Dış siyaseti iç siyasetin mütemmimi addetmek ve Türkiye’yi tamamen at gözlüğünden bakmaya mahkûm etmek hüner ister elbette. Kolay değil hem büyük iddialarda bulunacaksınız hem de yansıtma mekanizmasıyla başa gelen felaketleri bu büyük iddiaların bedeli sayacaksınız. Bu olsa olsa stratejik derinlikle izah edilebilecek alışkanlıkların eseridir.
Etrafımız kan gölü…
Türkiye ne AB nezdinde eskiye dair gelişmelerin izini sürebilmiştir ne de eskiden yarım yamalak da olsa başarabildiği bir takım ittifakları sürdürebilmektedir.
Mesela artık İslam Birliği fikri hayal olduğu gibi, bunun coğrafyaya müstenit bir Ortadoğu Birliği fikri bile hayal olmuştur. Ne Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’ndan söz edilebilmektedir, ne de Türkiye’nin AB üyeliği konusunda herhangi bir umut ışığından…
Buna rağmen eski dış politika, eski Türkiye damgalamaları prim yapmaktadır ve her şeyi birbirine karıştıran sıfır sorundan ful soruna seyreden diplomasi zaafımız perdelenmek istenmektedir.
“Eski dış politika anlayışının Ortadoğu’yu Batı’nın hâkimiyet alanı, Türk dünyasını ise önce Rusya’nın, Sovyet sonrasında da elbette, başta ABD olmak üzere yine Batı’nın yayılma ve kontrol alanı olarak öngördüğünü belirtmek gerekir. Dolayısıyla Türkiye kendisine kapalı olan bölgelere üstelik kendi tarihsel akrabalarını, kendi kültür coğrafyasını da kapsayan çok yönlü bir dış politikaya yönelmesi asla kabul edilemeyecek bir davranış olarak görüldü.
Her değişimin yeni sorunlarla karşılaşma ihtimali vardır; üstelik bu değişim konjonktürel olarak küresel sürecin değişim dalgalarıyla, Ortadoğu coğrafyasında sömürgecilik çağından bu tarafa yerleşik olan Batılı hâkimiyet biçiminin değişme süreciyle zamandaş bir şekilde yaşanıyorsa yeni sorunlara hatta krize dönüşmesi ihtimali söz konusudur.
Batı’nın Ortadoğu’nun otoriter rejimleriyle uzlaşarak siyasi coğrafyayı yeniden çizmeye kalkması, Türkiye karşıtı bir yerde durması ise başka bir meseledir. Önemli olan Türkiye’nin yeni dış politika anlayışından vazgeçerek Batı bağımlı çizgiye, yani eski anlayışa dönmesinin mümkün olmadığı hususudur. “Yapılacak değişim belki de eski ittifak ilişkilerinin, içinde yer alınan eski kurumsal yapıların artık geçersizliğini görerek, çok yönlü-çok boyutlu yeni anlayışı güçlendirmek olacaktır.”
Keşke arkadaşlarımız haklı olsaydı.
Keşke Türkiye böylesine ihata edici bir perspektife sahip bulunsaydı.
Düz oturup düz konuşalım.
Batı’nın yayılma ve kontrol alanı olarak görmeye başlamasını bugün için tetikleyen tutumların müsebbibi kim ve hangi politikalar?
Şüphesiz Batı’nın Ortadoğu’yu oyun alanı içinde addetmesinin her çağa ait farklı veçheleri var ve yaşanan büyük acılara rağmen İslam âleminin de mihveri demek olan Ortadoğu ülkeleri bazen benzer senaryoların bile hayata geçirilmesinde adeta bilerek ve isteyerek taşeronluk yapmaktadır.
Mesela önce bölgesel sonra küresel felaketlere sebep olabilecek bir Alevi-Sünni blok yaratılmaya çalışılmasında bizzat İslam toplumlarındaki unsurların birtakım misyonlara teşne olmasına ne demeli?
Bu teşne politikalar salt bir takım geleneksel çatışma mahfillerini ilgilendirse gam değil, fakat acı olan bütün bunlardan çok evvel kurtulmuş, önemli tecrübelerden geçmiş ülke siyasetlerinin –mesela Türkiye’nin- de bulaşmak istemesidir. İslam ordusu teşebbüsü yerküreyi yeniden acımasız mezhep çatışmalarına hizmet etmeyip de ne yapacaktır?
Daha 1996’larda Ortadoğu Su Barışı’nı teklif ettik ve Avrupa Birliği gibi coğrafyaya müstenit bir uluslarüstü sistemin bölge için planlanan bu heva ve istekleri boşa çıkaracağının altını çizdik. Batı’nın kontrol alanı olmaktan çıkarılması için evvelemirde bunun iç politika malzemesi bir söylemden kurtularak devlet projesi haline gelmesi gerekmez miydi?
Yeni ve eski mukayesesinde ne yazık ki arkadaşımızın ileri sürdüğü gerçeklik yanıltıcıdır.
Yaşanan büyük kan dökücülükleri, korkunç aymazlıkları, öngörüsüzlükleri sadece “her değişim ister istemez sorunlarla karşılaşacaktır” diyerek geçiştirme lüksümüz yoktur.
“Çok yönlü, yeni, stratejik derinlik” gibi süslü lafların ardına saklanarak öngörüsüzlüklerimizi gizleyemeyiz.
Geçen zamana nispetle Türkiye dış politikada felaket derecesinde yalnızlaşmıştır. Diplomatik atraksiyonlarını, elindeki kozları bile yerinde kullanamamaktadır. Zaman zaman aklı başına gelip kullandığında da o atraksiyon yahut koz hükümsüz olmaktadır.
Türkiye’nin uluslararası göçmen kampı yapılması ise bu öngörüsüzlüklerin daniskasıdır.
Hiç olmazsa eskiden bir İslam birliği idealimiz vardı. Bunun realize edilmesi için tutamaklarımız bile mevcuttu. Bunun için tarihsel ve fikri açılımlarımız, örgütlenmelerimiz vardı.
Şimdi tamamen bir zillet içinde İslam âlemi… Bununla nasıl “yeni” diye övünebiliriz ki?
Bu bedelin karşılığı ne ki? Yakın vadede bütün bu düşkünlükler için, bütün bu kahırlar için yeni bir huzur iklimini kim taahhüt ediyor?
Eski ittifak ilişkileri vesaire derken bile İncirlik orada kendini göstererek ‘ben buradayım hâlâ’ diyor ve sizi tekzip ediyor…
Çaresizliğin, yalnızlaşmanın, kısır diplomasinin, büyük düşünememenin, boyundan büyük işlere kalkışmanın, dün başka bugün başka konuşmanın adı ne zamandır yeni dış politika kabiliyeti oldu?
Eski kurumsal yapıların geçersizliği derken Osmanlı’dan intikal eden ve kimilerinin monşer olarak tezyif ettiği diplomasimiz mi? Parlamentomuz mu? Kurtuluş savaşını yapan ve devlet kuran parlamenter yapımız birçok Batılı ülkeden bile daha köklüdür. Eski olan o mu? Nato mu? AB üyeliği için taleplerimiz mi?
Elbette Ortadoğu bataklığına bizi gömmek istiyorsunuz şeklinde suçlamalarda bulunanlarla aynı cephede olamam. Fakat o Ortadoğu için daha sağlıklı bir siyasal gelecek sunan Ortadoğu Su Barışı’nı niçin gözardı ettiniz ve şimdi neden bütün komşularımız bölündü veya iç savaş yaşıyor. Ve en önemlisi onlardaki bütün problemler ülkemize taşındı.
Bu mu yeni dış siyaset, bu mu stratejik derinlik, bu mu çoklu politika, bu mu çok yönlü çok boyutlu yaklaşım?…
Lütfen Nurettin Topçu’nun mesuliyet çizgisinden az biraz nasiplenelim…
Yazık olmasın bu ülkeye…
Yoksa işler tamamen corcinos* mu?
—
*Corcinos kavramını başka bir yazımda açıklayacağım.