için cazibe merkezi haline gelmişti. Öyle ki, Türkiye bile uluslar arası toplumun teşvikiyle kendi himayesinde bir Kürdistan’ın oluşumuna yeşil ışık yakmıştı. Barzani ile ortak kimi Türk tüccarlar ve ihale sahipleri eskiden Kürt ayrılıkçılarla savaşanlar arasından bile çıkıyordu. ABD’nin, Türkiye hamiliğinde bir Kürt devletçiğine –devlet dememeğe özen göstererek- ön ayak olması Türkiye’de bazı çevreleri eski alışkanlıklarından vazgeçerek yeni heyecanlara ve fırsat kovalamalara iteledi. Bazı özel harpçilerin Barzani’den ihale kaptıkları da söylenir oldu. Barzani için Türkiye’deki Kürt meselesinin birkaç veçhesi bulunmaktadır. Birincisi Türkiye ayrılıkçılarının kendisini de tehdit eder boyuta gelmesidir ki, bu Barzani’nin arzulayacağı bir hedef değildir. İkincisi PKK’nın Türkiye’de kalmasıdır; son süreçte Suriye hedefi Barzani’yi endişelerinden kurtarmış gözükmektedir. Barzani için asıl tehlike ABD’nin bölgeden çekildikten sonra güneyden kendisini sıkıştıracak bir Sünni Arap nefretidir ki bunun boyutlarını bugünden kestirmek çok zordur. PKK’nın Barzani kuvvetleri karşısındaki üstünlüğü Barzani’nin PKK ile iyi geçinmesine neden olsa da aşiret reisinin uzak vadede örgüt hakkında Türkiye ile başkaca işbirliklerine gitmesi mümkündür.

Kürt Sorununun İsrail mihverli çözümü

İsrail bölgede en güvenliksiz ülke olduğu kanaatini orta ve uzak batının kamuoyuyla eskiden beri paylaşmaktadır. ABD ve AB için İsrail’in güvenliği esastır. Bunu Batı kendi güvenliği kadar önemser. O bakımdan Ortadoğu ile ilgili bütün hareketlilikler İsrail’in güvenliği mihveri etrafında şekillenmelidir. Bu çerçevede İsrail, AB ve ABD’den çok çok önceleri ikinci bir İsrail devleti, yani dost-müttefik ülke projesini daha 1960’ların sonunda devreye sokmuştur. Fakat o dönemde gerek AB, gerekse ABD bunu erken bir savunma refleksi olarak değerlendirmişler ve Türkiye’yi sıkıntıya sokacak böyle bir projeye o  dönemde onay vermemişlerdir. Zira hem Sovyetler Birliği varlığını sürdürmekte, hem de daha başkaca tehditler öncelik taşımaktaydı. Fakat de-Facto olarak Irak’ın bölünmesi, AB’ye üyelik konusunda Türkiye’nin hazmedilme kapasitesinin tartışılır olması bu iki bloğu İsrail’in projesine olumlu bakmaya itti. Kürdistan İkinci İsrail olarak planlandı. Bu stratejiye uygun olarak sosyolojik ve/veya sosyal antropolojik çıkarsamalar da gerekiyordu. Bu bakımdan Barzani’nin Yahudi kökenli olduğuna dair şayialar da dünya gündemine getirildi. Böylece İkinci İsrail’in toplumsal gerekçeleri de kurgulanmış oldu.

Kürt Sorununun AB mihverli çözümü

Batı her zaman bir düşman üzerine, tehdit algılaması üzerine güvenlik stratejileri geliştirir ve büyük birliğini önce kendi içinde sonra dünya çapında ihsas ve ihdas ettirmek ister. Sovyetler zamanında komünizm en büyük tehdittir ve Avrupa çevresinde hayli tehdit unsuru bulunmaktadır. Fakat geçen zamanla bu tehdit unsurları başta Doğu Almanya sonra Doğu Avrupa’daki diğer güçler içselleştirilip tehdit olmaktan çıkarıldılar; bu arada da Sovyetler çöktü. O zaman yeni bir tehdit algılamasına ihtiyaç vardı. Nato gündemden çıkmış ve altılar yeni bir güvenlik şemsiyesi peşine gitmişken bu sefer ABD teşvikiyle de Avrupa aslında Nato’nun yeni düşmanlar icat edebileceğini hatta İslam tehdidinin Nato’yu daha da güçlendirmesi gerektiğini hatırladı. Böylece yeni bir güvenlik stratejisi geliştirildi. Bu çerçevede Türkiye hem dost hem de (gizli)düşman kategorisinde Avrupa’nın eşik ülkesi oluverdi. Artık üyelik taleplerinden ziyade göçleri durduracak bir tampon bölge sayılıyordu Türkiye… Üyelik taleplerinden vazgeçmeyen Türkiye’nin hazmedilme kapasitesi nedeniyle oyalanması(Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu vs.) sağlanırken diğer yandan da İsrail’in Kürdistan projesine ister istemez onay verildi. Bu aynı zamanda muhtemel küçülen bir Türkiye’nin üyelik taleplerine daha sıcak bakacak bir geleceği de hatırlatıyordu. AB Kürt ayrılıkçı örgütlere zaten ötedenberi desteğini esirgemiyordu. Bunun Türkiye düşmanlığı ile doğrudan bir ilgisi yok. Özellikle kendi iç güvenliği açısından bu örgütlere ilişmemek politikası yaygındı. Fakat uzak vadede bu örgütler her bakımdan Türkiye üzerindeki politik baskıların sonuç alması için Avrupa’ya kullanabileceği malzemeler veriyordu.

Bu mihverler ışığında bizzat sorunun değişkenler dışında ve onlarla beraber aşağıdaki veçheleri vardı:

Dil sorunu

Korucular sorunu

Eğitim sorunu

Özerklik sorunu

Bağımsızlık sorunu

Federasyon sorunu

İç savaş

Kürt katliamı

Tehcir sorunu

Tazminat sorunu

Devlet sorunu

Entegrasyon sorunu

Müzakere sorunu

MİT sorunu

Apo sorunu

AKP ve ithal İslamcılık sorunu

Milliyetçilik sorunu

Etnik milliyetçilik sorunu

Doğu Batı sorunu

Kültürel haklar sorunu

Yahudi sorunu

Medya sorunu

İstihdam sorunu

Rehabilitasyon sorunu

Demokratikleşme ve liberalleşme sorunu

Emperyalizm sorunu

Kara para ve uyuşturucu trafiği sorunu

İmmigration – göçmen – mülteci- sığınmacı – iş gücü ve iş göçü sorunu

Batı’nın güvenlik stratejileri ve düşman yaratma sorunu

Sosyoloji ve sosyal psikoloji sorunu

Askeri vesayet ve sivil inisiyatif sorunu

Anayasa sorunu

Seçim sistemi ve partiler yasası sorunu

Kültür ve medeniyet sorunu

Maya meselesi: Anadolu Mayası

Bütün bu yukarıdaki faktörler Kürt kimliğini Anadolu’nun ayrılmaz parçası olarak bir büyük birliğe kapı aralayacak şekilde Kürt sorununu çözecek mahiyette iken bir takım raporlarla özellikle de ABD eksenli çözüm arayışlarıyla ayrılıkçılık gerçekten bütün İslâm âlemini tehdit edecek boyutlara ulaşmaktadır. Yukarıdaki unsurları ayrıntılı olarak bir başka çalışmaya bırakarak bu yönlendirici raporların mahiyetleri üzerinde duralım.

Kürt Sorunu Raporları

2007’den bu yana yazılan raporları bir gözden geçirelim ve nasıl ortak bir paydaya sahip olduğunu birlikte görelim.

Devlet önceleri yine bazı akademisyen eliyle Kürtlerin Türklüğü ile ilgili çalışmalar yaptırmış ve böylece çeyrek asır geçirmişti. 12 Eylül’ün uyuyan devi uyandırmasıyla birlikte sorun uluslararasılaştı. Bu çerçevede sosyal psikolojik evrimleler artık Kürt kimliğini ve iddialarını yenileştirerek başkalaştırdı ve Türkiye’yi tehdit eder hale gelmesine sebebiyet verdi. Bu arada silahlı örgütün giderek adeta bütün Kürtlerin temsilcisi olarak algılanması süreci yaşandı. Bunu iç ve dış dinamikler de destekledi. Türkiye zaman zaman örgütü bitirme noktasına gelince yine bu iç ve dış dinamikler sayesinde engellendi ve örgütün yaşaması sağlandı. Son dönemeçte ise örgüt ile pazarlığa oturan bir devlet aklının yeniden teşekkül ettiğini görüyoruz. Bu 12 Eyllül’deki devlet aklının değişik bir versiyonundan başka bir şey değildi.

Yine de önceki tedbirlerin alınmasında yahut tekrarında direnenler yok değildi. Bunlardan biri de Armağan Kuloğlu idi. Ümit Özdağ’ın PKK ile Pazarlık kitabında bir yazı yazdı Kuloğlu.

Örgüt askeri anlamda etkisiz hale getirilmeli/ mücadelede kararlılık gösterilmeli/ devlet otoritesi tam olarak sağlanmalı/ yargı ve kanunlar etkili kılınmalı/ bölgede eğitim seferberliği başlatılmalı/ nüfus planlaması yapılmalı/ okul öncesi eğitim mecburi kılınmalı/ bölgede ekonomik açılım, teşvik ve istihdam sağlanmalı/ terör örgütüne kaynak sağlayan her türlü kaçakçılığın önlenmesine ilişkin tedbirler alınmalı/ propaganda faaliyetlerinde bulunmalı/ dış ülkelerdeki zararlı kuruluşların faaliyetleri engellenmeli/ AB ile ilişkilerde yeni bir dönem başlatılmalı/AB ve ABD’nin politikaları iyi analiz edilmeli/ ulus devlet anlayışı kesinlikle korunmalı/ istikrarı, güvenliği ve huzuru sağlamak için teröriste değil devlete dayanmalı/ yönlendirici propagandadan sakınılmalı/ tehlikenin boyutları gösterilmeli… (Armağan Kuloğlu, Türk Milleti Uyanmalı Uyanamıyorsa Uyandırılmalı, Ümit Özdağ, PKK ile Pazarlık, s. 279- 301)

PPK İle Pazarlık adlı kitapta bir yazı da eski MİT müsteşar Yardımcılarından birine ait. Ertuğrul Güven’e…

Bu yazıya göre devletin Apo ya da PKK ile pazarlık etmesi üzerine fazla yorum yapılmamaktadır. Ne de olsa bu pazarlığı MİT yürütmüştür. Yazara göre MİT “devletimiz”dir.

Yazı, “…devletimiz yetkililerinin Abdullah Öcalan ile yapacakları görüşmeler sonrası alınacak kararlarda en önemli unsur gerçek anlamda bir hukuk devletini inşa edecek olan anayasanın ana muhalefet ve mecliste milletvekili olan partilerle birlikte kabul etmeleridir. Bu olmazsa olmaz bir husustur. Şu anlamda demokrasi olduğu iddialarıyla Mahkemelerin verdiği kararlar ve işletilen yasalar devam ettiği sürece sağlıklı bir anlaşma söz konusu olmayacaktır. Kürt kökenli insanlarımızın, Türkiye’nin toprak ve millet bütünlüğünü, Türk bayrağını ve resmi dil olarak Türk dilini kabul etmek kaydı ile demokratik ortamda kendi toplumsal istemlerinin yerine getirilmesi mümkün olabilecektir. BDP ve Abdullah Öcalan’ın bu güne kadar dile getirdikleri istemlerinin çok büyük bir bölümü kabul edilmiştir. 1) Halen Kürtçe televizyon yayınları devam etmektedir. 2) Mahkemelerde Kürtçe savunma hakkı tanınmış bulunmaktadır. 3) Dillerini öğrenmelerine engel olunmayacağı, 4) Ekonomik olarak Güneydoğu Anadolu’nun kalkındırılacağı güvencesi verilecek, Kürt kökenli insanlarımıza bu hususların inandırılması hâlinde…” diye gidiyor…

Demek ki Mikdat Bey, İsmail Bey, Ertuğrul Bey ve Cevat Bey eski Mit müsteşarları olarak MİT’den ‘devletimiz’ çıkarsaması yapıyorlar ve yapılan işleri doğru buluyorlar. Zaten aksi düşünülemezdi. Fakat MİT’in felsefe, tarih, ontoloji, sosyal antropoloji, sosyoloji, din, manevi sermaye, tarih felsefesi, devlet adamlığı konularında ne kadar donanım sahibi bireyler yetiştirdiğini bilmiyoruz. Tahminime göre; polisiye istihbaratın ötesinde bir derinliğe sahip olabilen kişi sayısı pek azdır. Fakat diğer gelişmiş ülkelerin aksine bizde devlete sahip konumda zannedilen askerden ziyade devlete sahiptirler. Devleti sokakta bulmayan bu istihbaratçılara göre yaptıkları her şey doğrudur ve devlet ancak kendi değerlendirmeleriyle kurtulur.

Son CIA ve Rand Cooperation raporlarından anlaşıldığı kadarıyla Kürt sürecinde orijinal bir Türk tezine rastlanmadığı gibi, David, Henri, Cengiz triosunun yazıp çizdikleri istikametinde gelişmeler kuşku uyandırmaktadır.

Yine PKK ile Pazarlık kitabındaki yazısında eski Mitçi yorumuna şöyle devam etmektedir: “Bölünme zeminini hazırlayan demokratik bir Anayasa yapıldığında ileride Atatürkçü kesim ilk fırsatta PKK’yı dahi aratacak kargaşaların ve iç çatılmaların nedeni olabilecektir. Sadece PKK, BDP ve Öcalan ile yapılacak görüşmeler sonucunda anayasanın kabul edilmesi çok ciddi bir hatanın habercisi olacaktır.

Diğer taraftan bu müzakerelerin yürütülmesinde bir önceki uygulamada olduğu gibi PKK’lı teröristlerin dağ kıyafetleriyle gelip Türk halkını galeyana getiren tavırları, devletin bu konudaki yanlış tavrı tekrar edilmemelidir. Operasyonu yönetecek olanların başında lider olarak bulunacak kişi dışında bir değerlendirme kurulu tarafından bütün kabul edilecek hususlar bütün yönleri ile dikkati alınmalıdır. Bu konuda Dışişleri Bakanlığı, MİT, İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın ve terör konusunda uzman bilim adamlarından oluşacak yetkili kimselerin gizlilik içinde müzakereleri yürütme ve sonuçları değerlendirme ile görevlendirilmesi, hataya düşülmemesi konusunda yararlı olacaktır.”

Görüldüğü gibi sürece bir itiraz yoktur ve Habur’un tekrarlanmaması için tedbirler ‘rapor’ edilmektedir. Zaten bu gelişmeyi sürdürenler Dış İşleri, İçişleri, MİT, Genelkurmay ve kendini terör uzmanı zannedenler değil mi?

Habur faciası sonrası sayın Başbakan çizgiden inhiraf edince hemen bir başka MİT müsteşar yardımcısı tarafından uyarıldı. Cevat Öneş bizzat televizyonlara çıkıp açıkça Başbakanı tehdit etti.

“Süreç devam ettirilmezse AKP bölünür” diye kesin konuştu.

Bu da sürecin asıl sahibinin MİT olduğu yolundaki kuşkuları artırdı.

Ulusalcı Mitçi kardeşimiz de pek farklı şeyler söylemiyor: Hataya düşülmemesi gerekiyor… O kadar…

Bunların yanında, ABD raportörlerini izleyen Mazlum Der, Seta, Tesev, Tüsiad ve daha birçok kuruluş 2007’den itibaren Kürt Raporu yazmada adeta yarıştılar.

ABD’den Bakınca

David, Henri ve Cengiz triosu CIA eksenli raporlarından sonra Henri Barkey ile meşhur Graham Fuller bir kitap hazırladılar. Türkiye’nin Kürt Meselesi adındaki bu kitap önceki raporların da bir özeti mahiyetinde..

Kitap başından sonuna kadar Türk devletinin önüne konulan projeyi kabul etmesi sayesinde ‘flu’ bir başarı öngörüyor.

Genel anlamda tarihsel bir değerlendirme de yapıyorlar:

“Kürtler Müslüman olmaları nedeniyle Osmanlı İslam yasasına göre asla bir azınlık olarak sayılmamışlardı; İslam yasası yalnızca Müslüman olmayan halkları resmen ‘azınlık’ olarak kabul eder. İslam’daki bu yasa bugün Türklerin çoğunun kendi ülkeleri içinde Müslüman bir azınlığın varlığını kabul etmelerini güçleştirmektedir.” (Graham E. Fuller-Henri J. Barkey, Türkiye’nin Kürt Meselesi çev. Hasan Kaya, Profil, İstanbul 2013, s.22)

-Türkiye’nin diğer Müslüman ülkelere örnek olması gereken bir çabasının altını çizmektedir yazarlar. O da çağdaş milliyetçilik ile insan hakları normlarını geleneksel İslami görüşlerle bağdaştırma çabasıdır.-

12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde ABD stratejisi aslında Kürt sorununun çözümü için uygun ortamın milliyetçi ve İslamcı eski geleneksel yapıların çözülmesi ve yeni ılımlı versiyonlarının teşkili için fırsat kollama üzerine kurgulanmış gözüküyor. Yazarlar Erbakan’ı bile milliyetçi buluyorlar.

“Türkiye’de iktidarda olduğu dönemde İslamcı RP’nin eline milliyetçi Türklerin hassasiyetlerini rahatsız etmeden Kürtlerin farklı bir etnik grup olarak kabul edilmelerini sağlayacak ‘İslamcı bir formül’ geliştirme fırsatı geçmişti. Ne var ki, parti yaklaşık bir yıllık iktidarı süresince böyle bir alternatif geliştirmeyi başaramayacaktı.  (age, s.22-23)

“Iraklı Kürt mültecilerin bu ikinci ve daha geniş çaplı kaçışları, Türkiye Kürtlerinin kardeşlerine yardım etmek üzere harekete geçmelerine olanak sağlamıştı; bu yardım seferberliğinin taşıdığı sembolik anlam dikkatlerden kaçamayacak kadar belirgin ve önemliydi. (age, S. 41)

“Türkler ile Kürtler gittikçe artan biçimde kendi psikolojik dünyalarında yaşamaktadırlar. Birbirlerinin niyetlerine karşı devamlı kuşkucudurlar.

Bugün Türkiye’deki Kürt sorununun en tehlikeli yanı, Kürtler ile Türkler arasında her geçen gün derinleşen bu psikolojik uçurumdur.” (age, s.49)

“Solcu bir söylemin ardına gizlenen PKK ilk kurulduğu andan beri milliyetçi bir hareket olmuştu.

Kuramcı Türk sol hareketlerinin bir ürünü olmasına karşı PKK, bu grupların 1980’de ordu tarafından ortadan kaldırılmalarını yakından izlemişti.” (age, s.53)

1980 askeri harekatının planlanmasında bile ABD’li uzmanların önemli katkıları tarafımızdan bilinmektedir. 3, 5, 7 Eylül 1980 tarihlerinde yani henüz 12 Eylül olmadan evvel Ankara Vilayetler Konağında üç ABD’li general ile üç Türk generali toplantılar yaptılar. Bu toplantıların birinde tutulan tutanak Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte iken orada çalışan bir aşçıbaşı tarafından bize iletildi. Bu iki sayfalık raporun başlığı şu idi: Gençliğin De-politizasyonu Eylem Planı 3. Demek ki birkaç rapor hazırlanmış. Bu üçüncü eylem planında şunlar yazıyordu: gençlik depolitize edilmelidir. Bunun için de seks ve spor kullanılacaktır. Nitekim ondan sonra Erkekçe ve Bravo dergileri tele-magazin, telefutbol programları çoğaldı. Tanju ile Hülyanın evliliğine kadar giden futbol seyircisi ile magazin seyircisinin buluşturulması ve Hıncal Uluç’un medya operasyonları… Onun ekibinin daha sonra İslamcı medyaya bile hakim olma süreci… Erkekçe ve Bravo dergilerini planlayan 12 Eylül, o sırada güya Kürt komünistleriyle Türk komünistlerini birbirlerinden ayrı düşürmek için bir taktik geliştirmişti. İşte PKK’yı ve Apo’yu destekleyen devlet aklı, ABD güdümlü bir programla Sovyetler Birliği’ni ve komünizmi büyük tehlike addettiğinden Kürtçülüğü, etnik kimliği öne çıkaracak taktiklere başvurmuştu. Kısa vadede bu hem Kuzey Irak’ta inisiyatif geliştiriyordu, hem de içerde ideolojik tehditlere karşı güvenlik stratejisi üretiyordu. Bugünkü devlet aklı da yine benzer bir paçozlukla milliyetçiliğe aynı korkuyla yaklaşmakta ve güya ideolojiler karşıtı bir taktikle güvenlik stratejisi ortaya koymaktadır. Başta yine Mümtaz’ın yazıları olmak üzere MİT’çi ve devletçi yazıların çoğunda bunu müşahede etmek mümkündür. (mesela Mümtaz’ın ideolojiler çoktan çökmüşken İdeolojiler Çökerken başlıklı yazısı, Zaman, 19 Mayıs 2013)

Dış Baskıların Sürece Katkısı

ABD’li uzmanlara göre devlet üstlense de, PKK sürece evet dese de bütün bu faaliyetler zinciri içinde dış baskıların olumlu etkisi beklenmektedir. Dış baskılar olmazsa, süreç teşvik edilmezse beklenen sonuçlar alınamayabilir. “Sonuç olarak PKK’nın Türk devletinin bir Kürt kimliğiyle ‘müzakere’ etme istekliliğini harekete geçirmek için ilave dış baskıları devreye sokması şarttır.”

Müzakere süreci, Oslo görüşmeleri, diğer Apo-MİT görüşmeleri, Apo-BDP görüşmeleri ve daha bir sürü sivil toplum manipülasyonları dış baskılar veya destekler marifetiyle olmuştur. Devlet aklının değişmesi ve gelişmesi olarak algılanan bu süreci, ıslahatlar yapmaya zorlanan Osmanlı sarayı ve yönetiminin psikolojisi ile mukayese edebiliriz. Tanzimat paşaları (Ali ve Fuat Paşalar) da zaman zaman batılı müttefiklerine ıslahatlara direnen sarayın adam edilmesi için dış baskıların zorunluluğunu dile getirmişlerdir. Batılı dost (!) devlet adamlarına yazdıkları mektuplarda bu baskılara ihtiyaç duyduklarını açıklıkla dile getirmişlerdir. Graham Fuller ve David Phillips de dış baskıların önemine işaret etmekte, ayrıca başkaca erişim imkânlarının kapısını aralamaktadırlar.

“Kuzey Irak’taki kısmen olumlu ortam, PKK’ya batılı basın organları ile çıkar gruplarına geçici bir erişim kapısı sunmaktadır.” (age, s.86)

Bunların dışında sürgündeki Kürt parlamentosundan da yararlanmak gerektiğini açıklamışlardır. Bu parlamentonun İsrail devletine imkân veren Siyonist Yahudi Kongresi gibi bir işlevi olacağını da belirtmişlerdir.

“Sürgündeki Kürt parlamentosu fikri Siyonist ulusal Yahudi kongresini örnek almıştı.” (s.86)

Türkiye içindeki siyasi hareketleri de tahlil eden uzmanlar, tek tek siyasi partileri değerlendirmişler, sonunda Erbakan’ı, MHP’yi ve BBP’yi milliyetçi bularak batıyla uzlaşmacı bir ılımlı İslam modelinde karar kılmışlardır.

Yazarlara göre Erbakan milliyetçidir. İstediği kadar İslam birliğini savunsun, batı karşıtlığı yazarları telaşa itmektedir.

“…Batının karşısında yer alan ülkeleri desteklemiştir.

Mesela Irak örneğinde Saddam Hüseyin’in, RP’nin haklarını savunduğunu iddia ettiği Kürtlere yaptığı ağır zulümlere rağmen Erbakan,  BM yaptırımlarının kaldırılmasının sınırların açılmasının ve Türkiye’deki askeri üsler kullanılarak kuzey Iraktaki Kürtleri izleyen ve koruyan ABD önderliğindeki ÇGH’na son verilmesinin ateşli savunucusu olmuştur.

Erbakan her şeyden evvel Türk milliyetçisidir.” (age, s.185)

Türkiye’deki basının, Ortadoğu’nun diğer hiçbir ülkesinde olamayacağı kadar süreçte rol oynayabileceğine inanan yazarlar, etnik ve ayrılıkçılık meselelerinde Türk basınının daha aktif aktör konumuna gelebileceğini ileri sürmektedirler.

“Haber basını Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde hızla önemli bir aktör konumuna gelebilir, aslında Ortadoğu’daki devletlerin neredeyse hiçbirinde acil etnik ve ayrılıkçılık meselelerinin çözümünde rol oynayabilecek türde bir medya yoktur.” (age, s. 171)

BBP hem aşırı milliyetçi hem aşırı İslamcıdır ve bu açıdan çözüme en uzaktır.

Yazarlar Mit’in aslında katı görüşlere sahip olmadığını ama ordunun orantısız nüfuzunun azalması gerektiği kanaatine sahiptirler. (age, s.212)

Türk Milliyetçiliğine Karşı Kürt Milliyetçiliği

Müzakere sürecinin başlatıcısı raporların hepsinde devletin Kürt sorununun çözümünü üstlenmesi ve entegrasyonu da, ayrışmayı da, özerklik veya bağımsızlaşmayı, federasyonu veya Kürdistan’ın kurulumunu da kendisinin yönetmesi gerektiği yazılıdır. Devlet bütün bunları yapsa da yine Kürt sorunu çözülmeyecektir ama bu bile “iyi”dir.

Devletin müzakereyi kabul etmesi ve hükümet ile PKK arasındaki anlaşmayı hazırlaması (devlet derken MİT’i kastediyorum) sonrası bir dizi sosyal psikolojik evrilmenin yaşanması gerekiyordu. Öncelikle akademisyenler, medya mensupları, iş dünyası, sivil toplum kuruluşları bu alanda devlete (yani anlaşmayı veya müzakereyi yürüten) fikrî açıdan yardım etmeliydiler. Buna göre öncelikli yaklaşım tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi psikolojik olarak Türk milletinin ya da millet-i aslînin ortada bir suç varsa onu kabullenmesi ve bu kabul etrafında açılıma destek mahiyetinde bir söz dünyası yaratmaları gerekmektedir. Yeni Türk kimliği de aslında budur.

“Ulusal/millî kimlik ve anayasa tartışmasını eğer bilimsel kaygılarla sürdürmek istiyorsak, benzer sorunları yaşamış ve aşmış olan örneklerle karşılaştırmalar yaparak sürdürmemiz gerekmektedir.” Diye başlayan yazılarla akademi ve medya dünyasında Türklüğün sanki tarihin herhangi bir döneminde ırkçı bir yaklaşımla kurgulanmış bir kimlik olarak dönüşmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Buna göre Almanlar, en etnik kimlik hatta ırkçı bir yaklaşımdan şimdi her çeşit vatandaşını Alman kimliğinde toparlayabilen bir kimlik reformunu gerçekleştirmişlerdir.

“Yahudi ve Çingene soykırımının faili Alman milliyetçiliği olduğu halde, Alman milletinin ismi değiştirilmemiş, gerek Yahudi, Çingene ve Slavlar gibi bin yıldır Almanya’da yaşayanlar gerekse Türkler gibi dört kuşak önce göç etmiş olan etnik ve dinî azınlıklar, etnik kökenlerine ve inançlarına bakılmaksızın kanun önünde eşit birer Alman olarak kabul edilmişlerdir.”

Aktürk, yine de Alman ismini değiştirmemiş iddiasıyla “yahu bizim de Türk ismini değiştirmeden bu badireyi atlatırız” diyerek Türklüğe bir lütuf da bulunuyor. Fakat gerek o, gerekse benzer akademisyenler ‘Türk milliyetçiliği Kürtlere karşıymış ve bu yüzden Kürt milliyetçiliği ortaya çıkmış’ argümanına katılıyorlar. Graham Fuller ile David Philips’in yaklaşımı da böyleydi. Halbuki en basit tarih bilgisine sahip olanlar bile bilirler ki, Türk milliyetçiliğinin doğuşunun Kürt kimliği ile filan bir ilgisi ve en ufak bağıntısı yoktur. Yani Türklerde bir Kürt düşmanlığı olmadığı gibi, İngiliz emperyalizmine karşı gelişen Tanzimat dönemi sonrası geç kalmış Türk milliyetçiliği İngiliz ve Rus emperyalizmine karşı bir savunma milliyetçiliği olarak teşekkül etmiştir. Hem devlet-i âliyi yaşatmak hem de insanımızı bir arada tutmak aşkına dayanmıştır. Zaten batılı anlamda bir nasyonalizmle alakası olmayan kadim milliyetçiliğimizin ise Kürt kimliği ile hiçbir sorunu yoktur.

Görüldüğü gibi ABD’li uzmanların yazdığı raporlar istikametinde önce bir Kürt Türk ayrışması, Kürtlerin ve Türklerin ayrı ırklar olduğu tespiti, sonra bunların milliyetçiliklerinin birbirlerine karşı oluşları, sonra da güya milliyetçilikler önlenirse çatışma duracak psikolojisi yaratılmak istenmiştir. Hem anayasa yazma, hem milli kimlik oluşturma hem Türk kimliği üzerinde spekülasyonlar da bundan sonra sınır tanımaz cehaletlere kanat çırpmıştır.

Almanlar elbette ki büyük soykırımlar gerçekleştirdiler. Elbette ki bugün Alman vatandaşlığı kanunların tarif ettiği biçimdedir. Bunu örnek olarak ortaya koymak bile büyük bir kafa karışıklığının ürünüdür. Türk kanunlarının hangisinde daha önce Kürt olanlar filanca haklara sahip değildir gibi bir hüküm vardı. Tarihin hangi döneminde böyle bir soykırım gerçekleşti?

Ayrıca bugün herhangi bir PKK’lı Alman vatandaşı olunca “hayır ben Kürdüm, Alman anayasasında benim adım geçecek; yahut da ben Kürt kimliğimi yaşamak istiyorum” diyebilir? Almanya’da razı olduğu kadar Türkiye’de Kürt kökenli bir Türk vatandaşıyım diyemez mi?

Aynı gazetede Mümtaz’er Türköne’nin yazdıkları da manidardır. Eski bir Türk milliyetçisinin yine devlet-i âli(!)yi yaşatma uğruna nasıl fikrî dönüşüm yaşadığının kanıtı olma yanında dış baskılar sonucu devlet aklının oluşumunda nasıl bir kabule yanaştığımızın da nişanesidir. (Zaman gazetesi 19 Mayıs 2013)

Türk milliyetçiliğinin Kürtlere karşı oluşu iddiası gülünç olmakla birlikte bunun sürece katkısı inkâr edilemez. Böylece devlet aklı sözde Kürt milliyetçiliğinin temsilcisi olan örgütün bundan vazgeçeceği kanaatindedir. Oysa bu baştan sona faraziyedir. Hem örgüt Kürt milliyetçisi değildir, hem de örgütün ayrılıkçılığının Kürt kimliği ile bir alakası ve Türk milliyetçiliğinden rahatsız olduğu için dağa çıkmış değildir.

Ama görüldüğü gibi Türk medyası akademi dünyasıyla birlikte ABD’li uzmanların MİT’i ikna ederek ortaya serdikleri strateji istikametinde sosyal psikolojik yapımızı deşmektedirler.

“Kürtler arasındaki etnik siyaset, çağdaş Türk devletinin resmi Türk milliyetçiliğine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır ve etnik bilinçlenme küresel çapta yaşanan artışı yansıtmaktadır. Bir devlet içerisinde farklı etnik kimliklerin ortaya çıkması mutlaka çatışma yaratır diye bir durum yoktur elbette. Ancak tarihsel sürece baktığımızda Türkler ile Kürtler arasında sık sık çatışmaların baş göstermiş olduğunu söyleyebiliriz.” (Graham Fuller, David Philips, Türkiye’de Kürt Meselesi, s.259)

Bir türlü Türk (bana göre Türk diye bir etnik grup olmadığı bellidir. Türkmen demek daha doğrudur) – Kürt çatışması çıkmamasından sanki rahatsız gibidirler. Zaten böyle bir çatışma olmadığından sorunu devlete havale etmelerinden başka çare kalmamıştır. Belli ki yazarlar daha büyük çatışmalar beklemektedir. Sonrasında da bütün bu destekleyici potansiyellere, Unsurlara rağmen uluslar arası toplum son ümittir.

“Uluslar arası toplum konuyla ilgili çok fazla deneyim sahibi olmuş ve Türk-Kürt sorununun çözümüne katkı sağlıyabilecek çok çeşitli formüller ve mekanizmalar geliştirmiştir.” (age, s.261)

Belli ki son tahlilde uluslar arası toplum olaya müdahale edecektir. İşte uzmanlar orayı gizli tutuyor ve bunun nasıl olacağını yazmıyorlar. Fakat belli ki sınırları bu uluslar arası toplum çizecektir.

Irak ve Türkiye İlişkisi

Irak’taki Kürt faktörü hızlı bir gelişim süreci içerisindedir…. Irak’ın bir tür federe devlet yönünde ilerlemesi şarttır. … Türkiye’nin kendi Kürt sorununu o tarihe kadar Kürt vatandaşlarını tatmin edecek biçimde çözmesi akıllıca olur; aksi takdirde, Iraklı Kürtlerin önemli ölçüde özerkliğe sahip olmaları Türkiye Kürtlerinin önüne ülke istikrarını bozucu bir model koyacaktır.

Tersine, talepleri yerine getirilerek memnun edilecek Türkiye Kürtleri Kuzey Irak üzerinde bir nüfuza sahip olabilir, muhtemelen Türkiye’yi bölgede Kürtlerin hâkim özgür sesi konumuna getirebilir. Bu durumda Türkiye Kürtleri, Türkiye’nin kendi gücü, becerileri ve kaynaklarıyla birlikte, pek çok meselede bölgedeki Kürtlerin lideri ve ortağı haline gelebilecektir.

Diyarbakır’ın bir cazibe merkezi olabileceğini vurgulayan yazarlar Irak, İran v e Suriye Kürt bölgelerinde yaşanan sancıların Türkiye’yi zorlayacağını ifade etmektedirler. Türkiye bu üç ülkedeki Kürtlerin oluşturabileceği etki alanı ile sıkıştırılmak istenirken önüne iki seçenek konmaktadır. Ancak iki seçenek de aynı kapıya çıkmaktadır. Demokratik talepler olarak belirtilen taleplerle başlatılan bir özerklik ve hatta bağımsızlık çizgisi ama Türkiye hamiliğinde ve masraflar da Türkiye tarafından karşılanmak üzere bir çözüm; diğeri de yine Türkiye’ye rağmen kurulacak küçük ya da büyük Kürdistan projesinin ihyası… her iki halde de Türkiye terör örgütü ile pazarlık edecektir.

Yazarlar olası çözümler yelpazesinde baklayı ağızlarından çıkarmaktadırlar.

“Kürt etnik sorunuyla mücadelede Türkiye’nin elinde Kürtlerin tüm etnik ifadelerinin tamamen bastırılmasından Kürtlere tam bağımsızlık verilmesine kadar uzanan çok geniş bir seçenek yelpazesi vardır.”

Asimilasyon yapıldığına dair kanaat yazarlarca da kabul edilen kanaattir.

“Bugün Türkiye içerisindeki ve dışındaki çok sayıda insan geçmişteki devlet politikalarının yanlışlarını görmüş olduklarından, yeni bir baskı ve asimilasyon seferberliğini haklı göstermek çok zor olacaktır.

Yazarlar Türkiye’nin Kürtçe yayınların yüzde yirmi oranında olması gerektiği zira nüfusun yüzde yirmisinin Kürt etni-sitesinden olduğunu kabul ettiğini ileri sürüyorlar. Bu bir nevi devletin asgari oranı tespit ettiği iddiasıdır.

Yazarlar çözüm sürecinde devlete bir takım görevler yüklemeyi de ihmal etmediler.

Yetki devri ve ademi merkeziyet başlığı altında çözüm şöyle sunuluyor:

“Tıpkı diğer ülkeler gibi, Türkiye de birbiriyle çelişen iki küresel güçle boğuşmaktadır: Uluslar arası ekonominin etkisi ve siyasi yetkinin yerel unsurlara devredilmesi. Bu güçlerle baş edilebilmesi için devlet yapısının çok daha uyarlanabilir ve esnek olması gerekir. Bir yandan entegre bir ekonomi alanı sunarken aynı zamanda yetkiyi yerel yetkililere devretmelidir; aksi takdirde merkezi yönetim, küreselleşmenin bu yerel topluluklar üzerindeki karmaşık etkisiyle daha fazla baş edemez.

Yazalar yetki devrinin hemen arkasından Türk ordusunun müzmin rolünün azaltılmasını çözüm olarak getiriyorlar.

Yazarlar ademi merkeziyet tekliflerinin arkasında en başta yerel polisin kurulmasını koyuyorlar.

Kürt bölgesine yerel polis teşkilatının kurulması.. Bu ne demek? PKK’lıların önce çekilmesi sonra siyaset yapacakların siyasete, diğerlerinin yerel polis olarak görevlendirilmesine yönelik bir teklif olsa gerektir.

Siyasi yetki devri birkaç farklı biçimde gerçekleşebilir: Bir yandan, seçimle göreve gelmiş yerel yöneticilere daha fazla yetki verilmesi anlamına gelirken; diğer yandan bir federasyon kurulması anlamına da gelebilir. Bu iki seçeneğin arasında yerel unsurlara değişik düzeylerde özerklik veren çok farklı düzenlemeler vardır.

Çok merkezlilik, bölgesel özerklik ve federasyon… s. 287-89

ABD’nin Kürt Sorununa Yaklaşımının Müspet ve Menfi Tarafları

Yazarlar bütünüyle Türkiye’nin aleyhine bir planı tasarlamış değillerdir. Zaman zaman doğru ve yerinde laflar etmektedirler. Bunlardan biri de 287. Sayfada özellikle federasyon tartışılırken ettikleri laflardır.

“Türkiye’de önemli sayıda Kürt federalizminden söz ederken bu tür bir düzenlemenin yaratacağı zorlukları gerçek anlamda az sayıda kişi düşünmektedir. Öncelikle Kürtlerin kendilerini ‘azınlık’ olarak görüp görmedikleri konusunda bir tartışma yaşanmaktadır.”

Türk devletinin toprakları içinde yaşayan etnik kökeni ne olursa olsun Müslümanları azınlık saymadığını belirten yazarlar, devletin muhtemelen sonunda Kürtleri azınlık olarak kabul edeceğini ileri sürüyorlar.

Federasyon olduktan sonraki problemleri de dert edinmiş yazarlar…

“Federal çözüm, çözüyormuş gibi göründüğü kadar yeni sorun da yaratmaktadır. Hangi bölgeler Kürt bölgesi olarak tanımlanacak? Yalnızca Kürt çoğunluğa sahip olanlar mı? Ülkenin Kürt bölgelerinde yaşayan Türklerin kültürel ve azınlık haklarına aynı şekilde Türk bölgelerindeki Kürtlerin kültürel haklarına ne olacak?”

(Komşu) devletlerin herhangi birinde Kürtlerin bağımsızlıklarını elde etmeleri Türkiye’yi doğrudan etkileyecektir. Neyse ki Türkiye, sorun geri dönüşü olmayan bir yola girmeden önce Kürt yurttaşlarının büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayabilecek güç ve imkânlara sahiptir. Sonuç olarak uzun vadede herhangi bir pan-Kürtçü devletin geleceği belirsizdir; oysa devlet Kürt yurttaşlarının taleplerini olumlu biçimde ele alırsa mevcut Türk devlet yapısının korunması hâlâ mümkündür.

Yazarlar çözüm sürecini tarafların birinin veya ikisinin istemeyeceği iki türlü durumun çatışmaya dönüştüreceği kanaatindedirler.

İlk durum, taraflardan birinin veya ikisinin çatışması sıfır toplamlı – yani biri kazanırken diğerinin kaybettiği- bir süreç olarak algılanmasıyla meydana gelir. İkinci durum ise çatışmanın maliyetinin taraflardan birinin politika değişikliğine gitmeyi düşünmesini gerektirmeyecek kadar düşük düzeyde olmalı halinde meydana gelir. Bir çatışma taraflardan birine muazzam hasarlar verirken, diğer taraf ise çatışmayı fazla çaba harcamadan, ekonomik ve siyasi kaynaklarını çok düşük düzeyde harcayarak sürdürebilir.

Yazarlara göre İsrail’in FKÖ’ne yönelik sıfır maliyet tasavvurunun bir benzeri Türkiye tarafından PKK ile mücadelede farzedilmiştir.

“Türk devleti bu yükü bugüne kadar pek zorlanmadan taşımıştır. Oysa çatışma ekonominin başta turizm olmak üzere diğer sektörlerine de sıçrayacak olursa bu maliyetler kolaylıkla artabilir.”

Aynen onların dedikleri gibi PKK zaman zaman turistik bölgeleri vurmuştur. Ajanlar pardon yazarlar AB’ye de akıl vermektedirler. Türkiye’ye Kürt meselesinin çözümü için baskı yapmanın vakti gelmiştir.

“Türkiye’yi gümrük birliğine alarak güvenini kazanmış olan Avrupalı müttefikleri de artık Türkiye’yi Kürt meselesinin çözümü için baskı yapmanın vaktinin gelmiş olduğunu düşünüyor olabilirler.”

Devlet iki yaklaşım izleyebilir:

Devletin tek taraflı olarak sunacağı çözümler ve demokratik tahkim.

Birincisi: Kürt azınlığın varlığını resmen kabul edip onlara basın ve özel eğitim dahil kültürel haklar verebilir. Ayrıca güneydoğuda askerin varlığını azaltabilir. Bölge insanına ekonomik kalkınma için yardım edebilir. Bunlar devlet tarafından Kürt halkına danışılmadan yapılacaktır.

Bunda Kürt muhatap duymaması devletin kendi kendine açılımları yapması esastır. Bunlar devletin felsefesinde ciddi anlamda değişikliğe başvurmadan yapılabilir.

Devlet PKK’ya karşı siyasi anlamda olmasa da askeri anlamda zafer elde ettiğini iddia ederek reformlar başlatabilir.

Yazarlar devletin böylece tatmin edilmesini de yüksek akılları ile salık veriyorlar.

Bu önlemler PKK’ya desteği azaltabilir

Sonra da soruyorlar. Peki ya olmazsa?…

Yazarlara göre PKK milliyetçi bir örgüttür ve mücadeleyi sürdürecektir. “Devletin adeta yalnızca PKK’ya odaklanmış olması da Türkiye’ye pek fayda sağlamamıştır: Kısa vadede paramiliter bir örgütün faaliyetlerini ve kötü yanlarını öne çıkarsa da uzun vadede PKK’yı tek mantıklı muhatap kılmaktadır.

Kısaca yazarlar ‘devlet ne yaparsa yapsın tek muhatap olan PKK ile anlaşmazsa onlar kendilerini ister istemez oyunun bozulması yönünde bir senaryoya iteceklerdir’ görüşündedirler.

“Devletin muhataplarını (kapalı kapılar ardında) belirlemesi Kürt milliyetçilerinin nazarında bu insanların güvenirliliklerine leke düşürecektir, özellikle de seçilenlerin temsil yeteneğine sahip olmadıkları kanaati hasıl olursa.

Yazarlara göre, Kürt milliyetçilerinin çoğu muhatap olarak PKK’nın alınmasını istemektedir’.

Müzakere PKK ile olduğu kadar Türkiye dışındaki Kürtlerle de olmalıdır.

Kürtlerin devletle aynı kefeye konduğu izleniminin problem olacağını sezen yazarlar Türk ve Kürtlerden oluşan bir komisyon da önermektedir.

Devlet Üstlense de Sorun Bitmeyecek

PKK’nın onaylayacağı muhataplar heyetinin çok geniş bir meşruiyete sahip olacağını ileri süren yazarlar, bu sayede reformların önünün açılacağı kanaatindedirler.

“Aslında PKK siyasi zekâya sahip olsa paramiliter örgütlükten siyasi partiye geçiş sürecini kimseyi beklemeden kendisi başlatır ve tamamlar.” S.299

Yazarlar, PKK’ya satır aralarında taktikler verirken devlete de uygulayacağı programı ayrıntılarıyla izah etmektedir. Devletin tek taraflı olarak muhataplarını belirlemesi, kendince vereceği tavizleri uygulaması sırasında da bir takım engellerin ortaya çıkabileceğini vurgulamaktadırlar.

PKK seçilen muhatapların, müzakerecilerin seçiminde hata olursa oyunbozanlık edebilir. Öte yandan iktidarda olacak Türk partisinin de diğer siyasi partilerce ihanetle suçlanması mümkün olabilecektir.

Bugün AKP’nin ihanetle suçlanması sanki süreci tayin eden ve devlete akıl veren bu ABD’li ajanların pardon yazarların marifetidir.

Aslında yazarlar ümitsizliklerini ve her şeye rağmen çok olumlu buldukları sürecin başarılı olmasını beklemiyorlar. Ama diyorlar ki, Türkiye her hal ve şartta bir belayla karşı karşıyadır ve bu denilenleri yapmak zorundadır. Yani devlet bilerek bu suçu işlemelidir. Bilerek kendi ayağına sıkmalıdır gibi bir şey…

“Devlet böyle bir stratejiyi benimseyecek olursa bunun mutlaka başarısızlıkla sonuçlanacağını söylemiyoruz elbette. Açıkça görülüyor ki, devlet böyle bir süreci ne kadar çabuk başlatırsa başarı şansı da aynı ölçüde yüksek olacaktır. Devletin tek taraflı başladığı her türlü girişim, aşağıda açıklayacağımız gibi çok daha verimli bir sürecin ilk adımı olarak da görülebilir. Daha da önemlisi, barışçıl bir siyasi çözümün etrafında bir çoğunluk koalisyonu oluşturulması şarttır; devletin alternatifleri ciddi biçimde değerlendirmeye çalışması, toplumu bir çoğunluk koalisyonu arayışına daha da yakınlaştırmaktadır. Özal federasyon fikrinin tartışmaya açılmasını bunun gerçekleştirilebilir olduğuna inandığı için değil, meseleyi kamuoyu önünde tartışarak bunun olası bir çözüm olamayacağını göstermek için istemişti.

PKK’nın nasıl olsa özgür ve demokratik bir ortamda bütün Kürtlerin temsilcisi olamayacağı iddiasını tekrarlayan yazarlar, bu süreçte PKK’lıların veya ona yakın milletvekillerinin diledikleri kişilerle, Brüksel’deki sürgündeki parlamentoyla görüşmelerine izin verilmesini istemişlerdir.

Zaman zaman İsrail Filistin, zaman zaman Amerikan iç savaşından, zaman İspanya Bask ve İngiliz İrlanda münasebetlerine değinen ve örnekler veren yazarlar, teröristlere aktivist denilmesinin de önünü açmışlardır.

İsrail’in Filistinli aktivistlerin yurt dışında olanlarına izin vermesini örnek gösteren yazarlar, yurt dışından Kürt temsilcilerin de Türkiye’de aktivist olmalarını öğütlemektedir. Devletin bizzat bunları çağırması gerektiğini yazmaktadırlar.

Kürt temsilcilerin devletle hangi yasal düzlemde müzakere edeceklerinin bir soru işareti taşıdığını bilen yazarlar, işin gerçekten karmaşık ve çok boyutlu olduğunu kabul etmektedirler. Sadece meclis yeter mi? Yasal düzenleme dışında yürütmeyi ilgilendiren meseleler vardır. Onun dışında güvenlik, seçim yasası, anayasa, merkezi yapıda değişiklikler…

Meclis öyle ya kabul bakımından sıkıntılı bir alandır. Türk milletvekilleri ile Kürt milletvekilleri tartışırken süreç yara alabilir.

Özellikle Türk ve Kürt diye net ayırımı ortaya koyan yazarlar aksini yani Türklüğün bir üst kimlik Kürt kimliğinin de tanına bir kimlik olduğunu hiç düşünmemektedirler. Gündemlerinde böylesi bir bütünleşme için sürecin olumlanması yoktur. Fakat yazarlar meclisteki muhtemel direnci de önemsememektedirler.

“Kürt milletvekilleri çoğunluğu oluşturan Türk milletvekilleriyle zedeleyici bir siyasi çatışmaya gireceklerdir. Kısacası çözülmesi gereken usule ilişkin bir takım karmaşık mesele vardır ama irade olduktan sonra yaratıcı devlet adamlarının yapamayacakları hiçbir şey yoktur.”

Sivil toplum güçlü ve aktif katılıma sokulmalıdır. İşte sihirli formül budur. Sivil toplum olsaydı zaten milli bütünleşmesi olacak olan Türkiye’de sivil toplum kuruluşları demek bindirilmiş kıtalar ve yönlendirilmiş birkaç kişiden ibaret dernek yapılarıdır.

İş dünyasının da rolünü unutmamaktadırlar. Zaten Cem Boyner önemli sözler sarf etmedi mi YDH’yı yürütürken?…

Sürecin ilerletilmesi bahsinde de artık sona gelinmektedir. Kemalist ulus modelinden kopma olarak takdim edilen yeni modelin çok uluslu devlet modelinden rahatsız olan Türklerdeki kafa karışıklığından istifade etmekte olan yazarlar, bir yandan bağımsızlığın ve yeni devletlerin doğmasının önüne geçilemeyeceğini iddia ederlerken diğer yandan da Türk devlet yetkililerini bölünme olmayacağı konusunda ikna etmeye çalışmaktadırlar. Hatta onlara göre Türkiye bu süreçten daha da güçlenerek çıkacaktır.

Hatta AB sürecinin bu Kürt meselesi süreci ile paralel düşünülmesini salık vermektedirler. Avrupa’nın ademi merkeziyetçi yapısının örnek alınmasını öğütlemektedirler. Sözde Avrupa üyelik sürecinin parçalanma ile daha mümkün olacağını satır aralarında dile getirmektedirler.

Yazarlar, o kadar pişkindirler ki, hem Türk devlet yetkililerine hem de AB’ye birbiriyle çelişkili de olsa her bakımdan olumlu olduğuna inandıkları tavsiyelerde bulunmaktadır: “Türkiye’ye uygulanacak güçlü dış baskı olumsuz etki yaratabilecek olsa da, Türkiye şunu bilmelidir ki –üyesi olmak istediği- Avrupa Birliği’nin Türkiye’den karşılamasını beklediği, tüm tarafların yararına olan yüksek beklentileri vardır. Sabırlı, hassas, ve bir o kadar da inatçı insanlar, Türkiye’nin istikrarı, demokrasisi ve birliğinin korunabilmesi için Kürt meselesiyle ilgili devletin her kademesinde ilerleme kaydedilmesine ihtiyaç olduğunu Ankara’ya sürekli hatırlatmalıdırlar.

Bu istikrarlı baskı ve hatırlatmaların devletin en üst düzey kademelerindeki toplantılarda yapılması daha da önemlidir. Türk liderler, Türkiye’nin batılı kurumlarla işbirliği ve entegrasyonun uzun vadeli başarısının Kürt sorununun çözümü yolunda ilerleme kaydedilmesine bağlı olduğuna bizzat inanmadıkları sürece bu karmaşık meseleye odaklanmaktan sakınabilirler.”

Hatta yazarlar bu baskıların kamuoyunda rahatsızlık verdiğin bildiklerinden bazı hatırlatmaların gizli olmasını ve kamuoyu önünde yapılmaması gerektiğini çekinmeden yazmaktadırlar.

“Türkiye’ye yönelik sürekli hatırlatmalar komu oyu önünde yapılmasa da olur, ancak net ifadelerle yapılmalıdır.”

Tanzimat paşalarının zaman zaman bazı ıslahatlar için sarayın ikna edilmesindeki zorluğu batılı hısımlarıyla paylaştıkları ve onlara ‘siz yandan ufak darbelerle bize yardımcı olursanız padişahın yola gelmesi mümkün olacaktır’ gibi bir ihaneti müspet bir davranış olarak gördükleri bilinmektedir.

Özellikle AB’nin gizli ya da açık sıklıkla ve inatla Türkiye’ye baskı yapmasının yerinde olacağını düşünmektedirler.

Bu da 2007 yılında sonuçlandırdığımız Kürt meselesinde AB’nin rolü hakkındaki görüşlerimizi doğruluyor.

Tarım Bakanlığındaki görevim sırasında da müşahede ettim ki, gıda konusundaki bir görüşmede bile ele alınan 18 maddenin mutlaka sonuncusu Kıbrıs ya da Kürt yahut Ermeni meselesi olmaktadır. Ne alakası var diye itiraz ettiğinizde de sanki öylesine konmuş bir madde olarak görüp-gösterip bizim tepkimizi tuhaf ilan etmektedirler.

AB’nin, ABD’nin ve İsrail’in zaman zaman çıkarları karşı karşıya gelse de derin bir ortak paydanın varlığı özellikle bir Büyük Doğu potansiyeli karşısında bize yönelik politika ve stratejilerinde onları reflekslerine geri döndürmektedir.

Kürt meselesinde bu üçlünün evvelce çatışan menfaatleri ilk defa çakışmaktadır.

  1. Ortadoğu’da ABD merkezli BOP ve Arap Baharı hareketlenmelerinin buluşturulması ve elde edilen d-stabilizasyon sürecinde ABD ve Batı müdahalelerinin sürdürülebilir kılınması
  2. ABD ve AB’nin önceleri karşı oldukları veya umursamadıkları, ama İsrail için 1968 yılından beri gelecek kurgusu olan İkinci İsrail olarak bir Kürdistan teşkili sorun
  3. AB üyeliği bakımından Türkiye’nin taleplerinin karşılanması için (ABD’li veya CIA mensubu yazarların da sıklıkla vurguladıkları gibi) Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım düzenlemelerin yapılmasını istemek ve sözde demokratikleşme, liberalleşme arkasında Kürt, Ermeni ve Kıbrıs manivelasının kullanılmasını sağlamak. Türkiye’yi baskı altında tutmak.
  4. AB üyeliği açısından Türkiye’nin ‘hazmedilme kapasitesi’ni gündeme getirmek. Bu büyüklükteki bir Türkiye’nin üyeliğinin mümkün olmadığı noktasında başkaca gerekçelerle küçülmesi yahut federalleşmesi, ademi merkeziyetçi bir yapıya gitmesi yolunda teşvik edici olmak.
  5. Kapalı kapılar arkasında da ‘Kürtsüz bir Türkiye’nin AB üyeliği için mümkün olabileceği düşüncesini benimsetmek.
  6. ABD’nin Kuzey Irak’taki de-facto olarak kurguladığı Kürt devletinin cazibe merkezi olmasını sağlamak ve Kürtler arasında da büyük Kürdistan hedefini uzak vade olarak gösterirken Türkiye gibi yarı müttefik ülkelerde de ikili bir çözümü şimdilik yararlı göstermek. Biri özerkleşmiş, bağımsızlaşmış veya federe bir Kürt devleti ideali; diğeri de Türkiye yönetiminde söz sahibi siyasallaşmış bölücü hareketin stratejik ortak kılınması. Çünkü PKK son zamanlarda anti-Amerikancı bir tutum sergiliyordu ve ya bitirilecek ya da entegre edileceklerdi.
  7. Türkiye’nin askeri ve stratejik üstünlüğünün iç dinamiklerle yıpratılması, özellikle batı karşıtı İslamcı siyasi hareketlerin kültürel entegrasyonunun sağlanması, alternatif İslam medeniyeti beklentilerinin boşa çıkarılarak varoş isalımın şehrin merkezinde emilmesi ve yoldan çıkarılarak alternatif değil entegre kılınması… milliyetçiliğin sosyo psikolojik faktörlerle ayaklar altına alınması ve kamuoyu baskısının şaşırtılması, etkisizleştirilmesi hatta mümkünse Türklerin kendi kendilerini suçlayacak bir hale getirilmesi
  8. İsrail’in güvenliğini bütün dünyanın birinci meselesi olarak gören Orta(k) Batı’nın ortak çıkarlar doğrultusunda bölünük bir Avrupa mazisi hatırda tutularak bölünük bir İslam ve Doğu atmosferini yaşatma yolunda diyalogtan çatışmaya kadar her aracı kullanmaya ahdetmesi ve bunu en şedit ve inatçı biçimde göstermesi
  9. Avrupa’nın göçmen sorununu birinci tehdit algılaması ve doğudan batıya herhangi bir göçü önleyecek tedbirleri bizzat doğu içinde programlaması
  10. ABD’nin Türk ordusu, Türk bürokrasisi ve siyaseti üstünde hegemonyası bu devletin –ki bütün devletler ahlak temeli üstünde inşa edilir- ahlaksız ahlaktan mahrum bir siyasal yapı hatta çürük elma olmasına yol açmıştır. Kuklacı o kadar sırıtmaktadır ki, CIA’ya rapor veren sözde araştırmacı gazetecilerin yazdıkları (özellikle 2007 yılından bu yana) adeta sırasıyla yürürlüğe konmaktadır. Stratejik ortaklık ABD’nin tek kutuplu olmayan yönlendirici senaryoları sayesinde tek taraflı bir yaptırıma hatta zaman zaman dalga geçilen bir hizmetkârlığa dönüşmüştür. Birkaç senaryoyu birden sahneye koyabilen ABD için sonucun ne olduğu pek de önemli değildir, çünkü dünya onun oyun alanıdır ve hepsi için planı vardır. Çözümsüzlükten rahatsız olan ve tek bir planda çözümü arayan(ne pahasına olursa olsun) bizim gibi ülkeler telaşla yırtınıp dururken o çözümsüzlük üstüne binbir tezgâh kurmaktadır. Çözümsüzlüğü bir politika aracı yapmaktadır.

TRT ŞEŞ MESELESİ

Türk tarih felsefesi açısından Kürt sorununa yaklaşım dediğimizde mutlaka tarihi bir arka-plandan bahsediyoruz demektir. Bu tarihi arka-plan nasıl bir kavramsal çerçeve vazediyor, öncelikle bunu paylaşmak gerekmektedir.

Kavramsal çerçevenin bugün eskimiş ve kullanılırken bile mânası ve mazmunu bakımından yeterli donanım, deneyim ve idrak sahibi olunmadan harcanan kelimelerinin başında şunlar gelmektedir:

Mesuliyet:

“Dünyanın neresinde bir çocuk ağlıyorsa ondan mesulüm ben” diyen Dostoyevski, nasıl Rusların büyük milletler arasına girmesine yardımcı olduysa şanlı tarihimizde mesuliyet çizgisi Allah’a adanmış olarak ve nizam-ı âlem diyerek üç kıtaya hükmetmiş ve medeniyet kurmuş ceddimizi de büyük milletler arasına katmıştır. Her şeyden ve herkesten kendisini sorumlu hissetmek faziletlerin en büyüğüdür. Nurettin Topçu’nun mesuliyet çizgisi Akif’in samimiyet çizgisinin üstüne bina edilmiştir.

Samimiyet:

“Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim/ Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım/ Bir yığın söz ki samimiyettir hüneri…” diye başlayan Safahat’ın başından sonuna kadar davasını bir samimiyet prensibi içinde örgüleyen Mehmet Âkif’te en yalın ifadesini bulan samimiyet, bizi biz yapan kavramsal çerçevenin mihverlerinden biridir. İçtenlik inançla yola çıkılan her işte öz başarının anahtarıdır. Herhangi bir meseleye samimiyetle yaklaştığınızda “bilmediklerinizi de öğretecek” ne kapılar açılacaktır.

Vefakârlık

Vefa İstanbul’da bir semt adı olmazdan evvel bu milletin asli vasıflarından biriydi. Önce bizi Yaradan’a olan vefamızla başlayan bu prensip, hayatın her safhasında yenilenmenin ve yükselmenin itici faktörü olur. Vefa olmadığı zaman hiçbir değerin anlamı yoktur. İmanın bir rüknüdür hatta vefa… Allah’a vefa, peygamberlere vefa, meleklere vefa, kitaplara vefa, yazgıya vefa, komşuya vefa, mahalleye vefa, tarihe vefa, şehre vefa, şehitlere vefa, vatana vefa, arkadaşlarımıza vefa, milletimize vefa… Sonsuza kadar uzanan bir ahlâk prensibi… Ahlakı tamamlamaya gönderilen peygamberin has vasfı…

Fedakârlık

Yanlışta da olsa fedakârlık yapanın insanı yücelten tutum ve davranışları muhataplarını zilletten kurtarır ve onlarda bir evrilmeye içe dönük bir mukayese, muhasebe ve yenilenme meydana getirir. Fedakârlık yapan insan bazılarınca ‘aptal’ yerine konsa da sadece o vasfın yaşatılmasına yaptığı hizmetle zulmet içindeki insanın ruhunda tarifi imkânsız yaralar açar, titreşimler meydana getirir. Adeta o insan ameliyat olur. İçine gizlenmiş urları bu ameliyatla söküp atma fırsatı bulur. Bu karaktere ısrarla sahip olan insan ve/veya millet “iyilik ve kötülük virüsünün aynı hızla yayıldığını bildiğinden” fedakârlığın yayacağı iyilik melekesinin insanı ve toplumu dönüştüreceğinden emindir.

Merhamet

Merhamet acıma duygusu değildir. İçinde onu da barındırır ama muhatabını yücelten ona erdem kazandıran bir hissiyatla bir kucaklayıştır. Milletimiz kendisini asırlar boyu emanet edilen her çeşit insan ve cemaati merhametle bağrına basmış ve korumuştur. Onların kültürlerini, dillerini, folklorlarını, inançlarını muhafaza ve geliştirme noktasında engelleyici değil, destekleyici rol oynamıştır. Merhamet ve sadakat iki kardeştir. Merhametle muamele gören teb’a da elbette ki sadakat göstermiş ve bu kardeşliği yaşatmıştır.

Sadakat

Sadece merhametle muamele edilen halkın bir kısmı değil, yani merhamet gören azınlıklar değil bütün bir millet merhamet ve sadakatin kardeşliği düsturundan hareketle artık kardeşler olarak inşa ettikleri siyasi mekanizmaya devlete sadakatle bağlı olurlar. Zira devlet ahlak üzerine bina edilir. Onu tamamlamak için de bu meziyetlerin birlikte inşası gerekmektedir.

Hikmet

Hoca Ahmet Yesevi’den beri Anadolu’yu mayalayanlar özellikle bu şifre ile gönül kapısını aralayabilmişlerdir. Gönül dilinin kurulması hikmetle mümkündür. Hikmet aynı zamanda mayanın kurduğu medeniyetin, şehrin ve kültürün de ateşleyicisidir. Devletin ve milletin birlikte inşa ettiği burcun taşlarını birleştiren harç hikmettir.

Hörmet

Yine Nurettin Topçu’nun mesuliyet ile birlikte işlediği kavramların başında gelen hörmet toplumcu – sosyalist dayanışmanın ve birlikte kurulacak olan ekonomi –politiğin, toprağa bağlı üretim, paylaşım, çalışma-say ve tüketim toplumunun davranış kodlarının başında gelir. Toprağa hörmet, insana hörmet, maziye hörmet, hikmete hörmet, bu sahip olunan vasıfları yaşatanlara hörmet ister istemez emanete hıyaneti de önler. Risk maliyetini sıfıra indirir, zenginliği sağlar.

Aşk

Aslında bu kavram bütün yukarıdakilerin, bütün parçacıkların, yapı taşlarının enel-Hakk kavramında olduğu gibi tek Bir’de bütünleşmesidir.

Millet-i aslî’nin merhamet ve azınlık anlayışı

Bin yıllık terkibin, Anadolu mayasının inşa ettiği sivil toplum işte bu kavramsal çerçeveyi teşkil eden bir sosyal psikolojiye maliktir. Buna göre, bu millete tevdi edilen bütün insanlık âlemi, azınlıklar ve daha ne varsa merhametle kucaklanır. Rumlara, Ermenilere, her türlü Hıristiyan azınlığa milletimiz bu şekilde asırlarca merhametle muamele etmiştir. Etmeye çalışmıştır. Bu anlamda Kürtler böylesi bir azınlık olarak telakki edilmediklerinden milleti aslinin üyesi sayıldıklarından onlar da birer Müslüman olarak bu Hıristiyanlara merhametle muamele etmekle mükelleftiler.

Bugün eğer Kürtler kendilerini azınlık sayacaklarsa da milleti aslinin içinde Kürt etnisitesinden de gelenleri olmak üzere bu gafillere merhametle muamele etmelerinde bir beis yoktur.

İşbu azınlığın kendisine merhametle muamele eden milleti asliye sadakatle bağlı olması yine tarih felsefemiz bakımından genel geçer bir hüküm olarak bilinmektedir. Tabaka-i sadıka denilen Ermeniler uzun asırlar böylesi bir sadakat geleneği ortaya koyabilmişlerdir. Nitekim Viyana’nın ikinci kuşatılması sırasında Türk ordusu ağır bir hezimetle geri çekilirken on beş gün geçmesine rağmen hâlâ yer altı tünellerinde Viyana’nın fethi için kazma kürek çalışan Develili Ermeni ustalar buna en güzel örnektir. Bu sadakat 20. Asrın başına kadar devam etmiş, fakat düveli muazzama bu Osmanlı’nın olmazsa olmaz sadık teb’asını ihanet çemberinin içine itmiştir.

Osmanlı çekilirken Anadolu mayası son kurtuluşla Anadolu sınırları içine reel politik zemine çekilmiştir. Fakat hinterlandında Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da ilişik ve bitişik halklar ve kendinden paylar bırakmıştır. Bütün bu çevreye bugün kendi madde ve mânâ dünyasından haberler vermesi icap eden Türkiye’nin çok dilli bir haber kanalına ihtiyacı vardı.

İşte bu ihtiyaçtan Türkiye’nin yayacağı haberleri dinlemesi gereken ve haberdar olması icap eden insanlara-toplumlara CNN ve BBC gibi bölgesel güç haline geldiği iddia edilen Türkiye’nin yayınlar yapması bir plan olarak önüne geldi. Fakat ne yazık ki benim ‘salak’ dediğim ve bu salaklıktan bir türlü kurtulamayan ‘devlet aklı’ ne yapacağını bu müthiş fırsatı nasıl değerlendireceğini kestiremedi. Başka süper güçlerin kendi bölgesel güç olma potansiyelinden yararlanacağı süreci bilmeden onlara emanet etti; onların yazdığı raporlar ve senaryolar istikametinde kendi çok dilli yayın planını TRT-Şeş’e mahkûm etti.

TRT-Şeş diye bilinen TRT-6 aslında kendi bölgesinde yeni bir ulusal güç yaratmaya yarayacak farklı lehçeleri tek dil haline getirecek, haberdar olmanın ötesinde bölücü siyasetlere alet edilecek bir mekanizma değildi.

TRT’nin Yönetim Kurulunca imzalanan planı “ÇOK DİLLİ KANAL” idi..

Çok dilli kanal, bölgemizdeki bütün dil ve lehçelerde sadece ‘haber’ yayını yapacak ve bizim doğru haberlerimizi bizim dilimizi bilmeyen insanlar tarafından izlenmesini sağlayacak ve böylece bizim çıkarlarımıza uygun olarak kamuoyunun meydana gelmesine hizmet edecek bir kanal idi.

Bölgedeki bütün lehçe ve dillerde yayın yapacaktı: Rumca, Sırpça, Bulgarca, Türkmence, Rusça, Ukraynaca, Tatarca, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Gürcüce, Ermenice, Farsça, Arapça, Kırmançi, Goranice, Zazaca…

24 saat haber kanalı olacaktı. Sadece TRT Haber Dairesinin ürettiği haberlerle dolu olacaktı. Fakat ne oldu? Bölücü örgüt lehine bir süreci besleyen yayınlar bile yapıldı. Bir ulus yaratmanın aracı oldu. Global statükoya hizmet verdi. Şüphesiz terör örgütü devletin bu iyi niyetli yaklaşımını da istismar edecekti. Örgüt silahın gücünün görüldüğünü, TRT’nin Kürtçe yayına geçtiğini ama bu kanaldaki yayınların da Kürt halkını kandırmaya yönelik yayınlar olduğunu iddia etti. TRT-Şeş yöneticileri belki bu yüzden örgütün de itiraz edemeyeceği yayınlar yapmayı marifet bildi. Aslında gerçek bu ikisinin de ötesinde idi. Yapılan David, Henri, Cengiz triosunun yazdığı ve Rand Cooperation ve CIA ile de paylaşılan ABD stratejisi doğrultusunda işlerdi. O raporlarda devletin üstleneceği işler bir bir yazılmıştı.

Fakat burada bir hususun altını çizmek gerek: o da bu bölümün başında belirttiğimiz millet vasfı ve karakteri istikametinde bize emanet edilen halkların bütün kültürel özelliklerini yaşatmak konusudur; merhamet karakterimiz istikametinde Kürtlerin ve diğer bütün budunların milletimizin asli unsurları olarak yerel-yörel kimliklerini geliştirmek konusunda bir vazifemiz olduğunu unutmamak gerçeğidir. Bu anlamda TRT’nin yurdumuzda yaşayan dillerde yayın yapması ve onları ‘haberdar’ kılması vazifesidir. Aynı zamanda Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da konuşulan dillerde de haber programları yapmak TRT’nin görevleri arasında olmak gerekir.

Ben TRT Yönetim Kurulu üyesiyken bu konuyu tıpkı 70’li yıllarda Ülkü Ocakları’nda yaptığımız gibi masaya yatırdık. 70’li yıllarda Kon adında bir dergi çıkarmıştık. Sayfalarının bazıları Kürtçe idi. Fakat Türkçe ile yakınlığı olan kelimeler kullanıyor ve ortak bir geçmişin ortak bir geleceğe kanatlanmasına hizmet ediyorduk. Başında da Diyarbakırlı Hayri Başbuğ bulunuyordu. TRT’de de Çok dilli kanalı bu amaçla kurduk. Benim de imzam var. Asla bugünkü mantıkla değil… O kararda şerhim bulunuyor: uzun bir şerh. Mealen şöyle: TRT, tıpkı BBC ve CNN gibi büyüyen Türkiye’nin bölgesindeki halkları kendi gerçeğinden ve doğrularından haberdar etmek için Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgenindeki bütün halkların dilinde haber yayını yapmak zorundadır. Türkiye’nin haklı davalarını komşularına anlatması ancak onların dilinde yayın yapmakla olur. Ayrıca Kürtçeden başka dil bilmeyen Anadolu insanına haberleri ulaştırmak görevimiz vardır. Ancak bu yayınlar yapılırken kanalın sadece bir dile ayrılmamasına ve yayınların sadece haber programları olmasına dikkat edilmelidir. Asla bir ulus yaratmak için kültürel yayınlar hele hele çizgi filmler Türkçenin dışında dillerle yapılmamalıdır.

Bu şerhin dışında fiilen de uyarılarımız oldu. TRT Şeş’e çıkanlara zorla Kürtçe konuşturuyorlardı. Oysa ki, örgütün kanalında bile Türkçe konuşuluyordu. Ortak kelimelere ağırlık vermek ve programa çıkanların Türkçe konuşmalarına izin vermek gerekirken saçma sapan bir yayın prensibi ısrarla uygulandı.

Bu konuda devletin kafası hayli karışıktır.

Sayın Cumhurbaşkanı Gül, önceleri şiddetle karşı çıkarken sonraları destekler mahiyette konuşmalar yapmıştır. Öte yandan bütün bu işleri devlete kabul ettiren MİT görevlileri arasında da kafa karışıklığı vardır.

MİT müsteşar yardımcısı Mikdat Alpay: Adamın ana dili Kürtçe.. Türkiye’nin doğrularını onlara neyle anlatacaksınız? Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarları için Apo’yu nasıl kullanırsak, Kürtçeyi de kullanabilmeliyiz. Bunu da başkalarının bizden istediği şekilde değil, kendi istediğimiz şekilde yapabiliriz. Bakın, bir tiyatro grubunun Kürtçe oyun oynayıp Kürtçülük yapması başka bir şeydir, devletin vatandaşıyla anlaşması için Kürtçe kullanması başka bir şeydir. (Sedat Ergin, Kürtçe TV’ye Vize, Hürriyet 28 Kasım 2000)

Cemil Çiçek: Yarın Kürtçe yayınlar başlayınca bu alan PKK’nın adamlarına veya Avrupa’daki Kürdoloji Enstitisü’ne kalacaktır.. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Kürtçeden başka, Türk tarih ve folklorunu inceleme, Türkiye’de, Kırgızistan’da mevcut folklorla ortak noktaları, töreleri, değerleri sistematik halde ortaya çıkarmalıdır. Bunlar ileride hem Kürtçe ve Türkçe ilmi eserler olarak yayınlanabilir hem de daha önemlisi yarın dergi ve gazete türünde Kürtçe yayınların yönlendirilmesi için malzeme hazırlanmış olur. TV dizileri yapılarak, bu malzeme Kürtler de Türk’tür tezinin dayanakları olarak sergilenir. (17 Eylül 1989)

Abdullah Gül(Dışişleri Bakanı): Kürtçe TV yayını TRT’nin yapması konusunda görüş var. Devlet eliyle yayın yaptığınızda farkına varmadan ikinci bir resmi dil koyuyorsunuz. Oysa Türkiye’nin resmi dili Türkçedir. Biz herkese Türkçe öğretecek ve dilimizi zenginleştireceğiz. TRT yabancı dil ile yayın yapacak – ki buna Kürtçe diyelim- o zaman başkaları da çıkabilir…. Devletin televizyonu ikinci dille yayın yaparsa, o dilin ikinci dil gibi algılanması tehlikesi var. (Zaman, 9 Haziran 2003)

Abdullah Gül(Cumhurbaşkanı): -TRT 6’nın Açılması- Bunu TRT’nin yapıyor olmasını yine çok anlamlı buluyorum. Bunun halkımızın birliğini, beraberliğini daha da pekiştireceğini ümit ediyorum. (Yeni Şafak 2 Ocak 2009)

Abdullah Öcalan: Birdenbire koptuk mu çırılçıplak açıkta kalırız. Ben size gerçekleri de yalınkat göstereyim. Hatta Kürtçeyle doğru dürüst okul açamayız.. Türkçeyi uzun süre eğitim dili, bilim dili olarak kullanacağız. Kaç yıl gerekebilir? Tarih de veremem. Ne zaman Kürtçe biraz gelişir, Kürtçe ile insanlar okur, yazar, eğitim görür, bilim öğrenir, kültür özümser duruma gelince Kürtçenin payı artar. Türkçenin payı azalır. Fakat birdenbire Türkçenin payını kesersek Kürtler cahil kalır. Rafet Ballı, Kürt Dosyası, s.235, Röportaj Mayıs 1991)

Ali Akbaş, TRT Şeş’in sakıncalarını dört maddede özetlemiş:

  1. TRT Şeş bölgesel bilinç oluşturmayı hedefleyen bölgesel yayıncılık yapmaktadır
  2. TRT Şeş’in dili günlük hayatta kullanılan dil ile alakasız Soranca ile Kırmançanın birleştirilmesini hedefleyen bir dildir.
  3. TRT Şeş yayınlarında Kuzey Irak’a pan-Kürdist ilgi göstermektedir.
  4. TRT 6’da terörist türküleri yayınlanmaktadır. (Ali Akbaş, PKK Açılımın ilk ayağı Kürtçe TV yayını- TRT Şeş, Ümit Özdağ PKK ile Pazarlık Ankara 2013, s.99)

Akbaş eleştirilerinde haklıdır fakat devletin gerek bir Kürt Enstitüsü kurmak ve bunu Fransızlara bırakmamak yanında bir Kürtçe yayını ülkenin bütünlüğü için kullanması stratejisi üzerinde aydınlarımızın, devlet adamlarımızın daha çok fırın ekmek yemesi gerektiği ortadadır.

Nitekim en yüksek mevkilerde olan bürokratlar bile konjonktürel düşünmekte, siyasetteki kafa karışıklığını beslemektedirler.

AKP’nin kapatılacağı şayiasının zirve yaptığı günlerdi ve Anayasa Mahkemesi partiyi kapatacaktı. Buna partinin genel başkan yardımcıları bile inanmış ve odalarını toplamışlardı. Bir üyenin fikrini gece yarısı değiştirmesiyle parti kapatılmaktan kurtuldu. Türkiye selamete kavuştu.

Partinin kapatılmasına herkes kesin gözüyle baktığı gün Erzurum’da TRT Yönetim Kurulu toplantısındaydık. Genel Müdür bile partinin kapatılacağına o kadar inanmıştı ki, toplantı başlar başlamaz, “arkadaşlar geçenki kararımızı iptal edelim. MİT müsteşarıyla görüştüm, askerler kızıyormuş. Parti kapatılacak. Bu kararı yani Kürt kanalını iptal edelim” dedi. Ben de “devlette böyle şey olmayacağını, filan için uygun olanın falanca için uygun olmayacağını nereden çıkarıyorsun? Bu kararı biz verdik. Hem o kanal Kürt kanalı değil çok dilli kanal. Bu kanal da memlekete lazım” dedim. Hatta şöyle dediğimi de hatırlıyorum. “Yahu ben başbakandan çekindiğim için mi bu kararı aldım? Bunu ben istiyorum, parti kapatılıyor diye kararımızdan dönmek ayıptır” diye çıkıştım.

Tabii ertesi gün AK Parti kapatılmadı ve süreç işledi. Aslında iktidar bir nevi Kürtleri oyalamak, kandırmak için Kürt kanalı lafını çok dilli kanal yerine sıkça kullanmaya başladı. Böylece süreçte ilk adım atıldı.

 

Taha Akyol: Tarih laboratuarı gösteriyor ki, etnik milliyetçi talepleri kabul etmek ve o yönde reformlar yapmak bazen bu hareketleri sakinleştirmiş ama bazen de ayrışmayı, kabileleşmeyi derinleştirerek büyük kanlı felaketlere yol açmıştır. (Milliyet 30 Aralık 2009)

Ata Altun (Geçici Köy Korucu Dernekleri ve Şehit Aileleri Federasyonu Genel Koordinatörü):  Başbakan’ın sorunu Kürt vatandaşlar çözebilir diye bir çağrısı var. Biz bunu çok önemsiyoruz. Bir bölgede genel çoğunluk sessizce ve azınlık gürültü patırtı çıkarıyorsa kamuoyunu o azınlık belirler. …

Cizre BDP’nin en fazla oy aldığı yer. Mitinginde ancak on bin kişi var. Oysa nüfus yüz bin. Biz o 90 biniz. Kendini sınırlamış kitlenin sesiyiz. Başbakanımızın çağrıda bulunduğu Kürt vatandaşlar biziz. Biz sessiz çoğunluğuz. . bu çağrıyı da çok önemli buluyoruz ve bu iyi niyetli çağrıya karşılık vermek istiyoruz. O Kürtler biziz. Sesi çıkmayan yüzde 90… (Ceyhun Bozkurt PKK Açılımı, PKK ile Müzakereler ve Geçici Köy Korucuları, Ümit Özdağ PKK ile Pazarlık Kripto, Ankara 2013, s.139)

Ayrışma mı bütünleşme mi?

Farklı etnik grupların Kürt ulusal bilincinde bölücüleşmesi…

Devletin Kürtçeden başka dil bilmeyenleri siyasetinden haberdar etmesi mi, bölücü örgüt inisiyatifine fırsat vermesi mi?

Haber yayınları yanında kültürel yayınlar, diziler ve hatta çizgi filmlerin yayın doğru değildir.

Konukların illa ki Kürtçe konuşması da doğru değildir.

Konukların seçimi de yanlıştır.

Türkçe ile Kürtçenin ortak kelime dünyası öncelleştirilmeliyken tam anlamıyla ayrışmaya hizmet edilmiştir.

Soranice, Kırmanço ve Zazacanın tekleştirilip ulus inşa etme projesine alet edilmesi… daha bir sürü problem TRT Şeş’in getireceği faydalardan çok zararının olduğunu ortaya koymuştur.

 

2007’DEN BU YANA NELER OLDU?

Devlet aklı, bağımlı yargı, istihbarat teşkilatı olduğunu zanneden ama dünyadan haberdar olmayan öneşler, ordular, karakollar, televizyonlar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, siyasi partiler, belediyeler, TOKİ, PKK, vb ne varsa silahlı ya da silahsız ülkeyi terk etsinler!…

Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım Denemesi KÜRTLER NASIL TÜRK OLUR’un birinci baskısı 2007 yılında yapılmıştı. Aynı yıllarda 2024 adındaki fütürist romanım yayınlanmıştı. Her ikisinde de sorunun bu noktaya geleceğini sezmiş, kötümser durum, iyimser durum ve mevcut durum tahlilleri yapmıştım. “Ben demiştim” diye başlayan aydın lakırdısına müracaat etmeden 2007 yılından bu yana ortaya çıkan gelişmelerin, mülahazaların, raporların, yaklaşımların ve Kürt Sorunu ile ilgili çözüm sürecinin yeniden irdelenmesinde fayda görüyorum.

Bu süre içinde bizim kitabımızdaki değerlendirmelerin yanlışları ve doğruları üzerinde tartışmak ve bu tartışmanın sürece katkılarını çıkarsamak için yeni verilerle bir irdelemenin yapılmasında fayda gördüğüm gibi; ‘2007’den bu yana bizim bilmediğimiz neler ortaya çıktı da bu yeni süreci tetikledi’ sorusuna cevap aramak ve gelecekteki yeni yanlışlarımız ve doğrularımız üzerinde eleştiri ve özeleştiri imkânlarından yararlanmak için de fayda görüyorum.

‘Dediğim dedik çaldığım düdük’ taktiğinin devlet siyasasında zaman zaman işe yaradığını bilsem de, Kürt sorununa henüz kimse bu kadar teşne ve bu kadar resmî – gayri resmî âkil adamımız ortada değilken bile bu konuda bir ezber bozmaya kalkmış ve Kürtlerin Türklüğü ile ilgili eski iddiaların yerine yeni şeyler söylemek lazım geldiğini ileri sürmüştük.

2007’ye kadar gelmiş geçmiş bu konudaki bütün araştırmaları inceleyip yapılan hataları irdeleyip çözüm önerileri sunmuş, adeta 2007’den bugüne yapılanları önceden sezmiş ve kendince bir sorumluluk üstlenmiş olarak bir ön alış stratejisi sunmuştuk. Ama devlet aklı popüler akla daha doğrusu eline verilenlere râm olduğundan bizi dinleyen olmadı. Daha önce de global statükonun Ortadoğu üzerindeki stratejilerini çözümlemiş ve yine bir ön alış stratejisi üretmeye çalışmıştık. Su Barışı Türkiye Ortadoğu Su Politikaları kitabımız daha 1997 yılında böyle bir ön alış hamlesiydi. İngiliz Yahudi medeniyetinin, ya da topyekün Batı’nın bölge için geliştirdiği senaryolara karşı bin yıllık terkibin bir direnç mihveriydi. Irak, Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerine olan müdahaleler henüz olmamıştı ve bölgede bir Su Barışı teessüs etmek imkânı vardı. Avrupa Ekonomik Topluluğu-Avrupa Birliği benzeri bir  “düşmanın silahı ile silahlanınız” düsturu çerçevesinde birlik ya da ortak Pazar yapılanmasının kıvılcımı bile atılamadı.

Hatta Kürt milliyetçiliğinin bile faydalı olabileceğini, gerçek anlamda bir milliyet bilincinin Kürt budunun-ulusunu gerek çağdaş anlamda demokratikleştirme; gerekse kadim bir mesele olarak bin yıllık terkibin yeniden mütemmimi haline getirme bakımından işlevsel olabileceğini vurgulamıştık.

Kitabı eline alan ve sorunun gündelik hayattaki lakırdılarından öte bir bilgi ve şuur sahibi olmayan her siyasal kesitten kimseler için ‘Kürtler Nasıl Türk Olur’ başlığı gerçekten irkiltici olmuştur. Kitabın adı bir ön yargıya kapılmayı kolaylaştırıyor gibidir. Hemen ilk tepki: “ne yani Kürtleri yeniden asimile mi edeceğiz?” şeklinde oluyordu.

Oysa kitap bütün bu eski söylemlerin dışında yeni bir yaklaşım sergiliyordu.

Ama sorunun arka-planında hele hele bu konjonktürde diriltilmesinde başkaca unsurlar da vardı.

Bazı uluslar arası boyutların da masaya yatırılmasında fayda vardı. Bunların biri AB, ABD ve İngiliz Yahudi medeniyeti açısından yeni dünya düzeninin Orta Doğu coğrafyasına biçtiği yeni senaryolar, buna paralel olarak emperyalizm sorunu; diğeri de AB üyeliğimizin ve hazmedilme kapasitemiz bu soruna yaptığı etkiler… bir başka boyut ise İsrail’in güvenliği açısından kurulacak bir Kürdistan devletinin oluşumu için aşılması gereken aşamaların ne idüğüdür.

2007’den sonra Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da gelişen olaylar yeni siyasetler ve stratejilerin varlığına mı işaretti yoksa zaten bilinen siyaset ve stratejiler böyle bir olaylar zincirini içeriyor muydu?

Arap Baharı, Orta Afrika’nın düzenlenmesi için kuzey Afrika’nın hareketlendirilmesi, Libya, Mısır, Fas, Tunus, Cezayir ve sonunda Suriye olayları bilinen Büyük Orta Doğu Projesi’nin basamakları mıdır, bir başka global ve/veya bölgesel yapılanmanın tezahürleri midir?

Devlet yoksa demokratikleşme yolunda yeni bir yapılanma içine girmiş; darbecileri Silivre’ye doldurmuş, Anayasa hazırlıklarını tamamlamış, güçlü devlet için başkanlık sistemine geçişi planlamış, AB üyeliği ya da Büyük Orta Doğu Projesi için konumunu pekiştirmiş, iç politikadaki ezberlerini bozmuş Kürtlerin haklarını vermiş, PKK adlı terör örgütünü de bitirdikten sonra geri kalan kütlesini rehabilite etmek için bir program mı geliştirmiştir?

Kenya’da yakalandıktan ve Türkiye’nin kucağına konduktan bu yana başa bela olan bir örgüt lideri yeniden MİT bünyesinde vazifelendirilmiş, örgütteki yeri böylece yeniden güçlendirilerek inisiyatifi devlet ile ortaklaşa bir projeye mi râm edilmiştir?

1980’li yılların başında Kuzey Irak’ta Türkiye’nin inisiyatifi için kullanılan bu maşanın yeniden bölgesel hareketlenmede taşeronumuz olarak kullanılması için bir görev tekrarı mı gündemdedir?

Silahlı mücadelenin bir başarısı olarak siyasal mücadeleye yönelen bir örgüt sosyolojisi evrilmesi mi yaşanmaktadır? PKK gerçekten Kürt halkının bütünüyle – ittifakla temsilcisi kabul edilmiş ve devlet tarafından yeni bir devletin dizaynı için örgütle masaya mı oturulmuştur?

Bir başka bulgu ise David Philips, Henri Barkey gibi ABD’li kimine göre casus, kimine göre Türkiye ve Ortadoğu uzmanı kâh gazeteci kâh stratejist entelektüellerin Türkiye’ye kabul ettirdikleri yeni planın izdüşümlerini takipten mi ibarettir?.

Türkiye’nin 2007 yılından bu yana bu konu etrafında bir takım yeni düşünür(!)ler yetiştirdiğini, bunların kafa patlatmasıyla sorunun çözümü için kollarını sıvadıklarını söylemeye de cesaret edebiliriz.

Gerek TÜSİAD, gerek MÜSİAD, gerek Mazlum-Der, gerek Diyarbakır Ticaret Odası, gerek SETA, gerek TESEV gibi birçok sivil toplum örgütü ve strateji merkezi yeni yeni Kürt raporları hazırlayıp hükümete ve kamuoyuna sundular.

Rapor sunmalar o kadar ileriye gitti ki, handiyse memur sendikaları, üretici birlikleri bile sıraya girdi. Bazı kurumlar da popüler buldukları bazı gazetecilere raporlar hazırlattılar. Konu etrafında birkaç yazı yazanlara sipariş verme rehavetine kapılan ve böylece ulusal sorumluluk bilinciyle hareket ettiğini düşünen ve vicdanını rahatlatan bu kurumlar ne kadar hayırlı işler yaptıklarını böbürlene böbürlene anlatıp mensuplarını da övünce gark ettiler.

Türkiye PKK’nın silah bırakma sürecini iki günlük bir MİT operasyonuyla halledebilecekken bütün kurum ve kuruluşlarıyla, tv kanalları ve gazeteleriyle, iş dünyasıyla sorunu çözme yerine konuşma hastalığına duçar oldu.

Yerli Raporların Bileşkesi

Gazi Üniversitesi’nden Hüseyin Yayman bugüne kadar yazılmış Kürt raporlarını toplayarak kendince bir değerlendirme yaptı. Yayman, dostum olmasına rağmen nedense benim Kürt Sorunu ile ilgili çalışmamı değerlendirmeye almadı. Yayman topladığı raporların sonunda sürece dayanak olabilecek çıkarsamalarda da bulundu. Yayman’ın görüşleri aynı zamanda SETA Vakfı’nın da görüşleri sayıldı. Buna göre; Osmanlı’dan tevarüs eden ve gün geçtikçe de içinden çıkılmayan ismi üzerinde bile mutabakata varılamayan Kürt meselesine dair Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana yazılmış gizli açık tüm belgeleri Şark Meselesinden Demokratik Açılıma: Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası*isimli kitabında bir araya getiren Yayman, devlet belgelerinden partilerin çalışmalarına kadar bir kısım literatürü tek tek inceleyerek bir hafıza tazelemesi sonucunda şu kanıya ulaşmış: “Bir anlamda yakın dönem Türkiye tarihi soruna isim verme arayışıyla geçmiştir.” Elbette bu tesbiti yapmak da önemli fakat yaratıcı bir çözümleme ne yazık ki Yayman’da da göremiyoruz. Bütün akademisyenlerimize musallat olan gazetecilik özentisi yaratıcı entelektüalizm ile fikir üretme yerine durum tesbiti ve göze görünen yuvarlaklıkları kağıda geçirme kolaycılığına hemen her her arkadaşımı sarmalamış durumda ne yazık ki… Yine de Yayman Doğu Ergil’in ondan bundan derleme Doğu Raporu’ndaki kolaycılık üstüne daha emek harcamış sayılabilir. Yayman, raporunda önceki raporlar üzerinden şu üç problematiğin altını çiziyor:

Aktörler/Özneler: Bu metinler kimler tarafından yazılmıştır ve yazanların siyasal ve ideolojik konumlanışları nelerdir?

Yazılan dönem: Metinlerin yazıldığı dönemin siyasal ve toplumsal iklimi nasıldır?

İçerik analizi: Bu metinlerde “sorun” nasıl tanımlanmaktadır ve “çözüm” konusunda neler önerilmektedir?

Bu üç adımın sonunda, Türkiye’nin Kürt meselesinde iki temel paradigmasının olduğunu ifade eden Yayman’a göre bunlardan birincisi güvenlikçi yaklaşımdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başlayan ve 2000’lerde dalga değiştiren bu yaklaşım, meseleyi bir asayiş sorunu olarak ele alır ve çözümü de askerî-güvenlik tedbirlerinde görür. Yayman’a göre ilk rapor, 1925 Şeyh Said İsyanı’ndan sonra dönemin Meclis Başkanı Abdülhâlık Renda ve Dâhiliye Nâzırı Cemil Uybadın tarafından hazırlanır ve bu, devletin ilk resmî Kürt siyasetini oluşturur. Şark Islahat Planı’nın ön tezlerini ve temel referanslarını da teşkil eden bu ilk raporlar, neredeyse devletin 2000 yılına kadar olan politikasının özünü teşkil eder. 2000 sonrasında Kürt sorunu ile ilgili raporların devlet aygıtının dışında oluştuğu varsayımına dayanan bu görüşe göre güvenlikçi politikalar gözümüze perde indirmiş sayılmaktadır. Şark Islahat Planı’nın 2000’lere kadar devletin resmî Kürt politikasını belirlediğini vurgulayan Yayman, hükümetler ve dönemler değişse de aynı planın uygulandığını belirtiyor. Son dönem MİT merkezli politikaların AK Parti eliyle yürürlüğe konması sanki devlet aygıtının güvenlik stratejisinin bir parçası değilmiş gibi…

1925 Şark Islahat Planı’ndan sonra Güneydoğu’da yahut raporun ifadesiyle Kürt bölgesinde üç tane Genel Müfettişlik açılır: İlki 1927’de Diyarbakır merkezde, diğer ikisi ise Dersim (Tunceli) ve Erzurum’da açılan bu müfettişlikler devlete rapor hazırlayıp dururlar. Güneydoğu’ya gönderilen genel müfettişlerin, valilerin, mülkiye müfettişlerinin yanı sıra Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde de rayporlar ve  İsmet İnönü, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak gibi üst düzey devlet adamlarının da raporlar hazırladıklarını söyleyen Yayman, rapor yazmanın 1930’larda hızlandığını tespit etmiş ve bu raporların ana temalarını üçlü bir sınıflandırmaya tâbi tutarak şöyle iddiada bulunmuş:

1.İnkâr: Kürt yoktur, onlar asıl olarak Türk’tür.

  1. Asimilasyon/Türkleştirme:“Kendini Kürt zannedenler”i Türk olduklarına ikna etmek gerekir.
  2. İskân: “Kendini Kürt zannedenler”i Türk bölgelerinde iskân etmek lazımdır.

Yayman’a göre sorunun tanımlanması ve içeriği eksik ve problemli olduğu gibi, bu sorundan kaynaklanan istatistikî veriler dahi karartıldı. Son otuz yılda PKK ile savaşın neden olduğu can kaybı, boşaltılan köy sayısı ve “faili meçhuller” bile net değil. Bütün bunları göz önüne alarak Yayman şöyle bir iddiada bulundu: “Devletin bir Kürt siyaseti yoktur.” “Siyasetsizlik” derken konjonktürel, mevsimsel ve birtakım taktik adımlar atılmasını kasteden Yayman, bu yaklaşımın sorunu daha da katmerleştirdiğini ve devletin bu siyasetsizliğinin PKK’nın daha fazla taban bulmasını sağladığını ifade etti.

Özellikle PKK’nın çıkışı ve güçlenmesi ile birlikte artık Kürt sorununun yönetilemez olduğunun anlaşıldığını aktaran Yayman, Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) hazırladığı raporlarda (1989) “Kürt sorunu bir insan hakları ihlali ve demokrasi eksikliği sorunudur” şeklinde bir yaklaşım geliştirilmeye çalışıldığını ifade etti. Yayman’a göre 1990’ların sonu itibarıyla resmî siyaset değişim gösterdi ve devlet, sorunu silahla değil demokratikleşme hamleleriyle çözmeye çabaladı. “2000’li yıllarda gelen ‘demokratikleşme’ ile beraber neden hâlâ sorun çözülmüyor ve Kürt bölgesindeki tansiyon düşmüyor?” sorusuna Yayman dört aşamalı bir cevap verdi:

  1. Gecikme, zamanında yapılmayan iyileştirmelerin ve atılmayan adımların beklenen faydayı sağlamaması;
  2. Muhataplık sorunu, sorunu esas muhataplarıyla çözmeye çalışmamak;
  3. Milliyetçilik meselesi
  4. Siyasetteki müteredditlik, devletin net bir Kürt siyasetinin olmaması…

Küçük ve güzel tasnifleme Yayman’ı son dönem âkil adamlar listesine koymaya yetti. Kürt sorunu üzerine gerçekten dengeli ve Kürtleri de hoşnut eden raporlar listesinde şimdilik birinci sırayı işgal eden Yayman’ın değerlendirmeleri ne yazık ki yine konjonktürel kalıyor ve AKP iktidarını masum ve tutarlı göstermeye çabalıyor. 2000 yılını milat vermesi bunun en açık kanıtı… Öyle ya 2000 yılı AKP’nin iktidara geldiği yıl. Oysa ki 2000 yılından günümüze devletin ve paralelindeki iktidarın Kürt sorunu ile ilgili yaklaşımları – politikaları çeşitlilik arz etmektedir. Daha dün örgütü tamamen dışlayan bir politikadan örgütü muhatap alan politika arasında bir siyasal akım ahlakı bakımından tutarsızlık vardır. Fakat devlet, arka devlet, derin devlet ve MİT uygulamaları bakımından örgütle ilişkilerin 1980 darbesinden bu yana benzer git-gellerle sürdürüldüğünü bilmeyen yok. 2000 yılından bugüne de benzer politikalar uygulandı. 2012 yılında örgütün tamamen sindirildiğini ileri süren siyaset adamları ve bürokratlar yanında gazeteciler bile vardı. Bugün örgütle pazarlığı kutsayan gazetecilerin hemen tamamı o gün de örgütün defterinin dürüldüğünü böbürlene böbürlene anlattıklarına şahit olduk.  Aslında Yayman’ın yazdıkları da herhalde yüz yıl sonra kendi eleştirdiği raporlar arasında anılmaktan kurtulamayacak.

 

Yeni Şeyler Söylemek Lâzım Da

2007 yılında yayınladığımız bu kitabın birinci baskısı tamamiyle Mümtaz’er Türöne’nin ve Şükrü Hanioğlu’nun Zaman gazetesindeki Kürt sorununun çözümüne ilişkin kolaycılılıklarına bir cevap mahiyetinde idi.

İster istemez şimdi bu iki akademisyenin dışında kalem oynatan diğer akademisyenlerin ve çoğunlukla da gazetecilerin raporlarını değerlendiriyoruz. Ancak görünen o ki her geçen zamana nispetle seviye daha da düşmekte sorunun çözümü için İngiliz-Yahudi medeniyetinin bölgeye biçtiği yeni sınır çizme hevesinin ötesinde bir sonuca erişilmemektedir. Ara sahneler demokratikleşme, yeni anayasa yazımı ve askeri vesayetin kaldırılması dönemine denk düşürülerek iç politika konusu gibi vurgulansa da aslında BOP’a yardımcı olacak bir ivme kazanmaktadır. Bu da Kürtlerin en tabii hakları ve milliyetlerinin idamesi için aslında tehdit oluşturmaktadır. Kürtler yine devlet aygıtı ve onun ayıyla aynı yatağa girme zorunluluğunun ortaya çıkardığı global/bölgesel ve yerel strateji ve taktiklere alet edilmektedir. Kürtler yine TC tarafından kandırılmaktadır.

Örgütün ve devletin global statüko ile münasebetleri ikisi arasında derin münasebetlerin gelişmesine yol açmaktadır. Zaten 12 Eylül yönetiminin bir ürünü olarak gelişen PKK inisiyatifi bu açıdan 80 sonrası devlet aygıtının vazgeçilmez aparatıdır ve ne vakit örgüt zayıflasa onu tekrar dirilten bir strateji mutlaka gündeme getirilmektedir.  Global statüko ile 80 sonrası devlet aygıtının geçici ittifakında gerek Kürtlerin temsili bakımından gerekse bölgeye yönelik politikaların ihyası bakımından alternatif projelere hep duyarsız kalınmıştır.

GAP gibi devasa proje bile layıkı veçhile değerlendirilmemiş, bütün Türk tarihinin bu en büyük iftihar vesilesi ne yazık ki “Kürtlerin özellikle geri bıraktırıldığı” iddiasının günümüzde bile ileri sürülmesine fırsat verecek biçimde hem ekonomik kalkınma hem de sosyal entegrasyon ve sosyal kalkınma açısından değerlendirilmemiştir.

2007 yılından sonra sayıları hayli kabarık olan Kürt raporlarını incelediğimiz zaman hepsinin ortak bir arka-planı olduğunu görüyoruz. Bu da bizi bu arka-planın iletişimsel eylem kuramları açısından kaynağını merak etmemizi sağlıyor. Hangi ana kaynak bu raportörleri heyecanlandırmış ya da görevlendirmiştir?

2007 gerçekten de bir evrimle dönemidir. Sayın Başbakan’ın handiyse idamı bile geri getirme söylemleri arasında bir yandan bürokratların bir kısmı İmralı ile görüşüp pazarlıkları yaparken, bir yanda da Oslo süreci işletiliyordu. Fakat aynı zamanda ABD eksenli global statüko yeni bir sürecin başlatılabileceğinin işaretlerini veriyordu.

Burada David Philips, Henri Barkey ve Cengiz Çandar gibi üç silahşorun rollerini yabana atmamak gerekiyor.

Çandarlı Raporu

Aslında Cengiz Çandar’ın Kürt sorunu etrafında sözü dinlenen ve yazacakları merak edilen bir gazeteci olması kadar tabii bir şey yoktur. Zira kendisi Apo’yu en çok ziyaret eden gazeteci olduğu kadar ABD politikalarının ve istihbaratlarının da izleyici olması bu görüşümüzü haklı çıkarmaktadır. Ayrıca Kürt sorunu ile ilgili çalışma yapan Henri Barkey ile bir zamanlar TRT yorumculuğunda arkadaşlığı uzak Batı’nın planları hakkında bize fikir verebilir.

Cengiz Çandar TESEV adlı kuruluş için bir rapor hazırladı.  Cengiz Çandar’ın hazırladığı ‘Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması’ raporu da yine çeşitli insanların izlenimlerini kapsıyor. Cumhurbaşkanından bakanlara, üst düzey bürokratlardan, Kürt aydınlara kadar onlarca farklı kişiyle konuşularak hazırlanan rapor için Çandar, Murat Karayılan ve yardımcıları Bozan Tekin ile Ronahi Serhat’la da bir görüşme yaptı. Raporda, Kürt sorununun çözüm noktasında Abdullah Öcalan görülürken, Türkiye hükümetinin çözüm için PKK olgusunu bir terör örgütü olarak değil, bir Kürt isyanı olarak değerlendirmesi gerektiği vurgulandı.

Terör mü Kürt İsyanı mı?

Raporda Öcalan ve Kürt Sorunu’nun iç içe geçtiğinin altı çizilirken, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’nin bir yetkilisinin ‘Kürt Sorunu’nu Öcalan ve PKK’dan ayırmak belki 10 yıl önce mümkündü ama artık değil’ sözlerine yer verildi. Çandar’ın da en dahiyane buluşu teröriste isyancı dememiz gerektiği üstünde yoğunlaşıyor. “PKK olgusunu terörizm, PKK’nın kendisini ‘terör örgütü’ ve mensuplarını ‘teröristler’ olarak tanımlamak yerine durumu bir ‘Kürt isyanı’ olarak tanımlamak gerekiyor.  Cengiz Çandar ile Henri Barkey’in derin münasebetleri göz önüne alınınca Çandar’ın CIA raporları paralelinde bir çözümlemeye yönelmesinden daha tabii bir sonuç olmazdı.

Hükümetin PKK’yı bir Kürt isyanı olarak değerlendirmesi çözüm için ilk ve en önemli adımdır” denilen rapor, sürece katkı sağlayan koronun popüler bir gazeteci ile sesini yükseltmesinden başka bir şey değildi.

Sırada özerklik var: demokratik özerklik…
Örgütün askeri ve siyasi kanatlarının hemen hepsinde bağımsız Kürdistan yerine demokratik haklar söyleminin ön plana geçirilmesi ve karşı tarafa –devlet, Türkler, diğer siyasi kesimler- “bakınız bölünmeyi biz de istemiyoruz, makul olan sadece demokratik özerklik’tir” kanaatine rıza gösterilmesi gerektiğinin hatırlatılması bir ortak davranış kodu olarak oturmuşa benziyor.  Rapor, bunun bir siyasi karar kurultayından sonra alınmış bir karar olduğunu vurgulamaya çalışıyor.
PKK’nın siyasi hedeflerinin 2001’den sonra da ‘özerklik’ yönünde bir değişiklik gösterdiğinin altı çizilen raporda, Karayılan’ın, “Amacımızı demokratik Türkiye-Özerk Kürdistan sloganı ile ilan ediyoruz. Demokratik özerklik, Türk ordusunun Kürdistan’da üslenmesine karşı da değildir” sözlerine de yer veriliyor.
Raporda Öcalan’ın Kürt halkı üzerindeki etkisi üzerinde durulurken, “İzleyicileri üzerinde sahip olduğu ve pek az siyasi lidere nasip olabilecek gücünün kaynaklarının doğru teşhisi, Kürt Sorunu’na çözümün ve bu çözümün ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüş olan ‘dağdan iniş’in ve PKK’nın silahlarını nihai olarak bırakmasının da önünü açacaktır” denildi.

Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi’nin Genel Sekreteri Mesut Tek’in “Kürt siyasi geleneğinde kim dağda ise halk onun altında toplanır. Dağı tutan, dağa çıkan siyasi hareketi de denetler” sözlerine vurgu yapılarak, “Öcalan’ın çözüm konusunda tatmin olmadığı sürece neden ‘dağ kozu’nu sıkı sıkıya tutmaya devam ettiğini anlatmaktadır” yorumu yapılıyor.

Öcalan’ın merkezi rolünün Türkiye tarafından zimmen de olsa kabul edildiği belirtilen raporda, Irak Kürt yönetiminden bir kişinin, “Öcalan bir Mandela değil. Bütün dünya ve tüm Kürtler arkasında değil. Müzakereye güçlü konumdan değil, zayıf konumdan oturacak. Sorunu bu özelliğini dikkate alarak, onunla müzakere ederek çözmek mümkün” sözlerine yer veriliyor.

Raporda, Türkiye demokratikleştiği, hukuki sisteminin yenilendiği ve sivil otoritenin sağlam biçimde ülkenin yönetimine yerleşmesi durumunda, askerlerin Öcalan ve PKK konusunda karar verme ağırlıklarının azalacağı belirtildi. Öcalan’ın askeri devlet olarak gördüğünün belirtildiği raporda, PKK çevresinden bir kişinin, “Onun nezdinde bir çavuşun, bir astsubayın bile neredeyse bir bakandan daha fazla önemi var” sözlerine yer verildi.

Rapordaki “öneriler” başlığında ise Öcalan’ın 2009’da sunduğu ve halen devletin elinde bulunan yol haritasının yanı sıra, devletin Kürt Sorunu’nun çözümü için bir yol haritasının bulunduğunun altı çizilirken, 12 Haziran seçimlerinden sonra yeni anayasa çalışmalarıyla birlikte önü açılacak yeni süreçte bu haritaların raflardan indirilmesi gerektiği belirtiliyor. Taraflar arasında bir güven ortamının yaratılması ve bunun için de KCK davasının düşürülmesi, tutuklularının serbest kalması, davanın düşürülmesi ve yasal zeminde siyaset yapmaları için önlerinin açılması, TCK ve Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılması, Öcalan’ın tutukluluk şartlarında yapılacak yeni bir düzenleme, dağdakiler için af uygulaması gibi maddeler sıralanıyor.

Pratik çözümler

Raporda pratik çözümler bölümünde de çözüm önerileri şöyle sıralanıyor; “İmralı’da Öcalan ile sürdürülen diyalog sorunu nihai olarak çözme amacına yönelik müzakereye dönüşmeli. Müzakere sürecinde PKK’nın bölünmesi ya da zayıflatılması taktikleri üzerinde yoğunlaşmaktan kaçınılmalı. Öcalan’ın örgütsel bütünlüğe sahip bir PKK üzerindeki otoritesini dağdan inişe yöneltecek mekanizmaların kurulması üzerinde durulmalı.”

Öcalan’ın örgüt üzerindeki inisiyatifini artırmak ve böylece İmralı’da yatan biriyle devlet açısından pazarlığın daha rahat olabileceğine dair kurgu hem dışarıda hazırlananlar, hem de Çandar’ın raporunda ortak bir nokta olarak neredeyse Kürt sorunu üzerine çözüm önerilerini sıralamak için masaya oturulduğunda ilk akla gelen temel nokta olmuştur artık.

Geriye kalan iş ise Apo’nun elini güçlendirmek, örgüt üzerindeki inisiyatifini artırmasına destek olmak, haberleşmesini kolaylaştırmak, iç ve dış kamuoyunda siyasi ve askeri kanadı hâlâ yönetebildiğine dair kanaati yerleştirmek olmaktadır. Böylece devlet Apo ile pazarlık sürecine girecek, bu pazarlık gizli açık bir süreç yönetiminin parçası olacaktır.

Doğudan Batıdan Kürt Forumları

Mazlum-Der de Kürt sorunu üzerinde mesai ayırmış sivil toplum kuruluşlarından birisi.  Hatta bu kuruluş herkesten evvel soruna parmak bastığı iddiasındadır.

Bu örgüt tarafından birincisi 1992 yılında Ankara’da düzenlenen Kürt Forumu’nun ikincisi, 17-18 Kasım 2012 tarihlerinde, İslami camianın farklı kesimlerinden temsilcilerin katılımıyla, İznik’te gerçekleştirilmiştir.

Mazlum Der’in forumlarının özeti bizzat yine dernek tarafından şöyle özetlenmektedir: “Forum boyunca genel olarak; anadilde eğitim, temsilde adalet, yönetimde adem-i merkeziyet, sorunun travmatik etkilere neden olan boyutları ve Kürt meselesinin ulusal sınırları aşan bir Kürdistan meselesi olduğu üzerinde durulmuş, aşağıdaki hususların kamuoyunun dikkatine sunulmasına karar verilmiştir.”

  1. İslam kardeşliğinin birinci şartı eşitlik ve adalettir. Kürtler, nasıl ki insanlık ailesinin eşit bir unsuru ise aynı şekilde İslam milletinin de eşit bir unsurudur.
  2. Kürt meselesi, Kürtler ve ülkedeki diğer kesimler için bir travmaya dönüşmüştür. Psikolojik ayrışmayı derinleştiren bu travmanın ortadan kaldırılması adına devlet, kısıtlanan, engellenen ve gasp edilen bütün hakları iade etmeli ve başta Kürtler olmak üzere bütün mağdurlardan resmi özür dilemelidir.
  3. Şiddet, sorunun çözümü önündeki en temel engellerdendir. Ancak, şiddetin devam ediyor olması gasp edilen temel hak ve özgürlüklerin iade edilmemesinin gerekçesi olamaz.
  4. Devlet, bütün kurum ve yasalarıyla, etnik çağrışım yapan vurgulardan arındırılmalıdır.
  5. Eşitlik ve adalet bağlamında en büyük sorun olarak karşımızda duran anadilde eğitim ve kamu hizmetlerine anadilde erişimin sağlanması herkesin en doğal hakkıdır. Kamu otoritesi bu hakkın kullanımı için düzenlemeler yapmak ve gerekli şartları tesis etmekle mükelleftir.
  6. Değiştirilen bütün bölge ve yer isimleri iade edilmelidir.
  7. Üniter ulus devlet yapısı kutsal değildir. Kürt meselesinin çözümünde, ‘üretilmiş kutsalların’ insan hayatından önemli olmadığı gerçeği dikkate alınarak, bütün siyasi ve idari alternatif modeller tartışılabilmelidir.
  8. Mevzuat, ceza yargılaması ve infaz sisteminin bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanılmasına son verilmelidir.
  9. Kürt meselesinin eşitlik ve adalet temelinde çözümü için bugüne kadar yapılan ve bundan sonra yapılması gereken bütün düzenlemeler anayasal/yasal güvence altına alınmalıdır.
  10. Kürt meselesi bağlamında yaşanan ihlal ve zulümlerin tespiti ve tazmini için bağımsız ve icrai yetkisi olan bir komisyon oluşturulmalıdır.
  11. Son yıllarda atılan olumlu adımların ve sıraladığımız bütün bu hususların kalıcı olabilmesi için sistemin etnik temele dayalı kurucu paradigması, hak ve adalet ekseninde yeniden düzenlenmelidir.
  12. Anayasa çalışması tüm kesimlerin taleplerine cevap verecek yeni bir toplumsal sözleşme olarak ele alınmalı ve bir an önce sonuçlandırılmalıdır.
  13. Sorunun mağduru olarak özgürlük ve haklarından mahrum bırakılmış kişilerin siyasi ve sosyal yaşama katılımlarının önünü açacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

17-18 Kasım 2012 tarihlerinde İznik’te gerçekleştirilen bu toplantı ile Mazlum-Der’de koroya kapılmış oluyor.

Asıl Kaynak

2007 yılından itibaren yani ABD’nin sürece yeni bir ivme katmasından sonra hemen belli sivil toplum kuruluşları ve kendine vazife ittihaz eden bazı kişiler paralel raporlar döşemeye başladılar.

Amerikan uzman Henri Barkey aynı yıl içinde Cengiz Çandar ile birlikte TRT’de bu ivmenin ilk işaretlerini verdiler aslında…  O zamanki TRT Yönetim Kurulu Henri Barkey ile Cengiz Çandar’ı TRT’den uzaklaştırmıştı ama geçen zamanla o Yönetim Kurulu TRT’den uzaklaştırıldı.

 “Kürdistan’da çatışmayı önlemek” başlıklı raporu ile Henri Barkey Türkiye’de icad edilen ortak aklı ya da yeni devlet aklı dedikleri yeni psikolojik harekat doğrultusunda ABD hükümetine ve CIA’ya öneriler sunuyordu sözde. Bu da gerçekte Atlantik ötesinden süreç için düğmeye basıldığının kanıtı olsa gerekti.

Yine bir başka ABD’li uzman Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünde üst düzey yönetici olarak görev yapan Prof David Phillips, aynı zamanda New York ve Columbia üniversitelerinde de öğretim üyesidir. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar, uzmanı olan Prof Phillips, zaman zaman Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile Savunma Bakanlığı adına başka bölgeler için de çalışmalar yapmaktadır. David Phillips, her iki bakanlığın ve Beyaz Saray’ın rapor ısmarladığı önemli uzmanlar arasındadır.

David Philips’in Kürt Açılımı

Prof. Phillips, 16 Ekim 2007 tarihinde kamuoyuna duyurduğu “PKK’nın silahsızlandırılması” başlıklı raporun dışında 2009’da açıklanan bir Kürt raporuna DA İMZA ATTI. “Phillips son raporunu hazırlamadan önce Nisan 2009’da, Amerika Birleşik Devletleri’nin Washington ve Boston kentlerinde, aralarında Türkiye’den gelenlerin de bulunduğu Norveçli, Amerikan, İngiliz, Kürt ve Arap katılımcılardan oluşan 69 kişilik bir grupla Atlantik Konseyi adlı kuruluşun düzenlediği toplantılara da başkanlık etmiştir. Türkiye’den davet edilenlerin sayısı 14 olarak verilse de gerçek sayı 20’dir. Bu gruptaki kimi isimler daha sonra ortaya çıkıp ‘evet oradaydım’ dese de bir kısım katılımcılar isimlerinin gizli kalmasına özen göstermiştir. Anayasadan Türk kelimesinin çıkarılması, Öcalan’ın muhatap alınması, PKK için genel af çıkarılması vb çarpıcı önerilerin çoğu adı bilinen katılımcılardan değil de gizlenenlerden gelmiştir. ABD’deki toplantıların en çarpıcı önerisine bir süre Türkiye’de görev yapan eski bir Amerikan diplomat imza atmıştır. Halen Birleşmiş Milletler’de görevli olan bu diplomat, Türkiye’den gelen (Türk denilmesini istemiyorlar) kimi katılımcıların desteğiyle 1993’de Norveç’in Başkenti Oslo’da yapılan İsrail-Filistin barışı görüşmelerinin ve Arafat-Rabin el sıkışmasının model alınarak, Türk yetkililerle PKK temsilcilerinin Oslo’da bir araya gelmesini sağlamak üzere çalışmalar yürütülmesini önermiştir. Toplantılara katılan ve 1993’teki Arafat-Rabin görüşmelerinde de görev almış 2 Norveçli emekli diplomat da o süreçle ilgili tecrübelerini aktarmıştır. İşin tuhaf yanı, yukarıda aktardığım türden önerilerin görüşüldüğü toplantılar daha dar bir kadro ile ve “biz de oradaydık” diye sonradan ortaya çıkan ekranlarımızın vazgeçilmez yüzlerinden habersiz yapılmıştır. Toplantılarda bulunan ve bizimkilerle ilgili ayrıntıları gülerek anlatan yabancı gazetecinin aktardıklarını daha sonra uzun uzun yazacağım.

“PKK’nın Silahsızlandırılması” Aslında Türkiye’nin Etkisizleştirilmesi mi?
David Phillips’in bu yazıda aktaracağım birinci raporunu daha önce okuyanlar, ‘çok yeni bir gelişme değil’ diyebilirler. Böylesi raporları tercüme edip, anlaşılabilir kılarak özetlemeyi bir görev bilirim. Böylelikle herkesin rahatlıkla okuyup kavramasına ve görüş sahibi olmasına yardım ettiğimi düşünürüm. Unutmadan hatırlatayım, Prof David Phillips’in bir başka özelliği ise açılımdan açılıma koşan AKP iktidarının büyük gürültüyle tanıttığı Ermenistan açılımın da mimarı olmasıdır. Bu da başka bir yazı konusudur.
Şimdi gelelim David Phillips’in Ekim 2007’de açıklanan “PKK’nın Silahsızlandırılması” başlıklı raporunun kesinlikle bilinmesi gereken bölümlerine.
1) PKK sorunu silahla çözülemez. PKK’nın barıştan yana bir tavır takınması durumunda, örgüt üyeleri için af ilan edilmelidir.
2) Türkiye PKK’ya karşı sınır ötesi operasyon yapmamalıdır. Çünkü böylesi operasyonlar, Türkiye’nin demokratik gelişimine zarar verir, ayrıca ülkedeki Kürtleri aşırılığa iter, bölgesel sorunları canlandırır.
3) Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonu Türk-Amerikan ilişkilerine de zarar verir, ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini tehlikeye atar.
4) PKK sorununun çözümü için ‘demokratikleşme’ süreci gereklidir.
5) Demokratikleşme süreci için ‘Sivil Anayasa’ teklifi önemli bir adımdır. Ayrıca, siyasi ve kültürel reformlar uygulanmalıdır.
6) Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi ve Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalıdır.
7) Demokratik Toplum Partisi milletvekilleri PKK ile Türkiye arasında arabulucu olabilir.
8) Demokratik Toplum Partisi de terörü kınamalı ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstermelidir.
9) PKK sorununun çözümü için Güneydoğu Anadolu bölgesinin kalkınması da gereklidir. Bölgede yapılacak özelleştirme ve toprak reformu istihdam yaratır, yatırımlar da altyapıyı geliştirir. Bölgede sağlık ve eğitim çalışmalarına hız verilmelidir.
10) Söz konusu reformların yapılmasında Avrupa Birliği’nin rolü büyüktür, bu nedenle Washington Türkiye’nin tam üyeliğine destek vermelidir.
11) Uluslararası toplum PKK’nın finansman ve propaganda altyapısını hedef alarak örgüt üzerindeki baskıyı arttırabilir.
12) PKK sorunun çözümü için Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi de bazı adımlar atmalıdır.
13) Kürt Bölgesel Yönetimi, Kandil Dağı çevresindeki PKK kontrol noktalarının Peşmergelere devredilmesini ve PKK’ya mali desteğin kesilmesini sağlamalıdır.
14) Kürt Bölgesel Yönetimi, Mahmur kampında yaşayanların Türkiye’ye dönüşünü ve Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi gibi PKK’yı destekleyen grupların yasaklanmasını sağlamalıdır.
15) Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani bunları yaptığı takdirde Türkiye Barzani ile doğrudan ilişki kurmalıdır.
16) Mesut Barzani ve Celal Talabani, örgüt üzerindeki etkilerini kullanarak PKK’nın 12 aylık bir ateş kes ilan etmesini sağlamalıdır.
17) Kerkük’ün Kürt bölgesine katılımının, bir Kürt devletinin kurulmasını tetiklemesinden ve Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtleri cesaretlendirmesinden korkan Türklerin bu kaygısı yersizdir. Çünkü Kürtler, denize kıyısı olmayan bir Kürdistan’da yaşamaktansa Türkiye ile Avrupa Birliği’ne katılmak ister.
18) Türkiye, Batı yanlısı, laik, istikrarlı bir Irak Kürdistan’ının, İslam düzenine yönelen bir Irak ile arasında tampon oluşturacağını, bunun kendi çıkarına olduğunu anlamalıdır.
19) Amerikan Yönetimi de Irak hükümeti ve Kürt Bölgesel Hükümeti üzerinde baskı kurmalıdır.

“PKK’nın Silahsızlandırılması” Raporu

Raporun önemli gördüğüm bölümlerini maddeler halinde numaralandırdım. Şimdi bu maddelerle ilgili hatırlatmalarda bulunarak, raporun daha iyi anlaşılmasına ve kimi taleplerin yerine getirilip getirilmediğinin görülmesine yardımcı olmaya çalışayım. Birinci, 2’inci ve 3’üncü maddeler, Kürt açılımı adıyla yola çıkılırken aslında PKK açılımı yapılmak istendiğini ortaya koymaktadır. Dördüncü madde, Kürt açılımını Demokratik açılım adı altında sunması bakımından önemlidir. Beşinci maddeyi lütfen birkaç kez okuyunuz ve AKP’nin gündeme getirdiği ilk anayasa taslağının hazırlandığı, ardından Amerika Birleşik Devletleri’nde tanıtıldığı tarihleri düşünün. “PKK’nın silahsızlandırılması” raporu, “Demokratikleşme süreci için ‘Sivil Anayasa’ teklifi önemli bir adımdır” ifadesiyle Ekim 2007’de tanıtılıyor. Ne büyük bir tesadüf ki, birkaç ay sonra, Ocak 2008’de Türkiye yeni anayasa taslağıyla tanışıyor. Altıncı maddeyi okuduktan sonra, Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişikliklerin ve 301 Madde’nin kaldırılış tarihlerinin (2008), “PKK’nın silahsızlandırılması” raporunun hemen ardından geldiğini anımsayın. Yedi ve 8’inci maddeleri okuduğunuzda ise Nisan 2008’den itibaren, “Başbakan’ın DTP’ye arabuluculuk çağrısı yaptığı” yönünde siyasilerden gelen iddiaları, bununla ilgili olarak medyada çıkan haberleri lütfen arşivlerden çıkarıp gözden geçirin. Dokuz ve onuncu maddeler ise Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın Güneydoğu Anadolu’daki önemine işaret etmektedir. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde gündeme gelen ve yasası 2006’da çıkan Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın üniter devlet yapısına vereceği zararlar uzun uzun konuşulmuş, özellikle de Güneydoğu için uygulanması durumunda yaşanacak sıkıntılara dikkat çekilmişti. Raporun yayınlanmasının ardından Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin atıyormuş gibi yaptığı adımlar ve Türkiye ile ilişkilerini hızlandırması 12, 13,14, 15 ve 16’ıncı maddelere uygunluk göstermektedir.
Türkiye hakkında yabancıların özellikle de Amerikan uzmanların hazırladığı raporları herhangi bir belgeyi okur gibi okumamak gerekiyor. Bu tür raporları ülkemizin önemini dikkate alarak değerlendirmek birçok önemli ayrıntıyı görmemizi sağlayacaktır. İşte bu nedenle Henri Barkey ve David Phıllıps raporları, ne kadar gizlenmeye özen gösterilse de, Kürt açılımının aslında PKK açılımı olduğunun kanıtlarını ortaya koyması bakımından önemlidir.”

Gürbüz Evren’in haberine göre Henri Barkey de David Philips’inkine neredeyse tıpatıp benzer rapor hazırlamıştır. Türkiye’deki raporların da yine bu iki rapora çok benzer olması pek de tesadüf olmasa gerektir.

KÜRT AÇILIMINDA HENRİ BARKEY İMZASI

Türkiye doğumlu Amerikan uzman Henri Barkey’in adı özellikle “Kürt açılımı” sürecinde çok sık gündeme geldi. Halen Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı görevini yürüten Barkey bir yandan da “Carnegie Endowment” adlı Amerikan düşünce kuruluşunda Türkiye uzmanı olarak çalışıyor. Aynı zamanda Ortadoğu uzmanı olan ve 2000’li yılların başlarında Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da görev yapan Barkey’in araştırmaları, çalışmaları ve önerileri Amerikan yönetimi tarafından ciddiye alınıyor, hazırladığı ısmarlama raporlar ise bölgedeki Amerikan politikalarına yol haritası çiziyor. Her ne kadar kabul etmese de Henri Barkey bir diğer Amerikan uzman David Phillips gibi Kürt açılımının önemli mimarlarından biridir.

Henri Barkey, içeriği Kürt açılımı olan bir rapor üzerinde Amerikan Başkanı Obama’nın Nisan 2009’daki Türkiye ziyareti öncesinde çalışmaya başlamıştı. Aynı yılın Haziran ayında Amerikan Dışişleri yetkililerinin ve Savunma Bakanlığı Pentegon’un değerlendirdiği rapor, Ekim 2009’da son haliyle Beyaz Saray’a teslim edildi.

Kürt Açılımına yeni İsim: Kürdistan’da Çatışmayı Önlemek
Başkan Obama’ya tavsiyelerin yer aldığı 67 sayfalık “Kürdistan’da çatışmayı önlemek” başlıklı raporda öyle bölümler ve ifadeler var ki, bunlar açılım sürecinde Türkiye’de yaşanan birçok gelişmenin anlaşılmasına yardımcı olmakla kalmayacak, soru işaretlerini de ortadan kaldıracaktır. Söz konusu rapor diğer Amerikan uzman David Phillips’in (aynı zamanda Ermenistan açılımının mimarı) Ekim 2007’deki “PKK’nın Silahsızlandırılması” başlıklı raporuyla birlikte değerlendirildiğinde ise “Kürt açılımı = PKK ve Öcalan açılımı mı” sorusu ortaya çıkacaktır. Tercümesini yaptıktan sonra herkesin anlayabileceği bir dil kullanarak olabildiğince özetlediğim Barkey raporunun çarpıcı bölümleri şöyle:

1) Kürt sorunu Amerika Birleşik Devletleri açısından yaşamsal olan birçok konuyla bağlantılıdır.
2) Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin işbirliği yapmalarına yardımcı olmak Amerika Birleşik Devletleri’nin başarısı için önemlidir.
3) Ankara-Bağdat işbirliği, uzun vadede İran’a karşı denge olarak hizmet görebilir. Böyle bir eksenin olabilmesi için Türklerin Erbil’e gitmeleri gerekir.
4) Washington, Türkiye’nin Irak’ta yapıcı bir rol oynamasını istemelidir.
5) Türkiye’nin Federal Irak modelinden duyduğu rahatsızlık giderilmelidir. Türkiye’nin Kuzey Irak açılımının ve Federal Irak’ı yavaşça kabulünün kırılganlığı da dikkate alınmalıdır.
6) Türkiye’de, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Kürtlerle ilişkilerin iyileştirilmesine karşı çıkan muhalefet, ulusalcılar ve asker arasında önemli bir yere sahiptir.
7) Türkiye’nin Irak Kürtlerine verebileceği garanti, Kürtlerin kendilerini komşularından yana güvensizlik içinde hissetmelerini engelleyecek koruyuculuktur.
8) Türkler, potansiyel bir Kürt bağımsızlığını aşırı abartıyorlar. Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri-Bölgesel Kürt Yönetimi üçgenindeki mevcut rahatsızlık, Türkiye’nin kendi Kürt sorunundan kaynaklanmaktadır.
9) PKK’ya silah bıraktırmak ciddi bir planlamayı ve Iraklı Kürtler, Türkler ve Amerikan Yönetimi arasında eşgüdümü gerektirir.
10) İlk adım, Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesidir. İkinci adımda, Türkler af kanunu çıkarmalıdırlar. Üçüncü adım ise, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, PKK’dan kopanlara gelecekleriyle ilgili garantileri sağlamasıdır.
11) Irak’taki Amerikan temsilcileri, PKK’nın silah bırakmasına eşlik edecek mekanizmalar için gerekli adımları atmalıdır.
12) PKK’lılar silahları Amerikan yetkililere teslim etmeli, Türk meslektaşları da durumu izlemelidir. Süreç kamuoyunun gözleri önünde olduğu takdirde Türk kamuoyu, bunun gerçek olduğuna inanacaktır. Silahların teslim edilmesi televizyondan yayınlanabilir.
13) PKK liderliğinin af kapsamı dışında kalması muhtemeldir. Onlar için bölge dışına çıkabilecekleri geçiş izni ya da belgesi sağlanabilir.
14) Amerika Birleşik Devletleri, bu sürece Avrupa’nın katılımını da sağlamalıdır. Avrupa ülkeleri, silah bırakma süreci başladığında, PKK’nın dernek ve işletmeler şeklinde iyi örgütlenmiş altyapısına karşı daha katı düzenlemeler getirmelidir. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukuk dışı bulduğu yöntemlerle hapse atılmış PKK üyelerinin durumunu gözden geçirmeye ikna etmek için Avrupa Birliği, üyelik bağlamında Türkiye üzerinde nüfuz kullanabilir.
15) Avrupa, PKK liderliği için son durak da olabilir. Bu durumda, ev sahibi ülke, gelecekte hiçbir siyasi eyleme girmemeleri için gereken dikkati göstermelidir.
16) Obama yönetimi, Ankara’nın terörle mücadelesine ve Avrupa Birliği üyeliğine destek vermeyi sürdürmelidir. Kürt sorununa dair bir çözümün demokratik araçlarla olması gerektiğini vurgulamalıdır.
17) Mademki Türkiye’nin uzun vadede Avrupa Birliği üyeliği Kürt sorununu nasıl çözdüğüne bağlı bir seyir izleyecek, Amerika Birleşik Devletleri de aynı şekilde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine verdiği desteği, Kürt azınlığıyla uzlaşma yönünde gerçek çabalar sergilemesi şartına bağlayabilir.
18) Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa şiddet karşıtı Türkiyeli Kürt liderlerle ilişki kurmalıdır.
19) Washington, Türkiyeli Kürtlerin silahlı mücadeleyi terk etmeleri için Iraklı Kürt liderlerin yardımına da başvurabilir, çünkü Türkiye’deki silahlı mücadele istenen sonuçları almayacağı gibi, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni de tehlikeye düşürecektir.
20) Washington, Türkiye’ye siyasal reform yapılması, insan hakları ve demokratik özgürlüklerin ilerletilmesi için de baskı yapmalıdır.
21) Türkiyeli Kürtlerin bağımsızlık eğiliminde olmadıkları söyleniyor. Kürtler, Türkiye Avrupa Birliği yolundayken bağımsız olmaya veya Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’ne katılmaya niçin çalışsınlar ki. Ama 15 veya 20 yıl sonra bu bağların ve düşüncelerin değişmeyeceğini kim söyleyebilir?

Barkey Raporu: Yol Haritası

Yukarıda numaralandırdığım bölümlerle ilgili değerlendirme yapmak yerine kimi olaylarla olan bağlarını anımsatmaya çalışacağım. Her bir madde çok önemli, ama özellikle 1’inci madde Kürt açılımıyla ilgili gelişmelerin özeti değil mi? Sonra 2 ve 3’üncü maddeleri Türkiye’nin geçtiğimiz Mart ayında Erbil’de konsolosluk açmasıyla birlikte düşündüğünüz de ne görüyorsunuz? Yedinci maddeyi okuduğunuz da ise ABD’nin Irak’taki askeri varlığının sonuçlanmasının ardından Türkiye’ye vermek istediği koruyuculuk rolünü anımsayacaksınız. Kürt açılımının aslında PKK ve Öcalan açılımı olup olmadığına da 9, 10, 11, 12, 13, 14 ve 15’inci maddeleri bir kez daha okuyarak karar vereceksiniz. Bu arada, 12’inci maddede önerilenlerin, Kandil ve Mahmur’dan Habur’a gelenlerle ilgili sahneler ve gelişmelerle bir bağlantısını kurmaya çalışın. Ergenekon adı verilen davaya dâhil edilenleri 6’ıncı maddenin ışığında düşünün. Son olarak ise 21’inci maddeye dikkatinizi çekeyim. Burada, “Büyük Kürdistan” nihai hedefinden söz ediliyor olabilir mi diye düşünmeden edemeyeceksiniz.
Yakında sizlerle paylaşacağım bir başka rapor ise Kürt açılımının ne olduğunun daha iyi anlaşılması bakımından büyük yarar sağlayacaktır.

Henri Barkey’in bir Türk gazeteci gibi içimizde yer aldığını ve belki de Türk gazetecilerden fazlaca bazı kapıların kendisine açık tutulduğunu söylemeye gerek yok.

Raporların dışında da Barkey ile yapılan röportajlar toplumun ve kurumların psikolojik olarak hazırlanmasına yardımcı olmakta idi. Bunlardan birini Hürriyet’ten Tolga Tanış yaptı.

Tolga Tanış “Amerika İmralı’nın neresinde?” başlığını atmış:

“Tane tane… Sansasyondan uzak… Ama saf da düşünmeyerek sorularla ele almaya çalışacağım…

ABD bu işten memnun mu?

– Memnun. Bunu da her düzeyde söylüyor. Niye? Henri Barkey ile konuşuyoruz. “Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı yardımlara rağmen Türkler ABD’ye Kürt meselesinde hiçbir zaman güvenmedi. Irak Savaşı’nı bile Kürt devletinin kurulması için çıkardığımızı düşündüler. Bunun çözümü, ikili ilişkilerin de rahatlamasını sağlayacak” dedi. Bölge istikrarı için Amerika’nın güçlü bir Türkiye istemesini… PKK’nın uyuşturucudaki rolünü ekleyin… Her açıdan memnunlar.

Ön ayak oldu mu?

– Barkey 1999’da Apo CIA tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda politika planlaması yapıyordu. “Siz mi planladınız o teslimatı” dedim. “O işi ben olunca öğrendim. Çok az kişi biliyordu” dedi. “Sadece istihbarat mı” dedim. “İstihbaratın da hepsi değil. Dışişleri Bakanı, Beyaz Saray’da birkaç kişi… Hepsi o” dedi. Resmi olarak bir şey açıklanmadığına göre biz de şimdilik kesin olarak bilemeyiz. Ama Yönetim’de pozisyon üstlenen isimlerden gidersek… Yine eski bir diplomatla konuşuyoruz. “Bugün Amerikan Yönetimi’nin en büyük sorunu, içeride Türkiye konusunda söz sahibi kimse yok” dedi. Şimdi Beyaz Saray Ortadoğu Masası’nın başına geçen Phil Gordon’ı söyledim. Burun kıvırdı. “Ben onun da ne özelliği olduğunu anlamadım” dedi. Bir ekip var Washington’da. Barkey de dahil. Yönetimi Türkiye konusunda çok acemi buluyorlar. Ama ortada görünen figürler dışında işin bir de kimsenin asla vakıf olamadığı bir istihbarat kısmı var ki… 1999’daki operasyon en canlı sonuçlarıyla orada duruyorken, işin o kısmını hep es geçiyorlar…

Peki açıkça dahil olmak istiyor mu?

– İstemez mi! Kaç kere bunun mesajı Türkiye’ye gitti. “Biz de yardım edelim” dediler. Niye? Çünkü birincisi… Başarı şansının yüksek olduğuna inanıyorlar. Obama’yı aldığı Barış Nobeli’ni hak etsin diye de o fotoğrafa sokmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Netanyahu ve Erdoğan arasındaki telefon konuşmasını bile nasıl pazarladıklarını gördünüz mü? “Biz başardık” mesajlarını… İçinde Obama’nın da olduğu böyle bir barış, Amerika’ın dünyadaki imajına çok güçlü katkı sağlar. İkincisi de elbette olayların içinde yer almak istiyorlar. Ne olup ne bittiğini bilmek için. Eğer dahil olurlarsa da işin birkaç boyutu var. 1993’te Özal ve Talabani’nin denediği ateşkeste Amerika’nın rolü eğer barış sağlanırsa örgütün üst yönetimine sığınma verecek ülke bulmak olacaktı. Burada da aynısı olabilir. Onun ötesinde akil adam önerisinden kurulacak hakikat komisyonlarına adli tıp desteğine birçok yol var. Ancak Barkey’nin iddiası daha çarpıcı. “İş silahsızlanma aşamasına gelince, artık 3-4 yıl mı sürer bilmem, PKK’lılar silahlarını ne Türkiye’ye ne peşmergeye verecek. Sembolik olarak Amerikalılara vermeye çalışacak” dedi. “Neden” dedim. “Savaştığın kimseye değil, silahını dünyanın süper gücüne veriyorsun. İzzetinefis meselesi” dedi. “Niye AB değil de ABD” dedim. “Çünkü AB kükrese bile ciddiye alınmıyor. Ayrıca unutmamak lazım, PKK şimdiye kadar hiçbir Amerikalı’ya zarar vermedi. Hep Amerika’ya bir mesaj vermeye çalıştı” dedi.

Amerika’nın resmen dahli süreci nasıl etkiler?

– Şartları olur. Örneğin 1999’da Apo’yu asılmaması şartıyla vermişlerdi. “Ne oldu 1999’da. Niye çözüme yönelik adımlar tıkandı” dedim Barkey’ye. “Sonra bizde seçim oldu. Cumhuriyetçiler geldi. 11 Eylül oldu. Irak Savaşı oldu. Amerika o dönem çözümü teşvik edecek politikasını takip ettiremedi. Ama Al Gore seçilseydi de Türkiye 2007’ye kadar buna hazır değildi” dedi. “Cumhurbaşkanlığı seçimi mi” dedim. “Askerlerin yenilgisi” dedi. “Hükümetin Kuzey Irak’a açılım yapmak istediğini ama onu askerlerin önlediğini biliyoruz. Abdullah Gül Dışişleri Bakanı’ydı. Neçirvan Barzani ile görüşecekti, İstanbul’da. Yaşar Büyükanıt o zaman Genelkurmay Başkanı olarak Washington’a gelmişti, gazetecilere bağırdı, ‘Eli kanlı insanlarla görüşmeyiz’ dedi, geziyi durdurdu. Artık bu faktör kalmadı” dedi. Başa dönersek. Amerika İmralı’nın neresinde?.. Dediğim gibi devlet arşivlerinin açıklanma zamanı gelinceye kadar kimse bilemez. Ama süreyi 2007’den mi 2013’ten mi başlatmak lazım, onun kararını siz verin.”

2007 yeni yolun kapısı

2007 aslında Kürt Meselesinin aldığı nihai çözüm sürecinde bir dönüm noktası. Bazılarının iddia ettiği gibi 2001 yılında kesintisiz bir olmak üzere başlamıyor. 2007 yılından evvel taraflar hazır değildi iddiası da doğru aslında. Ne ABD, ne de Türkiye 2007’den sonra meydana gelenleri yürütebilecek yapıda değillerdi.

Gerek ABD, gerek AB ve gerekse Türkiye’de başlatılan raporlar manzumesi ve ona paralel yazılar, oturumlar, röportajlar medyayı meşgul ederken devlet aklının yeniden inşası için de iktidarı bu sürece ikna ve adama faaliyeti işi püf noktasını teşkil ediyordu.

Zaman zaman bakanlar ve hükümet temsilcileri ayak diretirken ve konuyu anlamamış gözükürken basında ve derin devletin çeşitli kademelerinde uyarılarla karşılaşıyordu.

Bunlardan en başta geleni bütün bu iç ve dış psikolojik hazırlanışı yöneten eski MİT Müsteşarı Cevat Öneş’in uyarılarıydı. Cevat Öneş –muhtemelen göreve devam etmektedir- “AKP bu süreci izlemezse bölünür” gibi çok sert uyarılarda da bulundu. Bakanlar Kürt sorununu çizilen istikamette tarif edip yönetemeyince açıkça televizyonlara çıkıp açıklamalarda bulundu ve derinden derine ikazlar yaptı.

 

Sürecin İş Adamları Ayağı

Bazen iş adamları devreye sokuldu. Bunlardan biri de Sedat Aloğlu idi.

“Sedat Aloğlu’nun somut önerileri” kamuoyuna lanse edilen mektup da diğerlerinden farklı olmayan maddeler içeriyordu.

1- Anayasada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının farklı etnik kökenden geldiğine ve bu çeşitliliğin ülkenin zenginliğine katkı yaptığına vurgu yapılması.

2- % 10 seçim barajının indirilmesi veya seçimlerde Meclis’e minimum 4 partinin gireceği düzenlemenin yapılması.

3- Mahalli idarelerin yetki ve imkânlarının arttırılması.

4- Mahalli idarelerin tercihlerine göre ilgili bölgelerde farklı dilde eğitim imkânı sağlanması.

6- KCK tutuklularını da kapsayan, siyaset yasaklarını daraltan af çıkarılması.

7- Abdullah Öcalan’ın tutukluluk konum ve şartlarının gözden geçirilmesi.

8- Çeşitli kesimlerle diyalog ve müzakerelere devam edilmesi.

Görülüyor ki süreci yönetecek olanlar üç aşağı beş yukarı yol haritasına sahip oluyorlardı.

 

Konunun ayrıca uluslararasılaşması için uluslar arası hüviyette kuruluşların da müdahil olmasına zemin hazırlamak icap ederdi. PKK’nın silah bırakması maddesi ileriki tarihlerde gündeme gelince silahı uluslar arası kuruluşlara ya da doğrudan ABD’ye bırakması için söz birliği etmişçesine yayınlar yapılacaktı.

Uluslararası Kriz Grubu (ICG), odağında Diyarbakır kentinin olduğu bir raporda, Kürt sorununun taraflarına bir dizi öneriler içeren bir rapor yayınladı.

“Türkiye’nin Kürt çıkmazı: Diyarbakır’dan görünüş” başlıklı raporda, Amed olarak bilinen Diyarbakır vilayetinin Osmanlı döneminden beri Kürtlerin siyasi merkezi olduğuna dikkat çekiliyor.

29 sayfalık raporda, nüfusu 1,5 milyonu bulan kentte Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) yönetimindeki belediye ile hükümeti temsil eden valiliğin sınırlı alanlarda işbirliği yaptığına vurgu yapılıyor.

İşte rapor:

Türkiye’nin Kürt çıkmazı: Diyarbakır’ın yeri

Europe Report N°222 30 Nov 2012

Yönetici Özeti ve Öneriler

Türkiye’nin Kürt çoğunluğa sahip en büyük şehri olan Diyarbakır, ülkedeki Kürt sorununu ve PKK (Kürdistan İşçi Partisi) isyanını konu alan tüm araştırmalar için kritik öneme sahip. Artan siyasi sürtüşmeler ve Haziran 2011’den bu yana en az 870 kişinin ölümüne yol açan şiddetle birlikte silahlı çatışma, geçtiğimiz bir buçuk yıl içinde tırmanarak son on yılın en kötü seviyesine ulaştı. Türkiye’nin batısında ve özellikle İstanbul’da belki güneydoğudaki kadar Kurt yaşıyor olsa da, PKK’nın yürüttüğü silahlı çatışmaya verilen desteğin nedenleri Kürtlerin çoğunlukta olduğu Diyarbakır gibi yerlerde daha acık şekilde görülüyor. Bunlar arasında yerel yönetimde ve ekonomide algılanan ve gerçek ayrımcılık, merkezi otoriteye yabancılaşma, siyasi temsilcilere yönelik kitlesel tutuklamalara duyulan öfke ve Kürtçe’nin eğitimde ve kamusal yaşamda yasaklanmasının yarattığı düş kırıklığı sayılabilir. Ancak, eğer Ankara bu sıkıntıları gidermek için kesin olarak harekete geçer ve herkes için eşitlik ve adaleti sağlarsa Diyarbakır, birlikte yaşamak isteyenlere hȃlȃ umut vaat ediyor.

Diyarbakır’da tüm siyasi eğilimlerden Kürtler ve Türkler, zengin ve yoksul, İslami ve laik herkesin ortak arzusu, hükümetin, Kürt sorununun kronikleşmiş meselelerini çözmek için açık bir stratejiye sahip olmasıdır. Kürt kimliğinin ve anadilde eğitim ve adalet arayışı hakkının resmen tanınması önceliğe sahip. Diyarbakır’da yaşayan Kürtler, daha adil bir temsiliyet, daha fazla yerinden yönetim ve yasalardaki ve anayasadaki her türlü ayrımcılığa son verilmesini talep ediyorlar. Ayrıca yaygın tutuklamaların ve şiddete başvurmamış aktivistlerin terör suçlarıyla yargılanmadan önce uzun süre gözaltında tutulmasının son bulması için gereken yasal reformların yapılmasını istiyorlar.

Diyarbakır’ın kontrolü, birçok açıdan bir anlaşmazlık konusu. Devlet, Ankara’dan atanan vali ve bütçe üzerindeki denetimi, polis gücü, eğitim, sağlık ve altyapı yatırımları aracılığıyla etkisini sürdürerek kontrolü elinde tutmak istiyor. 1999 yılından bu yana PKK taraftarı partilerin ve en son olarak Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) elinde bulunan belediye, önemli engellere rağmen daha fazla güç topluyor. İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), polise karşı daha ilerici bir yaklaşım getirdi; ancak bu, çatışmaları sona erdirmedi ve bölgedeki husumeti yatıştıramadı. Genel olarak Türkiye’nin ve özel olarak Diyarbakır gibi Kürtçe konuşulan şehirlerin, yerinden yönetimle ilgili tutarlı ve bilgiye dayanan bir tartışmaya ve onu uygulayacak stratejiye ihtiyacı var.

Mevcut hükümet, Kürt dilinin Diyarbakır’da ve başka yerlerde kullanılmasına izin verilmesi konusunda kendinden öncekilerden çok daha fazlasını yaptı; ancak Kürt hareketi ana dilinde eğitim taahhüdünden daha azı ile yetinmiyor. Hükümetin Kürtçeyi seçmeli ders olarak vermesi girişimi, bu hedefin bir hak olarak ilan edilmesine yönelik planların köşe taşı olarak bütünüyle desteklenmeli.

Bir zamanlar Türkiye’nin en iyi durumdaki üçüncü ekonomik merkezi olan Diyarbakır ve çevresi, yapılan son ölçümlerde 63’üncü sıraya kadar düşmüş durumda. Şiddet, yanlış hükümet politikaları ve PKK’nın yaptığı sabotajlar, adam kaçırmalar, terör saldırıları ve haraç yüzünden bölgeye yatırım uzun zamandır düşük seviyede. Ancak Diyarbakırlılar, özellikle mermer ocakları ve hızla büyüyen emlak sektörüne yaptıkları yatırımlarla şehirlerine olan inançlarını gösteriyorlar. Diyarbakır’ın bölgesel tarihi yolların kesişme noktasındaki konumu, onun hȃlȃ taşıma işleri ve hastaneler gibi hizmet sektörünün çeşitli kolları için önemli bir merkez olmasını sağlıyor. Binlerce yıllık tarihi anıtlar ise onu, turizm açısından bir çekim merkezi haline getirebilir.

Güvenlik güçleriyle PKK arasındaki, genelde güneydoğuda yoğunlaşan çatışmalar artış gösteriyor. Her ne kadar Diyarbakır yakın zamanda artan şiddetten en fazla etkilenen yerlerden olmasa da, sivil nüfus ve yerel siyaset, olaylar yüzünden gittikçe geriliyor ve kutuplaşıyor. AKP çekiciliğini yitiriyor ve Kürt hareketinin Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), kentteki tartışmasız en güçlü siyasi odak olmayı sürdürse de, siyasi olgunluğunu ve gitgide daha fazla şiddete başvuran PKK’nın bir cephesi olmanın ötesine geçebildiğini henüz kanıtlayamadı. Ilımlı İslam görüsüne sahip Gülen hareketi farklı bir yol sunmaya çalışıyor ve bir cozüm üzerinde anlaşılması olasılığı azalırken, İslamcı Kürt grupları, halihazırda önemli miktardaki nüfuzlarını arttırmaya devam ediyorlar.

Ne var ki Diyarbakır’dan yükselen sesler, Türkiye’nin geri kalanında olduğu gibi Diyarbakır’da da ortak bir zeminin bulunduğunda ısrar ediyorlar. Kriz Grubu, 2011 ve 2012’de yayımladığı iki raporda hükümetin ihtilafı çözümlemek için ilk etapta Kürtlere yönelik adaletin ve hakların sağlanmasına odaklanacak, açık bir strateji belirlemesi tavsiyesinde bulunmuştu. Hükümetin Kürtlerin temsilcileri ile dört ana reform üzerinde aktif şekilde çalışmasını önermişti: Türkiyeli Kürtlere anadil haklarının tanınması; yüzde 10 olan meclis seçimleri barajının yüzde 5’e indirilmesi; yeni bir yerinden yönetim stratejisi; ve anayasa ve yasalardan her türlü yarımcılığın kaldırılması. Bu adımlar atıldıktan sonra hükümet, PKK ile silahsızlanma ve seferberliğe son verme konusunda ayrıntılı görüşmelere geçebilir. Özet olarak, şiddetten kaçınmak, diyaloğa bağlı kalmak ve Kürtlerin meşru taleplerini Türkiye’nin mevcut yasal yapıları içinde, özellikle de meclisteki yeni anayasa komisyonu bünyesinde, yerine getirmek suretiyle iki taraf da gerçek bir liderlik üstlenmeli.

Önceki raporların tamamlayıcısı olan elinizdeki bu rapor, hükümetin ve Diyarbakır’daki yasal Kürt hareketi liderliğinin, Kürtlerin devlete olan güvenlerini arttırmak ve şehrin uzun vadede kalkınmasını sağlamak amacıyla bir an önce harekete geçmesi için ilave öneriler sunuyor.

Öneriler

Türk hükümeti ve Kürt hareketinin yasal liderleri de dahil Diyarbakır’daki toplum liderlerine:

Türkler ile Kürtler arasında karşılıklı güveni tesis etmek amacıyla

  1. Türk hükümeti, mahkemelerde anadilin kullanılmasına izin veren yasal reformları kabul etmeli ve uygulamalı, mahkeme öncesi tutukluluk süresini kısaltmalı ve Kürtler ile diğer şüphelilerin gözaltına insani biçimde alınmasını sağlamalı. Bölgedeki polisin Diyarbakır haklıyla olan ilişkilerini düzeltmeye devam etmesini ve izinsiz gösterilere ve protestolara müdahale ederken dahi aşırı güç kullanmaya son vermesini teşvik etmeli.
  2. Toplum ve Kürt hareketi liderleri, mitingler ve gösterilere ilişkin kurallara riayet etmeli; PKK’nın her türlü şiddeti eylemini reddetmeli; yakın zamanda kurulan “Diyalog ve Temas Grubu” gibi sivil toplum çabalarını sürdürmeli.

Eğitimde ve kamusal alanda anadilin kullanımını güvence altına almak amacıyla

  1. Türk hükümeti, 2012-2013 öğretim yılında seçmeli Kürtçe derslerinin yürütülmesini şeffaf biçimde tamamlamalı; yeterli talebin olduğu yerlerde tamamen anadillerde verilecek eğitim için bir takvim belirlemeli; geçiş döneminde öğretmenleri ve müfredatı hazırlamaya devam etmeli; bölgedeki yerlere eski Kürtçe isimlerini iade etmek veya Kürtçe isimler verebilmek için seçimle iş başına gelmiş yerel idari görevlilerin ilgili yasa ve düzenlemeleri değiştirmelerine izin vermeli; ve kamu hizmetlerinde Kürtçe’nin kullanılmasına dair yasakları azaltmalı.
  2. Toplum ve Kürt hareketi liderleri, bu alanlarda hükümetin olumlu adımlarını takdir etmeli ve seçmeli Kürtçe derslerini boykot etmeye son vermeliler.

Yerinden yönetime dair adil bir tartışma ve nihai bir uzlaşmaya ulaşmak amacıyla

  1. Türk hükümeti, gerek ülke çapında gerekse Diyarbakır’da belediyelerin yönetimi ve yerinden yönetime ilişkin bir tartışma ortamına öncülük etmeli.
  2. Yerel yönetimdeki liderler, ili ziyarete gelen merkezi yönetim temsilcileriyle görüşmeli ve işbirliği yapmalı ve Kürtlerin demokratik taleplerini yasal ortamda yerine getirmeye dair taahhütlerini açıkça ifade etmeliler.

Diyarbakır’ın ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine katkıda bulunmak amacıyla

  1. Türk hükümeti, başta eğitim, uluslararası bir havaalanı, tren yolu bağlantıları ve sanayi bölgeleri olmak üzere Türkiye’nin benzer illerindeki hizmetlere eş değerde olacak şekilde Diyarbakır’ın kamu kaynaklarından eşit şekilde yararlanmasını sağlamalı ve bu şehre ve güneydoğudaki diğer tarihi şehirlere yönelik iç turizmi etkin biçimde teşvik etmeli.
  2. Toplum liderleri, işadamlarının toplantıları, okul gezileri ve iş amaçlı konferanslar aracılığıyla Kürtçe konuşulan güneydoğu bölgesi hakkındaki ön yargılarını aşmaya yardımcı olmak için Türkiye’deki anaakım kamuoyuna ulaşmaya çalışmalı.

İstanbul/Diyarbakır/Brüksel, 30 Kasım 2012

Bütün bu operasyon Türkiye’yi sürece hazırlamak içindi.

Projenin yerli ayağının mimarı ve baş sorumlusu sorumluluğu hiç paylaşmayan MİT olduğu gibi karşı tarafta da CIA başta olmak üzere ABD aklı bulunuyordu. Bölgede BOP çerçevesinde ve Arap Baharı ikliminde kararlaştırılan yakın ve orta gelecek muhtemelen devlet aklının yeni oluşumunda Türk tarafına ümitvar olması için ilhamlar veriyordu.

Türkiye bütün meselenin “akan kanın durması” olarak millete kabul ettirilmesindeki kolaylığı paydaşı olan dış güçlerle birlikte anladı. Öyle ya vatan evlatları boşu boşuna ölmesindi. Bir yandan hükümet yetkilileri PKK’yı bitiren operasyonların sonucunda artık örgütün çıkmaza girdiğini anladığını ve terörle bir yere varılamayacağını siyasi mücadelenin herkes için iyi olacağını duyururken diğer yandan da Suriye muhalifleri ile işbirliğini zirveye çıkarıyordu. PKK’nın yurt dışına ihracı birkaç açıdan yerinde bir karar olarak devlet aklının hayal gücünü geliştirmesi bakımından önemliydi.

Birincisi terör yurt dışına özellikle de başımıza bela olabilecek ve bütün İslam dünyası için tendit olarak algılanan ikinci İsrail Kürdistan projesini sakatlamak için Kuzey Irak’ın kucağına itiliyordu; ikincisi, Kuzey Irak’ta ABD ve İsrail güdümlü bir Kürdistan yönetimine Türkiye kontrollü bir silahlı güç tersinden bir inisiyatif olarak sokuluyordu.  Üçüncüsü ise laikçi hatta ateist bir terör gücü diskalifiye edilip Kürtlerin daha serbest yeni ve muhtemel İslamcı oluşumlar için fırsatlar bulmasının önü açılıyordu. Silahların gölgesinde PKK’ye aşırı pirim veren bölge halkı serbestleşince yeni Kürt siyasi oluşum beklentilerine cevap verecekti. Bir başka ihtimal de yine olumlanabilecek bir şeydi. Dışarıya çıkarılan silahlı örgütün gücü belli ki Suriye’de beklenen ama bir türlü gelmeyen sonu önceye alabilirdi. Ne sakıncası vardı. Örgüt az mı tecrübeliydi. Bu çatışma kültürünün ehveni şer bir mücadelede kullanılması kadar tabii bir şey olabilir miydi? Türkiye niçin bu elindeki imkanı kullanmasındı?

Kısa ve orta vadede önceki kısa ve orta vade beklentileri gibi (12 Eylül’den bu yana devlet aklının yürüttüğü şeyler) Türkiye’nin menfaatine gelen unsurlar süreç doğru yönetilirse niçin elbirliğiyle gönül birliğiyle sürece destek olmaya bizi mecbur etmesin ki?

Üstelik ülkede başkanlık sistemi, yeni anayasa, BOP içindeki yerimiz ve AB karşısındaki durumumuz ile ABD ile stratejik ortaklığımızın tedavi edilme fırsatları bakımından bazı kozlarımızı kullanmamız gerekiyordu.  İlk defa önümüze gelen bu fırsatı mutlaka değerlendirmeliydik.

 

Cahiliye Dönemi Raporları ve Kürt Sorununu Anlamamak

Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi içinde bir yaklaşım denemesi olan Kürtler Nasıl Türk Olur’un Birinci Baskısı ne yazık ki ne doğru dürüst okunup anlaşılabildi, ne de teklif ettiği şeyler hayatiyet bulabildi; siyasiler arasında değerlendirilip devlet ricali tarafından uygulamaya konabildi.

Siyasi liderler arasında Kürtler Nasıl Tür Olur’u en iyi anlayan ve söylemleri arasına katan rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu oldu. Bir tek o, Kürt ile Türk kavramlarını karşı karşıya getirmekten özenle kaçınırdı. “Kürdüyle Türkmeniyle, alevisi sünnisiyle…” diye başlayan cümleler kurardı. Halbuki diğerleri ucuz Kemalizm eleştirileri ile dolu olan siyasi varlıkları süresince hep şunu diye gelmişlerdi: “Sen ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ diye yazarsan o da ‘Ne Mutlu Kürdüm Diyene’ diye yazar…”

Aslında Kutlu Doğum Haftası’nı bile artık yaygarayla ve ucuz peygamber övgüleriyle ve sloganlarıyla geçiştiren bir Türkiye’nin kuşatıcı kelime ve bir kavramsal inşa meydana getirmesi zaten mümkün görülmüyordu. Stadyumlarda her türlü küfrün arasında pankartta şu yazıyordu: “Biz seni görmeden sevdik ya Resulullah…” tam bir arabesk gösteri… “Turistin milliyeti değil memnuniyeti önemlidir” sloganının bir benzeri… Malumu ilamın ebleh dilinde ilanı… Yani bu millet görerek mi sevecekmiş yoksa sevdiklerini! Olağanüstü bir iş yapmış Efendimizi borçlu mu çıkarıyor? Sanki başka türlü sevme ihtimali varmış gibi… İnsanların sadece milliyetini önemseyen bir toplummuşuz da bizi uyarıyor çok bilmiş yetkili: Turistin milliyeti değil memnuniyeti önemlidir diye…

Belli ki bir milliyet fobisinin tezahürü…

Kürt sorunu da tam bu süreçte bir milliyetçilik fobisi olarak algılandı ve ortada bir Kürt milliyetçiliği varmış da tehdit oluyormuş algısıyla bir dizi echel ve ebleh çözüm önerilerini sıraladı. Elbette bunların dışında bazı kişi ve kurumların da çabaları oldu. Bunlar arasında değerlendirmeye alınması gerekenler vardı, ancak genel olarak ‘milliyet’ ayaklar altına alınmadan söz söylenemez, söylense de dinlenmez oldu. Öyle ki hayatlarının kahır ekseriyeti milliyet, milliyet değerleri, muhafazakârlık, milliyetçilik çizgilerinin kâh şu kâh öteki boylamlarında top koşturan siyasi geleneklerin mensupları bile bu modaya kapıldılar. Çoğu da profesör olmuş okumuş çocuklardı…

Bu ortak dil(sizlik) ülke yönetimini de kandırdı. Medyada teşekkül eden cehalet ortamı, akademi dünyasını da sardı, ikisi birden siyaseti de kendine benzetti. Bir de buna çıkar peşindeki iş dünyası da katlanınca ve yeni süreçte yeni çıkarlar vaat edilince ortaya çıkan dördül ülkeyi tam bir kumpasın hegemonyasına soktu.

Hepsi birbirini teşvik etti.

Anayasa Yaz(ama)ma, Milliyetçilik ve Kürt Sorunu

Bir yanda İmralı’daki terör örgütü lideri ile görüşmeler, diğer yanda MİT’in teklifleri ve operasyonel icraatları bu sorun etrafında tecrübesi olmayan siyasileri kendine ram etti. Kanın durması vaadi nasıl olsa toplumsal desteği sağlamıştı, gerisi politik atraksiyonlara kalıyordu. O da becerilmeyecek iş değildi.

Siyasiler birbirini çekiştirip durdular, ama kimsenin aklına başkaca bir formül de gelmiyordu.

Gündemde terör örgütü ile anlaşma olunca daha önceki mühim gündem maddeleri de ona eklemlendi. Özgür ve demokratik anayasa ihtiyacı artık terör örgütü liderinin diğer pazarlıklarına da malzeme olmuştu. Kamuoyunda kim ne derse desin yeni anayasanın Apo’nun anayasası olacağına dair intibalar, algılar çoğalmaya başladı.

Milliyetçilik, anayasa ve Kürt sorunu çözümü ile terör örgütü pazarlığı at başı gündem maddesi olarak tekleşti.

Mümkün olan en büyük birliği kurabilmenin yolu olan milliyetçilik, milletin düşman ideolojisi olarak takdim olununca ya bölünme ya da çözüm girdabındaki Türkiye’de Anayasa yazma meselesi de bu girdabın içinde kendini var etmesi gereken sosyal psikoloji zıddına bir iklimde söz konusu edilebildi.

Biz de 2008 yılında Kürt sorununa tarih felsefemiz açısından çözüm önerilerimizi bir kitapla nasıl sunmuşsak yeni süreçteki sorunsalı da aşağıdaki yazıyla şöyle irdelemiştik:

ANAYASA YAZABİLMENİN YOLU, MİLLİYETÇİLİĞİ DOĞRU ANLAMAKTAN; MİLLİYETÇİLİĞİ İNŞA EDEBİLMENİN YOLU, ANAYASA YAZABİLECEK RUHA VE GÖNÜL DİLİNE SAHİP OLLMAKTAN GEÇER!

Anayasa Yazma Sanatı ve Milliyetçilik

Milliyetçilik meselesi, son zamanlarda anayasa yapmağa kalkan ama bunu bir türlü gerçekleştiremeyen Türkiye’nin Anayasa maddelerini dibaceden başlayarak tek tek düşünme gayretkeşliğinden dolayı yanlış olarak gündeme oturdu.*

Yanlış olarak gündeme oturdu, çünkü milliyetçilik tartışması gerçekte entelektüel, felsefî, tarihî, sosyo-psikolojik ve biraz da teknik olarak uygun bir düzey varsa yapılabilecek bir tartışmadır. Yüksek bir idrak ve şuur seviyesi ister. Tarihi, ‘sınıflar mücadelesi’ olarak görenler arasından olsun, liberaller yahut inanç temellerini mihver alanlar arasından olsun, belli bir ‘kavramsal inşa’ kabiliyeti gerçekleştirebilecek ortam ister. Kavramlarda hemfikir olmasalar da, böylesi bir entelektüel düzey sahibi olmak, tartışmanın taraflarına, onların zihnî performanslarına faydalı olabileceği gibi; tartışmanın belli kesitlerinde milliyetçiliğin hedefi olan milleti yükseltmek –başta da maneviyat olarak yükseltmek- hedefine de hizmet eder.

Bu bakımdan anayasa gündemi arasında milliyetçiliğin kendine doğru bir düşünce düzeyi bulması imkânsız gibidir. Anayasa ihtiyacının dış etkenlerle içte meydana getirdiği telaş, milliyetçilik tartışmasının olmazsa olmaz şartı olan fikrî düzeyi göz ardı etmektedir.

Milliyetçiliğe son gündem vesilesiyle değinmeden önce anayasa gündemini bertaraf etmek lüzumu var. Neden? Çünkü milliyetçilik anayasa yazımı sürecinde olumsuz imajları yüzünden gündeme sızdı veya sızdırıldı. Böyle bir olumsuzluk iklimi içinde milliyetçiliğin zihinsel ve matematiksel çözümlemesi ve buradan düşünce dünyamız için, daha da önemlisi sosyolojik yapımız için ehven bir kavramsal inşa meydana çıkarmamız güçtür. Bu edilgen durum içinde olsa olsa milliyetçiliğin daha da yanlış anlaşılmasına ve yeni sapmalara erişmesine –uğramasına fırsat verilmiş olur.

Anayasa meselesini ise dışsal etmenler nedeniyle bir iktidar manevrası olarak görme ve öylece bazı hukukçulara metin yazdırma biçiminde anlama bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Evet, anayasa yazımı ile milliyetçiliğin bir regresyon analizi söz konusudur; ancak bu, bugünkü kayıkçı kavgaları arasında cereyan eden düzeysiz lakırdılarla, politik demeçlerle ve ucuz hukukçu salvolarıyla geçiştirilecek bir konu değildir.

Anayasa bir mutabakat metnidir; siyasal alan yani devlet ile sivil alan yani millet arasında ve bunların kendi içlerinde derunî birlikteliklerin ve ortak yasa koyuculuk fikrinin billurlaşmış söylemi işlevi görmektedir.

Hukuk yetmez, iletişimsel edebiyat lâzımdır

Jurgen Habermas’ın ifadesiyle anayasal metinler, tarihsel ortaklığın bir ruh köküdür, öyle olmalıdır. O ruh kökünün ifadesidir, arka-planıdır. O yüzden Alman anayasasının yazımı demek, Alman ruh kökünün o billurlaşmış ifadesini yakalama sanatıdır.

Bize bakalım, böyle bir sanatın icra olunduğuna veya buna dair bir çileye tesadüf edilebiliyor mu?

Anayasa bir hukuk metni zannediliyor ve kanun yazmaya kalkışan güya hukuk okumuş kişilere sipariş edilerek mesuliyetten kaçılıyor. Mesuliyetten, samimiyetten, vefadan, fedakârlıktan, sadakatten, hürmetten ve aşktan mahrum bir metin yazılabilir mi? Neden bir şiir, şu İstiklal marşımız bütün anayasalardan ziyade milli mutabakat metni olarak önümüzde durmaktadır?

İşte bundan… Samimiyetten, mesuliyetten, vefakârlıktan, fedakârlıktan, hürmetten ve aşktan nasibini aldığı için…

Türk’ün ruh kökünün bir ifadesi, biraradalıklarımıza tercüman olabildiği için… Türk deyince, üst bir kimliği yaşayıp anlattığı için…

Anayasa böyle yazılır!

Bu da hukukçuların yapacağı bir iş hiç değildir!**

Gönül dili

Eğer Anadolu mayasının bin yıllık gönül dili, bu dile dair ortak yaşama iradesi, onun temel yasa koyucu olarak adalet nizamını perçinleyecek özlü açıklaması idrak edilerek bir anayasa hazırlığına girişilseydi bugün Kürt sorunu çerçevesinde çıkarılan ucuz pazarlıkların hiçbirine müracaat edilmeyecekti. Zira bu bin yıllık gönül dili sadece Kürtleri değil, bütün bu tarihsel ortaklıklara imza atmış bütün unsurları millî kimliğimiz içinde anlamlaştıracaktı, bütünleştirecekti.

Cultura, kültür yani ekin, yabancı bir kelime olduğu halde içselleştirilmiş ve kültürümüz üzerinde bir zihinsel ve matematiksel bulgu ve ürünlere kavuşmamızı sağlamıştır. Yüz yılı aşkın bir zamandır da kültür bahsinde milliyetçiliğin çağdaş bir açıklaması yapılagelmektedir.

Diğeri de medeniyet kavramı… Bu kavram da gâvurcadır ama o da içselleştirilmiş, âdeta dinimiz ile dünya görüşümüz ile bir tutulduğu gibi; farklı bir açıdan da modernleşmemizin mihveri yapılan sosyal değişmemizin öncüsü kılınmıştır. İster kültür yaratan arka-plan olarak yani İslam olarak, isterse modern açıklamasıyla bir kültür üst dilimi ve dolayısıyla değişebilecek – kabullenilebilecek bir uygarlık düzeyi olarak alınsın, netice itibariyle civilisation da son bir buçuk asrın lakırdısıdır.

Fakat millet ve milliyetçiliğin bu iki kavram gibi son iki asırda daha çok kullanıldığına bakarak yeni ve modern şeyler olduğuna hükmetme gafleti göstermezsek eğer, tedai ettirdiği biraradalıkların izahı bakımından binlerce yıllık geçmişi vardır.

İşte tam da burada millet ve milliyetçiliğimizin salt batılı izdüşümleriyle konuşamayacağımız ortaya çıkıyor.

Nation ve nationalism millet ve milliyetçiliğimizin tam karşılığı değildir.  “O zaman mecbur muyuz böylesi işlerle beynimizi meşgul etmeye” diye bir itiraz yükselebilir; ki böylesi itirazlar uzunca bir dönem İslamcı ideolojilerin en önemli argümanı olmuştur.

Fakat onlar da yerli İslamları ile bu milletin bin yıllık terkibiyle fikir yürütemedikleri, İslamcılıkları daha çok ithal bir İslamcılık olduğu için kendi toplumlarına, kendi sosyolojilerine çok az katkıda bulundular.

Siyasal olarak yeni sorumlulukları eski ezberleri üzerinden onları, meseleyi çözebilecekleri rehavetine soksa da gerçekler karşısında yeni arayışlara girişmeleri kaçınılmazdı.

Bugün olan budur…

Tıpkı Ziya Gökalp’ın haksız ve düzeysiz eleştirilmesi gibi haksız ve düzeysiz bir milliyetçilik eleştirisi mevzubahistir.

Anayasa bir türlü yazılamıyor. Yerden yere vurduğumuz, benim de çoklukla acımasız muhalefet yaptığım üçlü koalisyon hükümeti zamanında bile 18 madde değiştirilmişti. Anayasa yazımı üstüne bir takım “yapardın yapamazdın” tartışmaları bir yana, şu anda “demokrat, özgürlükçü, modern” bir anayasa yapmak-yazabilmek için hiçbir engel yok gibi görünüyor.

Peki neden yazılamıyor?

Zira Habermas’ları yetiştiren, iletişimsel bir edebiyatın benzeri bizde yok. İletişim dünyası edebiyattan, edepten mahrum, edebiyat dünyası iletişemiyor. İletişimsel bir edebiyatı olmayan iş dünyası, siyaset dünyası, medya ve bürokratik elitin oluşturduğu kare(dördül) ya da kumpas, millet için nasıl anayasa yazabilecek ki?!…

Böylesi bir karenin dolayısıyla milleti de, onun milliyetçiliğini de doğru tarif edebilmesi ve yeniden mümkün olabilen en büyük birliği gerçekleştirmesi, ortak yaşama şuurunu yükseltmesi mümkün mü?

İşte Sayın Başbakan böylesi bir karenin tam orta noktasında bulunan ama milleti –mutasavver millet- için mecburen bir şeyler yapması gerektiği bilincinde çırpınırken bir açıklama yaptı. Açıklama hayli tepki topladı. Başbakan da hemen akabinde özür gibi bir açıklama yaptı ve milliyetperverlik kavramına sarıldı. Sanki milliyetperverlik milliyetçilikten ayrı bir şeymiş gibi…

 Anamın İncinen Kalbi

Başbakan’ın milliyetçiliği ayaklar altına alması kötü oldu.

O da bu kötülüğün birkaç gün içinde farkına vardı ve milliyetperverlik üstüne olumlu söylemlere girişti.

Milliyetçilik ayaklar altına alınabilir mi?

Ya da herhangi birinin milliyetçiliği ayaklar altına alma imkân ve ihtimali var mıdır?

Bütün ömrü boyunca namazını niyazını hiç ihmal etmemiş, peygamberimizin sünnetinden zerre-i miskal ayrılmamış ümmetin selametini her şeyin üzerinde tutmuş anam bile milliyetçiliğin ayaklar altına alınması karşısında 90’a yaklaşırken, dizleri tutmaz iken isyan etti.

“Anacağım başbakanımız sürçü lisan etti; dile getirmek istediği veda hutbesindeki gibi şeylerdi, ırkçılık kavmiyetçilik filan” dediysem de ikna edemedim.

Çünkü her irfan sahibi Müslüman gibi o da milliyetçiliğin arka-planını biliyordu, duyumsuyordu. O batılı diskurlardan perişan olmuş, iğfal edilmiş bir sosyolojik beyne sahip değildi. Bizim sözde akademisyenlerimiz gibi düşünmüyordu.

Âkif gibi düşünüyordu. Kur’an ve Safahat okumuş ve hafızasına kazımış birisi olarak milliyet değerlerinin içinde ne olduğunun şuurundaydı. Âkif’in “Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir öğretmişiz” mısraını unutmamıştı.

Eğri oturup doğru konuşalım.

Her şeyden önce bir ön yargıyı düzeltmemiz gerekiyor.  

Başbakan milliyetçiliği ayaklar altına alma söylemine rağmen Cumhuriyet tarihinde en milliyetçi başbakanlar arasında yer almaktadır.

Recai Kutan beyefendi MSP geleneğinden gelen ama öncelikle İTÜ mezunu bir mühendis olarak bizim ilgilendiğimiz konularla ilgili bir siyasetçiydi. Mesela onun milliyetçilikle ilgili söylem bakımından bir ünsiyeti bulunmadığı kanaati yaygın olsa da, gerçekte o milliyetçi bir politikacı ve teknik adamdı. Türkiye’nin su meselesinde ben daha evrensel düşündüğüm halde, o benden de daha milliyetçiydi. Sularımızın paylaşılması noktasında bendeki tolerans onda yoktu.

Başkaca sağdan ve soldan örnek verilebilir. Birçok farklı fikir ve görüşün arka-planında milliyetçilik damarı olabilir. Bu anlamda iki büyük dünya savaşında meydana gelen kan dökücülüklerden ders almasını bilen kıta Avrupa’sı yeni bir milliyetçilik ortaya koymaktadır denebilir. Keza komünizm kisvesi arkasında geçen asırda bir Rus milliyetçiliğinin deruhte edildiği iddiası yanlış olmaz.

Başbakan da kimi konularda- uygulama bakımından- milliyetçiliği aşırıya kaçan bir siyasetçi profili çiziyor aslında…

Düzeltmemiz gereken bir ön yargı daha var. O da Apo’nun bir Kürt milliyetçisi olduğu kanaati.

Apo bir Kürt milliyetçisi olsaydı Kürt hareketi böyle mi olurdu?

Milliyet değerlerinin hangisine sahip?

Milli şairimiz Akif: “Gelmişiz dünyaya milliyet nedir, öğretmişiz” derdi.

Milliyet kavramı, içinde bir takım umdeler ve medeniyet kuran faziletler olan kavramdır. Böylesi bir kavrama hakaretamiz yaklaşmak onun ihtiva ettiği değerlere, o umdelere bir hakaret olacaktır.

Milliyet değerleri nelerdir, umdeleri nasıl anlaşılmalıdır?

Bunların arasında o millet tasavvurunu teşkil eden toplumun ya da toplulukların, sosyal kesitlerin inanç değerleri başta gelir. Milliyetçiliğe bir saldırı aslında o inanç değerlerine bir saldırı olarak algılanacaktır.

Din birliği, soy birliği, dil birliği, inanç ve ülkü birliği, ortak tarih şuuru, bir arada yaşama iradesi, ortak geçmiş kadar ortak gelecek tasavvuru-projeksiyonu, siyasi birlik bir de… Bütün bunlar milliyet değerleridir.

Milliyetçilik zaman zaman bu değerlerden birine daha ağırlık verebilir. Ama bu ağırlık veriş o çağda o zaman diliminde ya da o mekân-ortamda milletin menfaatine gelişir. Gelişmelidir.

Mesela farklı ırklardan müteşekkil bir millet tasavvurunda ırkların ön plana çıkarılması kadar ahmakça bir zihinsel çözümleme, ideoloji ya da iddia saçmadır. Herhalde buna milliyetçilik diyemeyiz. Bu milletin bizzat varlığına kasteden bir tehdit olduğundan ve milliyet değerlerinin harç vazifesi görmesini engellediğinden dolayı da saçmadır. Kimi entelektüellerin işte tam da bu noktada fikri çıkmazları milletin başına bela olmaktadır. Kimi entelektüeller böylesi bir sapmaya milliyetçilik diyerek Başbakan dahil birçok insanın doğru düşünebilme melekelerini ifsat etmektedirler.

Milliyetçilik milliyet değerlerine dayanır ve milletçilikten farklı olarak soyutlama içerir. ‘Millet’çilik biraz da halkçılık gibi milletin belki de kahır ekseriyeti milliyet değerlerinden habersiz yaşarken ve yine belki de bizzat o değerlere saldırı aracı olarak kullanılırken, sürdürülebilen bir halk dalkavukluğu olabilir. Milletin menfaatlerini gözetmek, onları çağlar üzerinden sıçratmak, onları televizyon sahibi yapmak, iş aş, barınacak ev sahibi yapmak ve en çok da eğlendirmek bu anlamda milletçilik bahsinde yer alan hususlardır. Kalkınmacılık peşindeki siyasal iktidarların ya da iktidara namzet siyasal parti ve akımların milletçi olmaları bu yüzdendir. Yapıp edebilecekleri şey halkın geçim standardını yükseltmektir. En büyük fazilet onlar açısından budur.

Ancak milliyet deyince biz daha farklı ve daha mücerret şeyler anlıyoruz. Büyük milletlerin mücerret olana adanmışlıkları da işte milliyetçiliklerinin yüksekliği, şuurlanmalarının kavi oluşundan ileri gelmektedir.

O halde önermemiz doğrudur:

Apo bir milliyetçi değildir.   Apo bir Kürt milliyetçisi değildir.

Apo’nun ya da bölücü hareketin Kürt milliyetçisi olduğu ön yargısı yüzünden bir büyük birliği kurabilecek millet iradesi boşa çıkarılmakta, Türk milliyetçiliği de yanlış anlaşılmakta ve giderek yanlışa sürüklenmektedir.

Kürt milliyetçiliğini önleme yolunda tedbir geliştiren sözde devlet aklı –MİT başta olmak üzere- son müzakere sürecinin akim kalmaması için gereksiz ve yanlış söylemlere başvurmaktadır. Güya Kürt milliyetçiliğini önlemek için milliyetçiliğin her türlüsüne karşı çıkmakta, Türk milliyetçiliğine vurarak Kürt milliyetçiliğinin önünü alabileceğini düşünmektedir.

Eğer burada engellenmek istenen şey –terör örgütü- daha baştan milliyetçiliğin uzaktan yakından akrabası değilse o zaman bu strateji gümlemektedir.

2008 yılında ‘Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım: Kürtler Nasıl Türk Olur’ *** başlığı altında bir kitap yazdım. Bugün tartışılan hususları sanki önceden bilmiş gibi bir zihinsel ve matematiksel çözümleme yaptım. Kürt meselesini enine boyuna tartıştım. Bölücü örgüte yaftalanan Kürt milliyetçiliğinin doğru olmadığını ispatladım. Ortada milliyetçilik filan yoktu. Olsaydı eğer, Kürt hareketi demokratikleşir, modernleşirdi. Klasik ve batılı anlamıyla bile milliyetçilik böyle bir süreci hazırlardı. Bizim anladığımız anlamdaki milliyetçilikte ise milliyet umdelerine bakmak icap ederdi. Kürt milliyeti söz konusu ise o zaman onun umdelerinin, değerlerinin masaya konulması gerekiyordu. Bu unsurların yahut herhangi bir doğulu milliyet değerlerinin genişleyerek daha ihata edici bir millet ve milliyetçilik kavramında yeniden bir kavramsal inşa gerçekleştirmesi gerekiyordu. Bunun imkan ve fırsatları bulunmalıydı.

Var mı?

Yok… o halde ortada bir Kürt milliyetçiliği bulunmamaktadır. Bir Kürt milliyetçisi de yoktur. Eğer öyle olsaydı tıpkı bin yıl önceki gibi Türkmen dervişgazilerin ve alperenlerin-Horasan erenlerinin yaptığı gibi bir gönül dilinin icad edilmesi gerekirdi. Aşkın, merhametin, hürmetin, sadakatin, vefanın dili… hani? Bin yıl önceki dirilişte olduğu gibi bir Yunus, bir Yesevi, Hacı Bektaş, Hacı Bayram’dan iz var mı? Türkmenler – Oğuzlar bir yönetim sanatı ortaya koyarak bütün civar unsurlarıyla birlikte Roma olma yolunda ilerlerken zırt pırt Türk demediler ama dokunduklarını Türk yaptılar. Anadolu mayası dediğimiz şey işte budur. Cultura veya civilisation gibi değildir. Arpa kültürü de buğday kültürü de iyidir hatta mübarektir. Arpa ekersin arpa biçersin. Ekin öyle bir şeydir. Ekin ya da kültür toprağı değiştiremez, dönüştüremez. Ama süt dolu bir kaba ister inek sütü, ister koyun sütü, ister keçi sütü, ister manda sütü koyun; kap ister yayvan ister derin ister porselen ister toprak ister plastik olsun mayanız sağlamsa çaldığınız maya bütün bir kabın içindeki sütü dönüştürür, değiştirir ve yekpare bir kimliğe eriştirir.

Doğru mu?

İşte bin yılın terkibi ortaya koyduğu gönül diliyle anayasayı da yazabilecek iletişimsel edebiyatı yani mutabakatın metnini şiirini yazabilir.

Milliyetçilik tartışmalarının zamanı değil. Tartıştıkça her taraf batacak. Batınca ne olacak?  Bu millet hamurundaki bütün ne varsa bundan zarar görecek.

Ülkücülük versus milliyetçilik! Doğru, ama milliyetçilik olmadan da ülkü devleti kurulamaz

Anayasa tartışmaları bitince milliyetçiliği gerçekten daha önce benim binlerce defa aldığım gibi ele almak lüzumu yine var. Mesela tarihte ülkü devleti kurmuş ve böylece en büyük fazilete erişmiş Türklerin yeniden kutsal da bilse milliyetçiliğin önüne ülkücülüğü koyması üzerine bir ahkâma ve efkâra kalkışabiliriz. Ülkücülük Versus Milliyetçilik başlıklı yazımı yine Türk Yurdu’nda yazmıştım. Milliyetçilik elbette milliyet değerleri içerdiği için ve onlar için ortaya konan bir eylem planı ve duygular skalası olduğu için hayırlıdır ve en başta mazlum milletlere emperyalizme karşı mücadele ruhu kazandırması bakımından önemlidir. Tek bu çıkarsama bile tek başına milliyetçiliği olumlu kılar. Fakat medeniyet yaratan ülkücülük açısından ve soyutlamanın üstünlüğü esasından yola çıkarsak bütün diğer beraberlikleri, unsurları, kültürleri bünyesinde barındırabilen ve onu aşkın bir felsefeye kanatlandırabilen ülkü devleti*    *** hasleti milliyetçiliğin adını sıklıkla kullanmayı bir kenara itmemizi, hatta kendi kimliklerimizi o dönüştüren mayaya katmada öncü olmamızı salık verir.

Sayın Başbakan’ın dilinin sürçmüş olduğunu düşünüyorum, yahut bazı danışmanlarının  o hep tenkit ettiğimiz etnik milliyetçiliklerinin psikolojik arazlarından ona yanlış metin yazdıklarını… II. Abdulhamid ve çağdaşı Namık Kemal’in zaman zaman karşı karşıya gelseler de bir büyük birliği muhafaza ve/veya kurma yolunda kendileri ve ardıllarının, Osmanlıcılık başta olmak üzere üç tarzı siyasetlerindeki gerekçe ve bileşkede nasıl buluştuklarını biliyorum. Milliyetçilik ve Namık Kemal kitabımda milliyetçiliğimizin son dönem kaynaklarını vurguladım. Buna göre milliyetçiliğimiz milliyet değerlerimizin ve unsurlarının her coğrafyada ve her çağda nasıl esnek-flexibl uzayıp daralabilen, esneyip genişleyebilen yapısından ve kabiliyetinden ötürü değişebilmekte ve bazen ve bazı yerde unsurlardan birine veya birkaçına daha fazla ağırlık vermektedir. Bu durum milliyetçiliğimizin sadece o unsur çerçevesinde açıklanmasını gerektirmez.

Kaldı ki, Türk Düşünce Ufukları’nda buluşturduğumuz Namık Kemal, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Mehmet İzzet, Yusuf Akçura, Mümtaz Turhan, Osman Turan, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, S. Ahmet Arvasi, Galip Erdem, Erol Güngör, Atsız, Cemil Meriç gibi aydınlarımızın asgari müştereklerini tespitteki çabamız bizim milliyetçiliğimizin insanlığa nasıl faydalı bir muhteva taşıdığını da ortaya koymuştur. *****

Mümtaz Turhan 1948 yılında İngiltere’den döndüğünde savaştan yeni çıkmış Avrupa, ırkçılığın ve faşizmin izlerini silmek için bilhassa milliyetçiliğe karşı –zararlı milliyetçiliğe karşı- söylem ve eylem planları geliştiriyordu. O dönemin Türk aydınının güzel bir örneğini vermiştir Mümtaz hoca… Tıpkı daha önce Fransız devriminden sonra dünyayı kasıp kavuran yeni fikir ve kavramlara kendi şeraitinden ve tarihinden karşılıklar bulmaya çalışan Namık Kemal gibi yapmış ve İngiltere’de karşılaştığı ve öğrendiklerini kendi terkip ve tefrik süzgecinden geçirmeden halkına dayatmamıştır. Edilgen olmayıp, gördüğünü duyduğunu aynen alıp ülkesine kakalamayıp, kendi milleti ve milliyeti için lüzumlu olanı yazmış, söylemiştir.

Onun Niçin Milliyetçiyiz makalesini başta Sayın Başbakan olmak üzere bütün liderler ve üniversiteliler okumalıdırlar. Yılmaz Özakpınar Mümtaz Turhan’ı okuyup değerlendiren Erol Güngör hocamız gibi milliyetçi fikriyatın önde gelen kalemlerindendir ve kültür medeniyet mukayesesinde Gökalp’ın çizgisini doğru mecraına kavuşturmuştur. Şöyle diyor Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselemiz kitabında: “Mümtaz Turhan Niçin Milliyetçiyiz başlıklı makalesinde Türk milletinin en ileri medeniyeti ve tam bir millet haline gelmesini milliyetçiliğin bir hedefi olarak gösterir.” ******

Demek ki milletleşme devam etmektedir. Dolayısıyla millet menfaatine olan her şey aslında milliyetçiliğin meselesidir. Bu anlamda milliyetçiliğe karşı durarak bir milletleşme mümkün görülemez. Devam ediyor hocamız:  “Bu hedefe ulaşma yollarını 1948’de İngiltere’den döndükten sonraki yazılarında ortaya koymuştur. Bu yazılarda inanç ve geleneklerin ana kayası üzerinde bilimin ilerletici imkânlarını kullanma gereğini vurgular. Ona göre milliyetçilik, bu yolla toplum kurumlarını modern ihtiyaçlara göre yapılandırma bilinci ve o yolda gösterilen çabadır.

Niçin Milliyetçiyiz makalesinde Mümtaz Turhan, insaniyetçiliğe engel gördükleri için milliyetçiliğin aleyhinde olanların yanıldığını söyler. Bu iki idealin bağdaşmaz olmadığını belirtir. Tam tersine millet hayatı ve milli kültür meydana gelmeden insanlık camiası kurulamayacağını ileri sürer.”

Mümtaz Turhan, bugünkü aydınlarımız için bir metodoloji koymuştur denebilir. Doğunun tefrik etme hazinesi ve terkip etme kabiliyeti birleştiğinde milliyetçiliğimizin milli bünyeyi ve hatta insanlık âlemini yaralayıcı faktörlerinden azade; bütünleştirici, geliştirici hatta modernleştirici fonksiyonlarını öne çıkarabiliriz. Bir de milliyetçiliğin üstüne ülkü ve hedef konduğunda bir medeniyetin ibdası mümkün hale gelecektir.

Belki de bu tartışmaları sağlıklı zihinsel ve matematiksel çözümleme yolunda değerlendirebiliriz. Ama telaş ve korkulardan, dış ve iç baskılardan, vehim ve alışkanlıklardan azade olarak bunu yapabiliriz. Sayın Başbakan izin verirse önce anayasa için bir iletişimsel edebiyat, yani ruh kökümüze ve mayamıza uygun dili: gönül dilini anayasanın ruhunu oluşturacak biçimde işleyebilecek bir gönül seferberliği gereğini paylaşmalıyız. Belki de ne bileyim kendileri başlatabilir bunu… Meseleyi hukukçulara havale etme kolaycılığından vazgeçip,  aydınımızı bir fikir çilesine zorlayabilir. Bu da anayasa yapsak da, yapmasak da memleketin selameti açısından faydalı bir gelişme olacaktır. Biliyorum ki vur deyince öldüren savcılardan o da bîzardır. Kurumlar, cemaatler, sosyal sınıflar, sivil toplum ve siyasal toplumun bütün unsurları bir ‘concensus’ meydana getirmeden yazılacak metin nasıl mutabakat metni olacak ki zaten? Sayın Başbakan’ın sivil toplum sınıfta kaldı feryatlarını en iyi anlayabilecek insanlardan biriyim.

Anayasa hukukçusuna elbette ihtiyaç var; fakat her şeyden evvel gönül diline, üsluba, Nurettin Topçu’nun dediği gibi: mesuliyet, samimiyet, merhamet, hörmet ve aşka daha çok ihtiyaç var.

Kürt sorunu için de böyle, milliyetçiliklerin doğru anlaşılıp yaşanması ve bir büyük birliğe kanatlandırması için de böyle, anayasa yazabilmemiz için de böyle…

Sonsöz

Eğer ülkücülük versus milliyetçilik mânâsında bir felsefeyi aktarmak istediyse yani Efendimizin Vedâ Hutbesi’ndeki duygusunu bizimle paylaşmak istediyse başımızın üstünde yeri var.

Ama yine de bin yıllık milliyet değerlerimizden ve İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu necip milletten özür dilemesi onu küçültmez yüceltir.

 

____

*Milliyetçilik üzerine 1974 yılından beri yazıyorum. İlk kitabım 1974 yılında Millet gazetesinde tefrika edildi. Türk Milliyetçiliğinin Tarihi. Binleri aşan makalem var. Genç Arkadaş, Hasret, Nizam-ı Alem, Gündüz, Yeni Hafta, Yeni Düşünce, Yeniçağ, Muhalif, Gelecek, Türk Yurdu ve yüzlerce dergi ve gazetede yazdım. Mümtaz Turhan’ın dediği gibi milliyetçiliği modern ihtiyaçlara göre yapılandırma bilinci ve çabası olarak Su Barışı’nı bir büyük birlik milliyetçilik projesi gibi yazdım. Uzak vadede ümmetin birliğini hedef aldım. Türk Düşünce Ufukları adı altında 24 kitaplık biyografi hazırladık. Amacı milliyetçiliği doğru tarif ve aydınlarımızdaki ortak noktaları bulmaktı. 24 kitabın beşi bana ait. Namık Kemal, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Necip Fazıl, Nurettin Topçu. Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları da bu amaca hizmet eden bir başka kitabım. Milliyetçilik ve Namık Kemal tam da kafası karışıklar için rehber kitap. Hele hele Osmanlıcı yahut ümmetçi geçinip karşı olanlar için… Türk Sosyalizmi ve Nurettin Topçu da milliyetçiliğe bir başka perspektiften ekonomi politikten bakıyor. Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım Kürtler Nasıl Türk Olur Kürt milliyetçiliğini bile hazmeden bir ufuk vermesi bakımından önemliydi. Sayın Başbakan’a da imzalayıp vermiştim, ama adından çekinip okumamış anlaşılan. Zira ilk ele alan yine mi asimilasyon politikası dedirtecek olan başlığından çekinenleri çok gördüm. 2024 romanında ve birçok makalem de de yine AB’nin Kürtsüz bir Türkiye isteyişinin ardındaki planları açıkladım. Korkularının Nostrodamus’a dayandığını gösterdim. 28 Şubat’ın karanlık günlerinde Türkiye Yazarlar Birliği tarafından fikir ödülü de alan Milli Sivil Stratejik Konsept Çağdaş Kızılelma ve Yeniden Ülkücülük kitabımda da milliyetçiliğe tam da Mümtaz Turhan hocanın yenilikçi perspektifinden ama o çizgiyi de eleştiren bir yeni çözümleme ile yaklaştım. Türk Yurdu dergimizde de son yıllarda bu konuda çok yazı yazdım. Demek ki kırk yıla yakın yazmışız. Ama ne kendi çevremizde, ne de genel olarak ülkemizde doğru anlaşıldık. O zaman asrın idrakine söyletme açısından sorun var demektir. Daha kırk yıl uğraşacağız anlaşılan…

**Benim de Danışma Kurulunda bulunduğum Yeni Türkiye dergisinin yeni dönem ilk sayısı 1100 sayfayı aşıyor. Hepsi de anayasa ile alakalı makaleler… Fakat ne yazık ki ruh kökü meselesini irdeleyen yahut Habermas tekniğiyle meseleye bakabilen çok az yaklaşım var.

***Lütfü Şehsuvaroğlu, Kürtler Nasıl Türk Olur Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım, Elips Yayınları, Ankara 2008, www.lutfusehsuvaroglu.com, www.hasretkitapevi.com

****Ülkü Devleti için Teoman Duralı’nın kitaplarına bakılabilir. Teoman Duralı’ya göre tarihte ülkü devleti kurabilen yegâne millet Türklerdir. Bunu anlamak için tarihe şöyle bir bakmak kâfidir. Öyle ya ülküye yani fikre, devletin adaletine felsefesine inanmış herhangi bir Sırp sadrazamlığa kadar yükselmektedir.

*****Türk Düşünce Ufukları, Alternatif Yayınları Ankara

******Yılmaz Özakpınar, Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi, Ötüken, İstanbul 2003; Yılmaz hocaya ayrıca Mümtaz Turhan kitabını sipariş ettim ve Türk Düşünce Ufukları’nda çıktı. Onun ve Erol Güngör’ün milliyetçilik ile ilgili eserleri okunmalıdır. Ziya Gökalp’ın en doğru eleştirisi bu iki hocam tarafından yapılmıştır. Özellikle kültür ve medeniyet meselesi üstüne mutlaka yeniden okunmalıdırlar. Bunlara ilaveten benim Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları adlı kitabım da bu minvalde milliyetçiliğe yeni bakış açısı kazandırması açısından tartışılma yaratmıştır.

 

SONA DOĞRU

Kürt Sorununun Kürtler Açısından En Zayıf Halkası: Örgütle Pazarlık Boyutu

Ne oldu son yıllarda?… Bir günde gerçekleştirilebilecek bir MİT operasyonu ile Türkiye’nin dışına çıkarılacak teröristlerin aktüel meselesi sözde çözüm sürecinin mihenk taşı oluverdi. Bu basit meselede onlarca akil insan mesai harcadı. Diğer akiller de onlara cevap yetiştirmeye çalıştı.

Şimdi gelinen noktada özellikle son açılım süreciyle ilgili olarak yaşanan toplumsal gerilimler nedeniyle kitabın yeni baskısının yapılması zaruret halini aldı ve ilk baskıdan bugüne geçen sürenin de değerlendirilmesi ihtiyacı doğdu.

Paketlenip getirilen örgüt liderinin yeni bir fırsat için değerlendirilmesinin devlet aklına da yardımcı olacağına karar verildi. Bir yandan örgütle mücadele sürdürülürken ve daha sert tedbirler -idamın geri getirilmesi gibi- dillendirilirken bir yandan da eldeki potansiyel güç örgüt içinde etkinleştirildi ve terör örgütünün uzantıları açısından siyaset yapma ve meseleleri siyasetle çözme alternatifi öncelendi.

Oslo süreci ve sonunda Apo7yla pazarlık kolay olmadı elbette. Bu en zor zannedilen badire atlatılınca çantada keklik diye düşünülen kamuoyu ihmal edildiği yerden yeniden oluşturulmaya çalışıldı. Zaten iktidar tabanı bu işi, ancak Müslümanların ve İslam kardeşliğinin çözeceğine dair önceki inançlarında meydana gelen hayâl sükutunu telafi edecek ve yeniden siyasetlerine kan verecek bir fırsat olarak değerlendirecekti.

Bir yandan da devlet aklı veya derin devletin yeni biçimi başka bir çözüm yolu olmadığına hükümeti de Başbakan’ı da inandırmıştı.

Hatırlayınız; Habur faciasından sonra meydane gelen büyük moral bozukluğu ve bunun iktidarı son derece yıpratması üzerine sürecin baltalanması ihtimaline karşı doğrudan MİT eski Müsteşar Yardımcısı kimliğiyle Cevat Öneş bizzat kanal kanal dolaşmış ekranlardan AKP’yi tehdit etmişti: “süreç aksatılırsa AKP bölünür” diye…

Yapılacak iş böylece tekleşiyordu: İktidar başkanlık, anayasa hazırlama ve BOP üçgeninde bu fırsatı değerlendirecek ve ne pahasına olursa olsun örgütle pazarlık nihayetlendirilecekti. Öyle de oldu. Örgüte zaten bir moral ve yeni oyun sahası gerekiyordu. O zaten 12 Eylül’de de böylesi görevlendirmelere açık olduğunu göstermişti. Apo da zaten yakalandığında bunun işaretlerini vermemiş miydi? ‘Öldürmeyip kullanın!’ lakırdısı artık bir projeye evrilebilirdi.

Ancak Kürt ve Türkmen halkları yani millet ne diyordu?

Örgüt dışındaki ya da örgütün kontrol edemediği geniş Kürt kitlelerinde sorunun sadece örgütle pazarlık boyutunda yürütülmesi rahatsızlık vermektedir. Bu aynı zamanda topyekün Türkiye halkının da en çok rapatsızlık duyduğu konudur. Hatta sürece başından beri destek vermiş kimi gazeteciler, sivil toplum kuruluşları ve başta cemaat de örgütle pazarlık sonucu yürütülen süreci zaman zaman eleştirmiş, hatta uzun bir vade için kendilerini toplum vicdanında affettirecek, “biz uyarmıştık” kabilinden savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir.

 

Örgütün İmralı’daki liderine yeni bir statü verilmesinin ardından PKK üstündeki inisiyatifinin arttığını hep birlikte gördük. Bu demekti ki MİT, Apo üzerinden PKK’yı Kuzey Irak’taki Türkiye’nin kısa vadeli çıkarları için kullanacaktır. 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan dönemin öne çıkan strateji ve taktiklerine paralel düşen bir senaryo idi bu.

Özetleyecek olursak;

O zamanlar Sovyetler Birliği vardı ve komünizm batı için birincil tehdit algısı olarak güvenlik stratejisinin temelini teşkil ediyordu.

Türkiye için de Sovyetler Birliği ve komünizm birincil tehdit unsuru olduğundan ideolojilere karşı mücadelede etnik unsurlardan yararlanılmalıydı.

Böylece Marksist Kürtlerle Marksist Türkler(devlet her zaman yaptığı hatayı yaparak varlık sebebi olan Türk imajını etnisiteye indirgedi) ayrıştırılmalıydı. Kürt, Çerkez, Türkmen, Boşnak, Tatar ülkücü, akıncı ve devrimci gruplar içinde insanlar ortak bir ideale inanıyorken birden bire aralarına fitne sokularak ayrıştırıldı. Güya devlet komünistleri bölmüş oluyordu.

Ayrıca Kuzey Irak’ta Türkiye’nin dolaylı müdahalesi için kendi terör örgütü bahanesiyle sürekli bir fırsatlar yumağı ortaya çıkarıldı. Türkiye istihbaratı, PKK’yı bahane edip Kuzey Irak,’ta inisiyatif geliştireceğini düşündü. Zaman zaman müdahalelerle de bu kısa vadeli güvenlik stratejisinden yararlandı.

Örgüt güçlendikçe uluslar arası istihbaratların ve bölgedeki uyuşturucu trafiğinin parçası olmaya başladı. MİT’teki çalkalanmalar eski bağlantılarını izleyememe nedeniyle kuzey Irak inisiyatifinin Türkiye aleyhine tezahür etmesine karşı seyirci kalmasına yol açtı.

Ordu iç siyasetteki rolünü artırdığı ve bölge bahanesiyle ödeneklerini artırdığı ve iç politikada daha etkin konuma geldiği için gelişmeleri destekler mahiyette çapraz ve çarpışık ilişkilere girdi. Örgüt adeta ona lazım olan bir argüman haline geldi.

Uluslar arası güçlerin bölge üzerindeki planları da göz önüne alınınca 12 Eylül yönetimi PKK’yı ve Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanmayan daha doğru deyişle Kürt tarih, dil, kültür ve sosyolojik yapısıyla taban tabana ters bir bölücü örgüt fenomenini yaratıp, besleyip büyütürken aynı zamanda ABD, Avrupa ve komşu ülkelerle ilişkilerde ayıyla aynı yatağa girmek gibi çetrefilli ve çok yönlü bir ulusal dış politikaya(!) imza attı.

Avrupa Birliği bizzat Türkiye eliyle büyütülen bu sorunu iki temel açıdan zaten körüklüyordu. Birincisi başta Fransa olmak üzere kimi AB ülkeleri Kürt enstitüleri bile açarak yüz yıl önceki bir hesabı sürdürmek istiyorlardı. İngiltere de Lozan’da Kürtlerin vermediği desteği yeniden almış olmanın dayanılmaz rehavetini duyumsuyordu. Bu hesap aynı zamanda temel söylemlerine de uygun olarak bir insanlık sorunu oluyordu. Diğeri de üyelik talebi ciddiye alınmak zorunda olan Türkiye’yi Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi sorunlar gerekçesiyle oyalamak. Eğer üyelikte ısrar belli bir boyuta gelirse de ‘Kürtsüz bir Türkiye’nin hazmedilme kapasitesine uygun olduğu’ prensibini yaymak. Öyle ya Kürtsüz bir Türkiye AB’nin hazmedebilme kapasitesine uygun olacaktır. Şu haliyle Türkiye gerçekten de AB ülkeleri arasında yer alırsa AB için bir tehdittir.

ABD ise Irak’taki operasyonlarının, işgallerinin ve paylaşımlarının bir sonucu olarak de-Facto bir Kürdistan oluşumunu desteklerken Türkiye’yi de karşısına almadan bu yeni siyasal yapının hamisi olmaya ikna etmeye çalışmaktadır. Bunda da hayli mesafeler almıştır. ABD bilmektedir ki, Türkiye istemezse Irak bölünemez. Türkiye’nin kuzey Irak petrollerinin naklinde bile ne kadar Petro dolar elde edeceğini ve yeni siyasal oluşumun hamiliğinden elde edeceği çıkarları peyderpey görmesi ve süreçteki menfaatin giderek somutlaşması geriye sadece Türkiye’nin geleneksel milliyetçi-muhafazakâr sosyal tabanın çözülmesi planına işi bırakıyordu. Bunun için de zaten MİT’e bağlı siyasi yapıların ve kişilerin yönlendirilmesi veya ikna edilmesi, diğerlerinin ekarte edilmesi gerekiyordu. Bu tabanı gerçekten başıboş bırakmak olmazdı. Cemaatler ve önderleri, tarikatler ve şeyhleri yanında siyasi gruplar da ikna metodlarından yararlandırılmalıydı. Hâlâ bir risk vardı: o da Muhsin Yazıcıoğlu idi. Arkadaşlarının yalnız bıraktığı bir siyasi liderin yine de bir risk teşkil ettiğini düşünenler helikopter kazasıyla (?) şehit olan Yazıcıoğlu’nun ardından iki defa-üst üste dezenformasyon ve ikna metodlarına işlerlik kazandırdılar. Gelişme ABD’nin umduğundan bile iyi oldu.

12 Eylül döneminde ortak tehdit algısı ve güvenlik stratejilerinin gerekçesi olan komünizm ve Sovyetler Birliği ortadan kalkınca PKK’nın da etnik kimlik tebaruzu ve Türkiye’nin Marksist örgütlenmesine darbe fonksiyonu ile kuzey Irak’taki inisiyatif geliştirme aracı rolü yerini başka rollere bıraktı. Bir çeşit ‘evrilme’ yaşadı örgüt. Yazılıp çizilenleri değerlendirirsek varsayımsal olarak üç fonksiyon gözüküyor.

Üç Fonksiyon

Birincisi: Türkiye, İran, Irak, Suriye arasında Filistin merkezli Ortadoğu’da sürdürülebilir krizin kaynağı bir İsrail devleti benzeri Kürdistan inşası yahut fikri. Bu o kadar önemlidir ki, kurulmasından ziyade mevcut yapıları rahatsız etmesi bakımından bile yeterli fonksiyona sahiptir. İşte Suriye örneği! Hâla yıkılamayan rejim… İşte Irak! Saddam’ın başına gelenlere rağmen bütüncül Irak fikrinin gücü ve sütre gerisinde bekleyen ve ne yapacağı kestirilemeyen Sünni Arap nefreti… Bir türlü ele geçirilemeyen ve İsrail için en büyük tehdit olarak algılanan İran… ayrıca bütün bu ülkelerde ve tabii Türkiye’de bir alternatif medeniyet tasavvuru olarak İslam…  Bir yandan böylesi bir alternatifin yumuşak ve sert boyutlarıyla bölgesel aktüel etnik içinden çıkılmaz meselelerle yoğuşturulması ve enerjisinin sonra da bir entropik dalga ile içerde patlatılması, diğer yandan dışlanan kardeş muamelesi gören Kürt potansiyelinin böylesi bir ortak medeniyet tasavvurundan azade olarak farklılaştırılması… Örgütün zaten laikçi(!) ya da ateist geçmişi yeterli bir güveni vermektedir. İkincisi:

Yeni Osmanlı Hayali ile ABD Politikaları Çelişirse

18 Nisan 20:21

Nasuhi Güngör 13 Nisan 2013 günlü Star gazetesindeki köşesinde kuzey Irak petrollerinin sevkiyatı konusunda Barzani yönetimi ile Türkiye arasındaki anlaşmanın ABD’yi rahatsız ettiğini Sedat Ergin’den yaptığı alıntıyla anlatmaya çalışırken aslında bölgede Türkiye’nin stratejik derinliğine uygun olarak kendi kendine inisiyatif geliştirdiğini tekrarlıyor ve Kürdistan’ın ikinci İsrail olarak kurgulandığı tezini ileri sürenleri eleştiriyor.

“Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin merkezinde yer aldığı ve giderek bağımsızlaşan yapının, Türkiye’yi bölmek üzere hazırlanmış bir komplo olduğunu, hatta bunun bir İsrail projesi olarak sahneye konulduğunu iddia edenler şimdi ne düşünüyor, bilemem. Ancak öz önce Ergin’den aktardığım çerçeve, Ankara-Erbil hattındaki gelişmelerin başta Washington olmak üzere önemli merkezlerde büyük rahatsızlık uyandırdığını gösteriyor.

İki nedenle, birincisi Ankara aleyhine görünen/gösterilen bir gelişmeyi kendi stratejik derinliği olarak şekillendirmeyi başararak, yakın tarihinde ilk kez bir genişleme harekâtını gerçekleştiriyor. Üstelik bunu askeri güç ya da güvenlik politikaları eliyle değil, yumuşak güç unsurları üzerinden ve hızla şekillenen ekonomik ve siyasi entegrasyonla yürütüyor.

İkincisi bu adımı atarken kendi içinde giderek derinleşen Kürt sorununu daha geniş bir coğrafyada kader ortaklığı üzerinden çözmeye çalışıyor.

Bu adımların bırakın herhangi bir bölge gücünün hoşuna gitmesi, küresel ölçekte bir memnuniyet oluşturması hiç kolay değil.”

Anlaşılıyor ki, Kürt sorunu çerçevesinde kimi yazarlar ABD müttefikliğinin bulunmaz bir fırsat olduğunu ileri sürerken bazıları da ABD gibi küresel güçlere rağmen Türkiye bir şeyler yapabilmektedir.

Gerçek öyle midir?

Bölünme Korkuları / Büyüme Hayalleri

Basit bir MİT operasyonu ile halledilebilecek mesele, bütün bir milletin akıbeti- koca bir Türkiye’nin varlık yokluk meselesi haline getirilirken ne yazık ki aklı başında bir söylem geliştirilemedi; eylem planı ortaya konamadı. Bölünme psikozları, vehimleri, korkuları ile atbaşı giden bir büyüme hayalleri, demokratikleşme hevesleri, yeni Osmanlı rüyaları birlikte menfi bir düşünce(sizlik) iklimi meydana getirdi ve bu durum durduk yere ülke içinde entropi yaşanmasına yol açtı ve temeli olmayan ayrışmalar meydana geldi.

Nasuhi Güngör gibi yazarlar gazeteciler az değildi. Bizim Hakan Albayrak bile bunlar arasındaydı. Bu iyi niyetli inanmış arkadaşlara göre günümüz Türkiye’si eskinin tamamen aksine inisiyatif ortaya koyabilen bölgesel güçtü. Buna göre, bir yandan Müslüman’ın kendi iradesi ile son refah geliştirebilme ve bölgesel strateji ortaya koyabilme kabiliyeti Ahmet Davutoğlu’na mal edilen Stratejik Derinlik kavramı ile birlikte açıklanınca kimimizde yüksek moral kazanmalara yol açıyordu; diğer yandan yüz yıl önceki Osmanlı’yı çökerten ve cetvelle çizilen sınırları değiştirmemize fırsat verecek yeni oyun alanlarımız ortaya çıkıyordu. Bu yeni durumun ABD ile onun iradesi ile açıklanacak bir tarafı bulunmuyordu. Geçen zamanda anlaşıldı ki, ABD Türkiye ile müttefik maskesi ardında pivot olarak kullandığı müttefikini hedef haline getirebiliyor. Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Beşiktaş’taki sarayda 7 Haziran seçimleri sonrası ittifak arayışları devam ederken yapılan toplantıda kendisine Azez ile Cerablus arasında Doğu’da (Irak’ta) benzeri olan de-facto bir Kürdistan kurma hayaline işaret etmiştim. Sayın Davutoğlu da Azez ile Cerablus arasında Kürt yok nasıl olacak o iş, diye cevap vermişti. Eklemişti bir de: Müslim benim öğrencim. ABD o sıralarda PYD ile PKK arasında bir fark varmış gibi tezleri bize dikte ettirmeye çalışıyordu. Ottowa Sözleşmesinin imzalanması ve ardından İsrail’e mayınların temizletilmesi çabaları da gösteriyor ki, Türkiye’yi ağır bir gizli istila bekliyor. Nitekim Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında diğer ülkelerin yönetimleri dağıtılıp de-stabilizasyon inşa edilirken Türkiye de Avrupa ve İsrail rahat uyusun diye uluslar arası göçmen kampı haline getirildi. Ardından yine Davutoğlu hükümeti sözde AB’de serbest dolaşım havucu bahanesiyle Geri Kabul Anlaşması’nı imzaladı. Tarihin en aptalca anlaşmasıydı ve bugüne kadar Avrupa liderleri sık sık gelip Türk yetkililerin sırtını sıvazlayıp ne kadar güzel işler yapıyorsunuz deme yarışına girdiler. Hatta başbakanlık yapmış zevat bile arada sırada biz göçmenleri almasaydık Avrupa’nın hali niceydi gibisin tuhaf ve cahilce açıklamalar yapabildiler.

Büyük Ortadoğu projesi hayalleri, yeni Osmanlıcılık beklentileri, ABD ile birlikte inisiyatif kazanacağımıza dair umutlar aydınları, siyasetçileri, iş dünyasını sarmalıyadursun küresel akıl derin planını pişiriyordu.

Gerek İsrail ile anlaşma çizgisine Türk kamuoyunu rahatsız etmeyecek biçimde gelinmesi, gerekse Irak ve Suriye  (İran’ı da katmak lazım) üzerindeki politikalarının kısa ve orta vadede sürdürülebilir olması, gerekse de Kürt sorunu üzerindeki beklentilerin çakışması Barkey’in raporunda özetlenen ABD programının Türkiye’nin emekli mitçilerin küresel ittifakı tarafından ortaya konan ve iktidarca da kabul edilmek zorunda kalınan programın uyumlu hale gelmesine yol açtı.

Zaten 2007 Barkey raporuyla ondan sonra yazılan bütün bizdeki sivil resmi raporların olağanüstü benzerlikler içermesi işte bu yüzdendir.

Biz 2007 öncesi soruna Türk tarih felsefesi açısından yaklaşım denememizle dışsal etmenleri elbette değerlendirerek ama bize ait bir formül ortaya koymaya çalıştık. Fakat 2007 sonrası ne yazık ki Türkiye içinden orijinal ve telif bir eser ortaya çıkmadı. Edilgen ve Barkey raporlarına paralel yaklaşımlardı hemen hepsi…

Şimdi 2077’den bu yana sözde devlet aklının yeni versiyonunun sefaletini görünce anladım ki, benim Kürtler Nasıl Türk Olur ile Su Barışı kitaplarımda önerdiğim projeler hakikaten bu devlete fazla gelmiş. Bu devletin bunu gerçekleştirebilecek aklı ve bürokratik potansiyeli yokmuş.

Ama ısrarla tekrar ediyorum: 2007’den bu yana ortaya konan MİT ve CIA işbirliğini aptal istihbaratçıların haddini aşmaları olarak görüyorum ve biraz felsefe, tarih ve ‘BİZ’i okumalarını salık veriyorum.

 

SONSÖZ

BU KADAR ECHEL ANCAK ÜNİVERSİTE İLE MÜMKÜNDÜR./ DEVLET AKLI: AKİL İNSANLAR, MİT, YENİ OSMANLICI HAYALLER, ULUSAL KORKAKLAR BİLEŞKESİDİR…

SON KEZ UYARIYORUM: HİÇBİRİNİZ ASLINDA TÜRK DEĞİLSİNİZ…. O YÜZDEN BİR DEĞİL BİN TBMM OLSA DA ANAYASA YAZAMAZ, KÜRT SORUNUNU DA ÇÖZEMEZ… ANAYASA YAZABİLMEK VE KÜRT SORUNUNU ÇÖZEBİLMEK İÇİN SALAKLIKTAN KURTULUP TÜRK OLMAK İCAP EDER. TÜRK’ÜN RUH KÖKÜNÜ VE GÖNÜL DİLİNİ YENİDEN OKUMAK İCAP EDER…

KÜRT SORUNU ASLINDA NEDİR?

Asıl meselesini bilmeyen toplumlar asıl meselesini bilen toplumlar tarafından idare edilmeye mahkûmdur.

KÜRT SORUNUNDA ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİSİ

  1. Öncelik ve ivedilikle Türk milleti devletini geri istiyor, onun için evvelemirde devlet, devlet olmalıdır. Devlet krizi, milli birlik krizi, ekonomik kriz ve sığınmacılar krizi behemehal çözülmelidir. Seçmenini konsolide etmek üzerine dış siyaset ve hele hele milli güvenlik siyaseti güdülemez. Bu kadar dış borç yükü altında ve verimsiz ekonomide de milli güvenlik siyasetleri yerine ulaşmaz. O yüzden 4 temel kriz çözülmeden sığınmacılar ülkelerine döndürülmeden ve komşularımızla barış inde bir arada yaşama sanatımızı yeniden ihya etmeden törer belası can yakmaya devam eder.
  2. Bunun için de öncelikle Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığından vaz geçtiğimiz bütün dünyaya açıklanmalı; Ottowa Sözleşmesinden çıkılmalı, Geni Kabul Anlaşması tarihin çöp sepetine atılmalıdır.
  3. Devlet Beyin yanlış ifade ettiği terör örgütü silahı bıraksın ve Apo mecliste konuşsun saçmalığı yerine milli birlik krizini çözecek ve Türk tarih felsefesi ve bin yıllık kardeşlik mayası yeniden modern çağa adapte edilebilmelidir. Yabancı istihbarat örgütlerinin eylemlerini boşa çıkaracak olan kültürel dokumuz Türklüğü bir oluş ve üst kimlik halinde tutabilir. Nasıl ki Fransa’da tek bir Frank kalmadığı halde orası Fransa ve kimlik Fransız kimliği ise, nasıl ki 72,5 milletin yaşadığı ABD’de Amerikan vatandaşlığı bir Amerikan kimliği meydana çıkarmışsa Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan da Türk kimliğindedir. İsterlerse etnik kökenlerini de ekleyerek ama Türk ifadesi ile eklemleyerek kimliklerini yaşatabilirler. Bundan bir beis yoktur. Fakat Türklüğe öylesi bir emyperyalist taarruz vardır ki Türk denince hemen ırkçılık yaftası yapıştırılıveriyor. Bunu bazen resmi ağızlar da yapıyor. Fransız sineması deniyor da Türk sineması denemiyor bazı festivallerde. Türkiye Sineması deniyor. Bu suçluluk psikolojisi de maalesef üst kimlik inşası için bir psikolojik maniadır. Kürtler(ya da diğer tüm etnik gruplar) bir an önce Türk olmalıdırlar. Çünkü Türklük bir oluş, bir kültürel oluşum ifadesi olarak da ele alınabilir, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘vatandaşlık bağı ile bu ülkeye bağlı olan herkes Türk’tür’ ifadesinde olduğu gibi. Ayrıca ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ kavramsal bir bütüncüllük içerir; burada kastedilen Türk soyundan gelmek değil Türk’üm diyene diyebilmek vasfıdır.
  4. AB’ye bir an önce girebilmek için her türlü tedbir alınmalıdır. AB’ye Kürtsüz bir Türkiye’nin imkânsızlığı anlatılmalıdır. AB’nin Türkiye’nin üyeliği hakkındaki hazmedilme kapasitesi tezini boşa çıkaracak girişimlerde bulunulmalıdır. Önceki baskıda da açıklandığı üzere AB, Kürtsüz bir Türkiye istemekte, küçülen Türkiye’yi de hazmedilme kapasitesine uygun telakki etmektedir.
  5. Ortadoğu’da sürdürülebilir bir İsrail- Türkiye krizi çıkarılmalıdır. Geçen asırdaki İslam Birliği fikrinin bu asra uygun yeni bir modeli entelektüel çevrelerce seviyeli bir şekilde tartışılmalıdır.
  6. Kürt enstitüleri açılmalı, Kürt milliyetine dair araştırmalara hız verilmelidir. 1980 öncesi Ülkü Ocakları olarak Kon adında yarı Türkçe yarı Kürtçe bir gazete çıkarmıştık. O zaman da Fransa ta öteden gelip Kürt kardeşlerimizin hamisi olacağına onların folklor ve kültürlerini yaşatacak çalışmaları bizim devlet olarak yapmamız gerektiğinin altını çizmiştik. 80 öncesi Güneydoğu’da Ülkü Ocakları ve eski MHP’nin gülü teşkilatları vardı, mesela Muş, Van, Bingöl, Adıyaman, Ağrı, Kars, Bitlis ve birçok il ve ilçede Kürtler siyasi faaliyetlerini MHP’de gerçekleştirebiliyorlar, gençler Ülkü Ocaklarına gönülden katılıyorlardı. Bingöl’de belediye başkanlığı bile MHP kazanmıştı. Hikmet Tekin hain bir pusuda şehit edildi.
  7. Bölücülük kesinlikle engellenmeli, eline silah almış hiçbir örgütle pazarlığa oturulmamalı ama gerçek bir milliyet faktörü olarak Kürt milliyetçiliği de kültürel alanda gelişebilmeli ve böylece burjuva devrimi, demokratikleşme ve çoğulculaşma sağlanmalıdır. Çünkü milliyetçilik ortalama çerçevesi ile bireyi güçlendirerek demokratik katılımı artırır. Bölücü örgütlerin bu anlamdaki bir milliyet faktörüne düşman oldukları malumdur.
  8. Örgüt tamamen itlaf edilmeli, suç işlememiş Kürt çocukları doğrudan Köy Hizmetleri’ne işçi olarak alınmalıdır. Köy Hizmetleri’nin kapatılması yanlış olmuştur. Köy Hizmetleri, Köy Enstitüleri, Zirai Donatım Kurumu, ToprakSu teşkilatları yeniden kurulmalıdır. Elbette ki yatırım planlaması için de Devlet Planlama Teşkilatının da yeniden kurulması icap etmektedir.
  9. Mahalli idareler yeniden ele alınmalı ve mevzuat değişikliği gerçekleştirilmelidir.
  10. Partiler yasası, seçim yasası gözden geçirilmeli ve parti içi demokratikleşme sağlanmalıdır.
  11. Etni-siteye dayalı parti kurulması engellenmeli ve partiler demokrasisi güçlendirilmelidir. Bu Kürtlerin ya da diğer etnik grupların parti kuramayacağı anlamına gelmez. Fakat hiçbir demokrasi beşiği ülkede etnik kimlikli partiye de izin verildiği görülmemiştir.
  12. Türk kimliğinin bir oluş kimliği olduğu herhangi bir ırka müstenit olmadığı bütün eğitim kurumlarında, medyada, özellikle de Avrupa tesirindeki sosyal bilimlerle ilgili akademi dünyasında tahsil edilmelidir.
  13. Suriyeli göçmenler, konteyner kentler Avrupa sınırımıza yerleştirilmelidir.
  14. Avrupa’nın müttefiki olan Türkiye’nin çıkarları istikametinde örgülenmesi sağlanmalıdır. Avrupa’ya nasıl hemdert olabileceği öğretilmelidir.
  15. Ahlat, tıpkı Avrupa Biriliğinde olduğu gibi(Strazburg-Brüksel) ikinci bir başkent olarak GAP ve DAP arasında bir koordinasyon merkezi ve agro-Endüstri merkezi halinde bölgenin kalkınmasına ve Van gölü üzerinde bir güvenlik hattı oluşturulmasında büyük bir sanayi ve ticaret merkezi olarak Kürtlerin ve bütün Türkiye’nin gelişme tirendini oluşturmalıdır. Burada 1,5 milyonluk bir kent oluşmalıdır. Ahlat, Malazgirt ve Adilcevaz ile Bitlis, Tatvan ve Van buluşturulmalıdır. Güneydeki bölücü tehdit kontrol altına alınmalıdır. Ayrıca bu bölgeye de Suriyeli Araplarla Ahıskalılar yerleştirilebilir. Ahlat’a birçok kez konferans vermeye gittiğimde gerek Eren Üniversitesinde gerekse Ahlat Belediye Başkanı Mümtaz kardeşimin tertip ettiği toplantılarda bu konuya değinmiş ve bunun bir proje ile devlete kabul ettirilmesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştım. Fakat yalnızca Tayyip Bey Ahlat’a saray yapmakla iktifa etti.
  16. Merhamet ve sadakat prensiplerinin kardeşliği geliştirilmeli ve Kürtlerin tamamının istikbali üzerine gelecek kurguları inşa edilmeli, kavramsal inşa olarak Kürtlerin Büyük Doğu’yu parçalayan değil bütünleştiren bir harç görevi tekrar bin yıllık terkibin izinde öne çıkarılmalıdır.
  17. Kürt edebiyatı geliştirilmeli, Kürtlerin bin yıl önceki Türkmenler gibi Roma oluşuna benzer bir manevi diriliş sürecine kanat çırpmaları sağlanmalıdır.
  18. ABD taşeronluğu altındaki Kuzey Irak Kürtlüğünü de doğru çizgiye getirecek şekilde Türkiyeli Kürt kardeşlerimizin bir kızıl-elmaya soyunması bir büyük ülküye kanatlanmaları teşvik edilmelidir.
  19. BDP Kürt partisi olmaktan kurtulup Türkiye’nin geneline hitap edebilmeli, son seçimlerde gerçekleştirmeye çalıştığı açılımı ısrarla sürdürmelidir.
  20. Devlet aklı Kürtleri kandırmayı bir kenara bırakmalı, onları uluslar arası siyasetlerine alet etmek yerine kendi vatandaşı ve milleti aslinin bir ferdi saymalı.
  21. Üniversitelerdeki, orta öğretimdeki müfredat değiştirilmeli, biz sosyolojisini pekiştiren ve geliştiren dersler konmalı.
  22. Uzak vadede bir Ortadoğu Birliği için hazırlıklar yapılmalı. Bu konuda bizim Su Barışı-Türkiye Ortadoğu Su Politikaları kitabımıza müracaat edilebilir. Önce Ortadoğu Gümrük Birliği oluşturulmalı, bölgedeki bütün ülkeler –İsrail dahil- bu yapıya ortak olmalı, kurulacak konsey ve komisyonlar marifetiyle tıpkı Avrupa Birliği’nin kat ettiği dönemlere benzer bir gelecek kurgusu hazırlanmalı. Türkiye, Irak, Suriye, İran, İsrail, Filistin, Suudi Arabistan, Ürdün, Umman, Katar, Bahreyn, Mısır, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri böyle bir gelecek için hazırlık toplantısına çağrılmalı, ülkelerin yetişmiş insan kapasitesi bu konuda fikir yürütmeye teşvik edilmelidir.
  23. Türkiye bir an önce GAP’ı tamamlamalı, GAP ile diğer bölgesel kalkınma projelerini bütüncül bir yapıya kavuşturmalıdır. GAP, DAP(Doğu Anadolu Projesi) ve OAP(Orta Anadolu Projesi) birbiriyle vazgeçilmez kopmaz bir koordinasyona kavuşturulmalıdır. Ahlat ile Ankara arasında idari ve teknik yeni kurumlar oluşturulmalıdır.
  24. Genelkurmay Başkanlığı Diyarbakır’a taşınmalıdır.
  25. Türkiye’nin havza projeleri süratle tamamlanmalı Anadolu havzaları bütünleştirildiği tek bir havzanın mütemmimleri kılındığı gibi Tuna’dan Aral’a kadar Nil’den Fırat’a kadar havza bütünlükleri üzerinde zirai, sosyolojik, sınai, estetik araştırmalar teşvik edilmelidir. Büyük havzanın büyük birliği üzerinde felsefi, edebi, sanatsal ürünlere ağırlık verilmelidir.
  26. Mesleki örgütlenmelere önem verilmeli, içi boş, tabanı olmayan bindirilmiş kıtalar halindeki uydurma sivil toplum kuruluşları yerine gerçek sivil toplum inşa edilmelidir. Şanlıurfa Pamuk Üreticileri birlikleri ile Nazilli Pamuk Üreticileri birlikleri aynı üst birliğin üyeleri olmalı, tıpkı AB’deki gibi hakiki entegrasyonu sağlamalıdırlar. Buna benzer her alanda doğu, batı, kuzey, güney mesleki olarak da hayatın diğer alanlarında da aynı örgütün, üst birliklerin parçası olmalıdırlar.
  27. Su ve toprak muhafaza ve geliştirme sistemi kurulmalı, Türkiye’nin bütün suları borularla birbirine bağlanmalı, Sakarya Fırat ile karışmalıdır. Atatürk barajından ve GAP sulama bölgesinden geri kalan drenaj suları kimyasal testlerden geçirildikten sonra Konya ovasının yer altı akiferlerini dolduracak biçimde entegre sulama sisteminin mütemmimi kılınmalıdır.
  28. Bütün bu önerilerin dışında Kürtler Nasıl Türk Olur kitabımızın ilk baskısındaki öneriler de gözden geçirilip hayata geçirilmelidir. Eğer1997 yılında Su Barışı projemiz hayatiyet kazansa, 2007 yılında Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım Denemesi adlı çalışmamız göz önüne alınsa idi herhalde bugünkü devleti telaşa sürükleyen ve devlet aklını CIA aklının ardına takan uygulamalara ihtiyaç olmazdı.
  29. Bölücü örgütün tekilci yapısını bozmak için yeni tedbirler yanında Kürtlerin doğru temsili yolunda yeni modeller geliştirmek lazımdır. Kürt milliyetçiliği bu açıdan yararlı bir açılım sağlayabilir. Devlet aklı Apo’nun bir Kürt milliyetçisi olduğu hipotezine dayanarak bütün milliyetçilikleri ayaklar altına alma peşindedir(malum Başbakana bile söylettiler). Oysaki Apo bir Kürt milliyetçisi değildir ve Kürt milliyetinden haberdar bile değildir. Kadim manadaki milliyetçilik zaten kadim birliğimizi pekiştiren bir rol oynar. Fransız devrimi sonrası teşekkül eden modern milliyetçilik bile yararlı işlev görebilir. Zira modern milliyetçilik de sonuçta milli burjuva oluşturur, çoğulculaştırır, demokratlaştırır. Kürt milliyetçiliğinin modern ve kadim yönlerinden hiçbirisi Türkiye’ye zararlı olmaz. Zararlı olan örgütle pazarlık ve arkasındaki global statükonun tezgahlarından haberdar olmamaktadır.
  30. Bin yıl önceki Türkmen-Oğuz dirilişi ile Roma emperyasının yerine geçme fırsatı bulan Büyük Doğu, bunu gönül dili ve Türkistan mayası ile gerçekleştirdi. Kaptaki bütün sütler –ister inek, ister keçi, ister koyun sütü olsun- maya çalınmasıyla dönüştü, değişti ve yekpare bir kimliğe sahip oldu. Bugün de Kürtlerdeki aşkınlık böylesi bir gönül diline evrilmelidir. Hiçbir zaman Türk düşmanlığı ile bir yere varılamaz. Nasıl ki Adıyaman’lı bir Kürt şeyhin peşinde yalnızca simasına bakılarak milyonlarca Türk mürit olmuştur; bir de onların Yunus gibi Mevlana gibi birikimleri eserleri, şiirleri olması halinde nasıl bir çekicilik ortaya çıkaracaklarını, nasıl cazibe merkezi olacaklarını düşünün. Dolayısıyla bir Kürt dirilişçiliği, -bin yıl önceki Türkmen dirilişçiliği gibi- gerçekleştirmek isteniyorsa bu kıyıcılıkla mümkün değildir; zira son tahlilde Türk’ün tepesi atarsa yapmayacağı yoktur. O halde sulh ile, gönül diliyle her zaman olduğu gibi herhangi bir etnik gruptan gelse bile aşk ile bağrını açan bizim kalbimizi kazanabilir. Fakat görülmüştür ki cemaatlerin tarikatların tasavvuf bir yana holdingleşerek aşırı dünyevileşmesi böyle bir tarihsel fütühat ikliminden nasipsizleşmesine yol açmıştır. Dolayısıyla onlara verilecek tavizler terör örgütleri ile masaya oturmak gibi devletin aleyhine tecelli etmektedir. O yüzden demokrasiyi geliştirerek doğrudan sadece Kürtleri değil bütün vatandaşları birey olarak geliştirmek ve demokratik hakları, can ve mal güvenlikleri bakımından devlete muti ve bağlı kılınmasından başka çare yoktur. Zira gerek örgüt, gerekse bu türden güya geleneksel yapılar, ferdi köleleştirmekte ve devlette bakanlık makamına kadar yükselen müridleri efendilerinin sözünden çıkmayıp devlet kavramını ötelemektedirler.
  31. Siyasetçilerimiz başta olmak üzere akademi ve medya dünyası Türk kimliğinin bir oluş, diğer budun-ulus kimliklerinin de alt kimlik olduğunu öğrenmeleri ve kavramları öylece kullanmaları gerekmektedir. Bu anlamda tek doğru söylemi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu yapmaktaydı: “Kürdüyle, Türkmeniyle, alevisi, sünnisiyle…” diye… Kürt denince karşılığında Türk sözünü kullanmak tamamen gaflet, cehalet ya da hıyanet sebebiyledir. Bu ezberi maalesef CIA uzmanlarının Kürt raporlarından edindik.
  32. Yine de her şeyin sahibi Cenab-ı Hakkın takdiri her şeyin üstündedir. O ne takdir buyurursa odur. Tevekkül ehliyiz, Hak yaverimiz. Allah yar ve yardımcımızdır. Tanrı Türk’ü Korusun!

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!