Zamanında Sayın Cumhurbaşkanı Özal’a ‘Irak’ın toprak bütünlüğü’ ilkesini Türkiye’nin ısrarla takip etmesini önerdiğimizde de-facto olarak ABD başta olmak üzere küresel güçler, “Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta oluşan yerel yönetimin hamisi olması gerektiği” yolunda çoktan yetkilileri ikna etmişlerdi bile. Barzani bu sefer Apo’dan bile daha kıymetli bir taraftar sayılmıştı. Sonunda Barzani, Türkiye’yi de Irak’ı da federasyona götürebilecek ve ‘İkinci bir İsrail’ anlamına gelecek Kürdistan’ın temellerini atınca; Türkiye aklı, 15 Temmuz darbesinin ardından biraz akıllanır gibi oldu. Suriye’de bizzat Türkiye’nin de beslediği bir süreç kaçınılmaz olarak Kuzey Suriye’de PYD önderliğinde bir Kürdistan oluşumuna doğru gidince kafamız dank etti.
Yerel Sorumluluktan Bölgesel Sorumluluğa
Su savaşlarından bir su barışına gidecek bölgesel ve evrensel hayırlı bir vazifeye adanmak dururken hem ülkemizde hem de bütün dünyada cereyan eden savaşların ve doğal kaynakları yok eden bir gelişme sürecinin ortaya çıkaracağı yeni tehditleri ve karşı tedbirlerini masaya yatırma zamanıdır.
1995 yılında Adel Darwish ile John Bullock adında iki yazar, Su Savaşları adında bir kitap kaleme aldılar. Bu kitaba göre dünya yüzünde su meselesi etrafında birkaç çatışma bölgeleri vardı ve bunların en başında Fırat ve Dicle Havzası geliyordu. Türkiye güneyden komşuları tarafından sıkıştırılacak ve iki buçuk savaş stratejisi ile dize getirilecekti. Irak ve Suriye, Türkiye’yi su konusunda çatışmaya varacak derecede zorlayacaklardı. İsrail su kıtı çeken ülkelerin başında geliyordu ve bu ülke Yarmuk sularına el koymak ve böylece Suriye’yi Türkiye’ye karşı kışkırtmak durumundaydı. Türkiye de Fırat sularını Suriye’ye bırakacaktı.
Türkiye’nin güney komşuları ile Fırat ve Dicle suları nedeniyle bir kriz yaşadığı doğruydu ama bunun su savaşlarına neden olabilecek boyuta gelebilmesi şüphesiz küresel güçlerin provokasyonu ile ancak mümkün olabilirdi.
Ben de Su Savaşları senaryolarına karşı Su Barışı adındaki kitabımı yazdım. Öyle ya Su Savaşları geçen asrın petrol savaşları izinden yüründüğü takdirde gündeme getirilebilecek bir konuydu ve petrol, yangını körükleyen bir maddeydi. Gerçekten de petrolden dolayı bölge büyük savaşlarla yıkılmış, handiyse medeniyeti çökmüştü. Petrol yüzünden küresel güçler birbirine girmiş o büyük dünya savaşlarından sonra yeni devletçikler bu sorun etrafında teşkil olunmuştu. Petrol yangın çıkarırdı ama su niye çıkarsın? Su, yakıcı değil bilakis yangını söndüren bir maddeydi.
Su savaşları potansiyeli yok mu o halde?
Elbette var. Fakat su kıtı ülkeler eğer kıt su yönetimi ilminden haberdar olurlarsa ve su etrafında bir bölgesel birlik inşa edilebilirse neden barış olmasın:
İşte Su Barışı, Türkiye ile Ortadoğu ülkelerinin su politikalarını masaya yatırdığı gibi bu politikaların evrilmesiyle bir bölge barışı inşa etmenin planlarını ortaya koyuyordu.
Fakat beklenen barış, en çok ihtiyaç duyulan yerde, Ortadoğu’da ne yazık ki layık-ı veçhile bir türlü hayat bulamadı.
Ülkeler su forumlarında bir araya geldiler. Türkiye komşularıyla sudan bir savaş çıkarmamak üzere başta tarımsal konularda olmak üzere bir dizi toplantılar gerçekleştirdi.
Özal zamanında Türkiye, güney komşularına su bırakmayı taahhüt eden bir dizi anlaşmalar gerçekleştirdi.
Böylece iki buçuk savaş stratejisi hayatiyet bulamadı.
Geçen zaman içinde Büyük Ortadoğu Projesi devreye sokuldu.
Bu proje ile Arap Baharı gelecek ve diktatörler devrilecek yerine demokrasi gelecekti.
Aslında küresel güçlerin ve arkasındaki İngiliz-Yahudi medeniyetinin başat stratejisi de-stabilizasyon politikasını sürdürmekti. Sürdürülebilir bir de-stabilizasyon marifetiyle Ortadoğu ülkeleri her vakit batının müdahalesine açık hale gelecekti.
Liderler devrildi.
Saddam, Kaddafi pek hazin bir sonla devrildiler.
Küresel güçler ülkelerin halklarını kışkırtarak liderlerini en acımasız linçe varacak ölçüde katlettiler.
Demokrasi geldi mi?
Arap Baharı geldi de çiçekler açtı mı?
Büyük Ortadoğu Projesi, sonunda Kürdistan’ın kurulmasına geldi dayandı
“Türk Tarih Felsefesi Açısından Kürt Sorununa Çözüm Kürtler Nasıl Türk Olur” kitabımızda Kürt sorununa yönelik küresel güçlerin yürürlüğe koyduğu planı deşifre etmiştik.
Nasıl ki Adel Darwish ile John Bullock’un Su Savaşları senaryosunu boşa çıkarıp Su Barışı önerdiysek Kürt Sorunun çözümü konusunda devreye sokulan Henri Barkey, David Phillips Çengiz Çandar ve Graham Fuller dördülünün tezgâhını öylece boşa çıkardık.
Fakat Türkiye akıl tutulması yaşıyordu. Analar Ağlamasın kampanyası ile kemiklerinin içindeki ilik emilmişti.
Yeni iktidar sarhoşluğu içinde şimdilerde milliyetçi diskurun mimarları o zaman küresel aklın ve cemaatin tamamiyle hizmetinde bir teslimiyet sergiliyorlardı.
Henri Barkey Türk televizyonlarında başta da TRT’de arz-ı endam ediyor, devletin stratejisini tayin ediyorlardı.
Bu ajanların, ‘Kürdistan’da Çatışmayı Önleme’ adındaki rapor mahiyetindeki kitabı ile Türkiye’nin aklı teslim alınmıştı.
O zaman bizim yerli ve milli önerilerimizin hiçbiri dikkate alınmadığı gibi “elbette ki elinde silah olanla devlet pazarlık yapar, bundan daha tabii ne olabilir” denilerek bütün Kürtlerin de diğer vatandaşlar gibi eşit haklara ve tam demokrasiye geçmeleri teklifimize kulak tıkanmıştı.
Akil adamlar seremonileri ülkeyi kasıp kavurmuştu. Apo’ya övgüler dizmek moda olmuştu.
Terör örgütü şefleri alayu valayla sınırlarda karşılanmış, barış yaygaraları gırla gidiyordu.
Irak’ın toprak bütünlüğü tezi nasıl güme gittiyse Suriye’nin toprak bütünlüğü tezimiz de bizzat devlet ileri gelenleri tarafından kenara atılmıştı.
Zamanında Sayın Cumhurbaşkanı Özal’a ‘Irak’ın toprak bütünlüğü’ ilkesini Türkiye’nin ısrarla takip etmesini önerdiğimizde de-facto olarak ABD başta olmak üzere küresel güçler, “Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta oluşan yerel yönetimin hamisi olması gerektiği” yolunda çoktan yetkilileri ikna etmişlerdi bile.
Barzani bu sefer Apo’dan bile daha kıymetli bir taraftar sayılmıştı.
Sonunda Barzani, Türkiye’yi de Irak’ı da federasyona götürebilecek ve ‘İkinci bir İsrail’ anlamına gelecek Kürdistan’ın temellerini atınca; Türkiye aklı, 15 Temmuz darbesinin ardından biraz akıllanır gibi oldu.
Suriye’de bizzat Türkiye’nin de beslediği bir süreç kaçınılmaz olarak Kuzey Suriye’de PYD önderliğinde bir Kürdistan oluşumuna doğru gidince kafamız dank etti.
Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı artık hatırlatılması bile suç olan bir nedamet sayılmıştı. Fakat bundan önce ‘Çözüm Süreci’ hülyaları arasında Süleymanşah Türbesi bizzat terörist PYD YPG askerlerinin kontrolünde Türk askerinin utanç içinde taşıdığı bir emanet olmuştu. Bu çok büyük dramatik çöküş; ne yazık ki küresel aklı da, yerel bölücüleri de kışkırtmıştı.
Bu arada Azez ile Cerablus arasında bir Kürdistan’ın hayatiyet kazanması ve daha evvel Kuzey Irak’taki oluşum ile bunun birleştirilerek önce bir kama halinde bir Kürdistan sonra da içerde yeni bir Kürt sorunu çözüm önerisiyle karşı karşıya gelebileceğimizi hatırlattığımızda dönemin Başbakanı şöyle karşılık vermişti:
“Müslim benim öğrencim. Ayrıca o dediğiniz bölgede bir tane Kürt yok, Kürdistan nasıl kurulacak?”
Biz de kendilerine: “eskiden de IŞİD yoktu. Kamyonetle otobüsle seyahat ediyorlar, diledikleri yerlere daha doğrusu tayin edildikleri yerlere gidiyorlar” demiştik.
“ABD isterse havalimanı açar ve oraya PYD güçlerini yerleştirebilir!”
Nitekim öyle oldu ve burnumuzun dibine kadar yerleştiler.
Afrin’de sıkı bir yığınak gerçekleştirdiler.
Afrin operasyonu, böylece ne yazık ki Türkiye’nin pek haklı ama bir o kadar da pek de gecikmiş bir tepkisi oldu.
Yine şehitler geliyor, yine pahalıya mal oluyor bütün gecikmiş tedbirler… Vaktinde kendi millî ve yerli stratejilerimizi devreye sokamadığımız sürece ne yaparsak yapalım yerli ve millî kavramları iğdiş edilmiş hale geliyor. Halkımız tarafından pek de içselleştirilemeyen konular, geniş yığınlarca da çöküş psikolojisi olarak devreye giriyor. ‘Biz Sosyolojisi’ etrafında yeni Ortadoğu kalemleri çıkaramadığımız için küresel güçlerin dikte ettirdiği gündem maddelerini çözme sorunu ülkemizde korkunç bir entropi yaşanmasına sebep oluyor.
‘Vatan millet Sakarya’; işte o zaman ironik bir hafızanın geç kalmış ucuz milliyetçiliğine evriliyor.
Devam Edecek