Türklerin Orta Asya steplerinde at koşturdukları devirler sadece göçebe bir kavmin komşu ülkelerin artı değerlerine el koyma biçimi şeklindeki bir ekonomi politik ile açıklanamaz. Büyük sürülerini otlatabilmek için geniş otlaklar arama biçiminde de ele alınamaz. Şüphesiz Türkler birçok devlet ve imparatorluk kurdular ve birçok devlet ve imparatorluğun yıkılmasına ve kurulmasına vesile oldular. Üç kıtada yeni bulgularla da dört kıtada at ya da geyik koşturan Türklerin dünya tarihinin şekillenmesinde uygarlıkların dönüşümünde büyük katkısı oldu.
AlpEr Tunga zamanında İran Turan savaşları ve kurulan şehirlerde musluklarından kımız ve şarabın aktığı rivayetleri dillerde boşuna gezmedi. Zaten o dönemde dünyada dört coğrafyadan bahsedilirdi. İran, Turan, Çin, Maçin…
Oğuz Kağan’ın güçlü bir mitolojik karakter ve efsanevi lider olarak büyük bir töre mirası bıraktığı biliniyor. O kadar tesir etmiştir ki sonrası nesilleri yönetişim meselesinde tartıştırmıştır; artık Türklere herhangi birinin başbuğ olması için güçlü gerekçeler ve nitelikler arasında Oğuz soyundan olması yani ‘kut almış olması’ şartı aranır olmuştu.
Bu şartın bugün aranmıyor olması Türk tarih felsefesi açısından irdelenmesi gereken bir konu…
Sümerler’in Türkistan coğrafyasından Mezopotamya’ya gelip yerleştiklerinde hemen suya dayalı bir medeniyet ve şehir devletleri kurmaları tabletlere göre tanrısal bilgi birasının bir sonucu olmalıydı. Tabletlerin aktardığı sulama sistemleri göksel bir bilgi hazinesine sahip olduklarını gösteriyor.
Bir kısrak başı gibi Asya’dan Avrupa’ya uzanan Anadolu’ya ise pek çok kez gelip gitmeler olduğunu biliyoruz ve dönüp tekrar hazırlanıp unutulmayan mâzinin izlerini yakalama cehdinin birçok tarihlerde tekrarlandığını görüyoruz.
Uygarlığın Sümerlerden başlayarak önce Anadolu’ya, oradan Trakya ve Avrupa’ya yayıldığı bugüne kadar söylenegelen tarih tezlerinin başındaydı. Bir yol Anadolu Balkanlar üzerinden ise, diğer yol da Mısır ve Kuzey Avrupa üzerinden yeni kıtaya şeklindeydi.
Göbeklitepe’nin keşfi, bu tezi hayli sarstı ve bahsettiğimiz gidiş gelişleri doğruladı.
Bu tekrarlardan biri de en son dinin yayılış sürecine adaptasyon kabiliyeti olarak görülebilir.
Türklerin İslam âlemine girişleri zaman zaman vuku bulan Orta Asya göçebe hareketleri sırasında oldu. Gelme nedenleri arasında aşırı nüfusu, kabile savaşları, bitki ve su kaynaklarındaki değişmeler, göçebe hayatın çevrelediği şehirlerin ticaret tarzındaki değişmeler, bunlar sonucunda şehirdeki üretim yahut hükümette meydana gelen değişimler vardı. Bu noktada belki önemli bir faktör de Çin’de meydana gelmiş olan bir gelişmeydi, ki Bernard Lewis tarafından aktarıldığı şekliyle bu, “Orta Asya göçebelerinin Çin içine doğru yayılma yolunu kesmiş ve batıya doğru genişlemeye zorlamış olan Çin’deki Sung rejiminin kaos içindeki bir fetret döneminden sonra sağlamlaştırılmasıydı.”
Fakat bu öykünün sadece bir yarısıdır. Türk göçebeleri Abbasi Halifeliğinin bulunduğu Bağdat’ın doğu bölgesine geldikleri zaman, kendilerini bekleyen bir rolle karşılaştılar: İlkin, yabancı bir ülkede ücretli askerlik, ama daha sonra İslam toplumu ve medeniyetinin savunuculuğu ve idareciliği.” (Albert Hourani, Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi, Karpat, Ufuk, İstanbul 2000, s:96)
Birçoklarına göre göçebe imparatorlukları biçiminde yorumlanan Orta Asya’dan başlayan ve Avrupa içlerine kadar uzanan çeşitli Türk boylarının ya da Turanî kavimlerin serüvenleri bir bozkır kültürünün yansımasıydı ve ona bağlı ticari-iktisadî hayatı da beraberinde getiriyordu. Eski devirlerde geniş topraklarda her hangi bir kuvvetle, dirençle karşılaşmadıkça ilerlemek; her hangi bir direncin ortaya çıktığında ise yön değiştirmek veya yenebileceğine kanaat getirdikten sonra saldırmak ve yoluna devam etmek yahut da geri çekilmek, durmak başka güzergahlar hazırlamak göçebe kavimlerin avcılığa, toplamacılığa dayalı bir ekonomi ve toplum düzeni ortaya koymasına sebep olmuştur.
Birçoklarına göre ise Çin tarafı bir faktör olmakla birlikte, Orhun Kitabelerinde olduğu gibi Çin’in ipeğine, kadınına, (kültürüne) aldanmama yolundaki uyarı ve az milleti çok etme düsturu çerçevesinde batıya yönelik kızılelma (altınküre) arayışları ve tarih boyunca güneşin battığı ülkeler, denizlere ulaşma biçiminde bu tarihi serüven hep batıya Küçük Asya’ya ve Avrupa’ya doğru olmuştur.
Kızılelma’nın sonradan büyük ülkü, megalo idea gibi sunulması şüphesiz bir kurgudur. Fakat milletlerin bile günümüz sosyolojisinde bir kurgu neticesi yaratıldığına- yaratılabileceğine dair çerçeveler hazırlanmakta değil midir?
Türk İran: Doğu, Cihan Devleti Osmanlı: Batı
Türklerin Orta Asya, Buhara, Anadolu, Osmanlı çağlarına ait tarihleriyle ilgili olarak batıda diğer milletlerin tarihleriyle ilgili eserlerle kıyas edildiğinde olması gerekenden daha az olmakla birlikte son zamanlarda yeni yeni eserlerin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Üç büyük Türk imparatorluğu: Osmanlı, Timur ve Safevi İmparatorlukları birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri dünya tarihinin belki de izleyeceği seyri değiştirmekle ve bugünkü haline getirmekle birlikte özellikle Osmanlı-Türk İmparatorluğunun Avrupa politikaları içindeki müessiriyeti ve Avrupa tarihini belirlemekteki katkısı yabana atılamaz ve Osmanlı Devleti batıda yüzyıllar boyu sürdürdüğü başarılı politika ve uygulamaları doğulu, Türk ve Müslüman toplumlara, devletlere karşı gösterememiştir. Bir kere karşılaştığı Timur fırtınası Osmanlı yönetiminde doğulu tehdit unsurlarına karşı derin komplekslerin oluşmasına sebebiyet vermiş; özellikle de Safevi tehdidi henüz Anadolu’daki göçer Türkmenleri ortak idealine bağlayamayan Osmanlı’da, daha çok da Yükselme döneminin zirvesindeyken ve daha çok köken itibariyle –her ne kadar bunlar Osmanlı konseptine tamimiyle uymuş olsalar da- Balkan unsurlarının yönetimde üstünlük sahibi olmasıyla birlikte korku ve vehime dayalı politikalara yol açmış; batıya gösterdiği toleransı tabiatiyle Anadolu isyanlarına ve doğudaki Şah tehdidine telaşlı ve sert uygulamalarla karşı koymasına yol açmıştır.
İki Nehir Arasına: Seyhun-Ceyhun’dan Fırat-Dicle’ye, Oradan Tuna-Volga’ya
Türkler Orta Asya’dan batıya göçlerinde önce Buhara ve Mezopotamya ile karşılaştılar. Buradan hedef Bağdat ve daha güney bölgeleriydi. Bu yolculukta din değiştirme süreci de yaşandı. Bu elbette ki tarih kitaplarının yazdığı kadar kolay olmadı.
Manas Destanı’nda Alp Manas’ın Almambet ile olan dostluğu; Kalmuklardan ve başka bir dinden olan Almambet’in nasıl Müslüman olduğu, Manas’la Buhara’ya gelip bir evde sabahladığı, sabah ezanını dinleyişleri çok çarpıcıdır ve fakat kahramanlık destanında başka unsurlara uzun uzadıya yer verilmekle beraber bu şaşkınlık ve dine olan bağlılığın pekişmesini sağlayan bu şehir ziyareti fazla yer işgal etmez. Manas dini kaidelere, dini yaşantıya pek bağlı olmamakla beraber bir Müslüman’dır ve fakat Buhara’nın Almambet’deki tesiri daha fazla olmuştur. İslam bir şehir dinidir ve sanıldığı gibi göçebe tehdit unsurlarının sıkıştırmasıyla sonradan gelişimi farklı boyutlara çekilmiş bir din değildir. Belki göçerleri yeni bir dünyaya katmış, onlara bir misyon yüklemiştir. Nitekim Anadolu’daki ilk Bizans’la karşılaşmaları Türklerin pek de istekli oldukları bir karşılaşma olmamakla birlikte, güneye doğru seyirlerinde özellikle Bağdat’tan sonra ve ardından Bizans’ın zoraki savaşı dayatması karşısında hem bir yeni misyonun aşkına, hem de kaçınılmaz akıbetin erken tesadüfüyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması süreci önceliğe taşınmıştır.
Türklerin ya da genel olarak medeniyet değiştiren her toplumun daha öncekilerden daha fazla bağlı olduklarına kuşku yok. Budizm ve Manihizmde de böyle olduğuna dair Uygur tarihine bakılırsa Uygurların yerleşik hayata geçişleri nedeniyle bir miktar kanıt bulunabilir. Fakat İslam Medeniyeti dairesine girince Abbasilerin askerleri olan Türklerin giderek idareci sınıfa geçtikleri, Hanlık unvanı aldıkları Halifenin yerine geçtikleri bilinmektedir.
Bu tarihten sonra da Türklerin vatanı, kızılelması, ülküsü hem bütün İslam coğrafyasını kapsadığı gibi, aynı zamanda bir misyonu dünyanın her tarafına taşıma cehdiyle de birleşerek İlayı Kelimetullah ve Nizam-ı Alem kavramlarına kadar uzanmıştır.
Anadolu’nun bin yıllık vatan olma prosesi Orta Asya, Buhara-Bağdat ve Anadolu coğrafyalarının ve bunlara yüklenen yeni değerlerin Oğuzların hayatlarındaki dönüşümlerle birlikte ele alınmasını zorunlu kılıyor.
Robert Adams, Land Behind Baghdad adlı eserinde su ve toprak kullanımının hükümetlerin siyasetleriyle, güçleriyle yakından ilgili olduğunu anlatıyor.
Orta Asya’dan göçlerin sebeplerinden birisi de buydu. Toprak, su ve bitki varlığı, kullanımı…
Toprağın Vatanlaşması Süreci
Genellikle vatan kavramına çok soyut değerler izafe edilir ve uğruna kan dökülen, canlar verilen vatan kavramının müşahhas boyutları hep ihmal edilir. Oysaki Orta Asya’daki vatanın toprak ve su kaynaklarının muhafaza ve geliştirilmesindeki sıkıntılar, vatanın terkine ve yeni diyarlara yolculuğu getirmiştir. Bağdat’ın toprak ve su kaynaklarının kullanımı ile uygulamaların iktidar siyasetleri ve varlıklarıyla nasıl ilişkisi varsa, Anadolu’nun mamur edilmesi, Bizans toprak sistemiyle sentezlenmesi, Balkanlar’da Osmanlı barış sisteminin genel kabul görmesi ve fakat sonra gerek toplum gerekse toprak düzenindeki aksaklıklar; reaya- köylü ve göçerlerin, sipahi ile yönetici diğer kesimlerle ilişkisindeki bozulmalar, ayan sınıfının tebellür etmesi toprak ve su kaynaklarının kullanımındaki hatalar müşahhas-günlük yaşanan çevreden soyut kavramlar dünyasına üzerinde yaşadığımız toprağı vatanı buharlaştırmıştır.
Vatan Siyaseti
Bir milletin üzerinde yaşadığı coğrafya parçası, bir devletin sınırları belli olan, hâkimiyetini sürdürdüğü toprak, ülke, yurt, memleket
İnsanın doğduğu, yaşadığı, öldüğünde gömüleceği, kaderde, tasada ve kıvançta beraber olduğu ya da olmak istediği insanların, toplumun tarih boyunca birliğinin toprağa dayalı mesnedi; soyut ve soyutlama çerçevesi ile somutlaştırma ve ekonomi politik yaratma becerisiyle VATAN’dır.
Coğrafi bir mekânın vatanın maddi veçhesini oluşturduğu ancak vatanın sadece bundan ibaret olmadığı açık.
Vatan elbette ki coğrafyayla özdeş değildir, ama vatanın bir coğrafya işaret ettiği ortada. İşaret edilen coğrafya tarihle bütünleştiği, yani belli bir toplumun tarih içinde o coğrafya parçasını vatanlaştıracağı düşünülür.
Milli kültür varlıklarından biri de vatanlaştırılan o coğrafyanın işlenme, değerlendirilme biçimidir. Kültür eserleri coğrafyaya ne kadar kazınmış, o coğrafyaya o milletin kültürü ne derece yansıtılmıştır? İşte bu yansıtma, bu kültürü toprağa kazıma o coğrafyaya ne derece yansıtılmış ve insanlarında ne kadar kudretli ve derin izler bırakmışsa vatana sahip çıkabilme yetisi ve iradesi o kadar güçlü olur.
Şairin dediği gibi “adım adım taş taş mülkü tapulamışlar” mısraının işaret ettiği biçimde tapu senedi olarak kültür, o coğrafyayı o millete ait kılmış mıdır?
Devlet ve Vatan
Devletin bir siyasi alan olarak vatan kavramıyla şüphesiz ki yakından bağlantısı bulunmaktadır. Sadece aynı devletin teb’ası olanlara vatandaş denildiğinden değil. Siyasi bağımsızlıkla yakından ilgisi olduğundan da vatanın, müstakil bir devlet idaresinde gerçek anlamına ulaşacağı açıktır. Buna rağmen tarih boyunca vatanları işgalcilerin altında kalan milletlerin de bulunduğunu unutmamak gerekir. Fakat uzun müddet “vatan cüda” yaşayan toplumların netice itibariyle milli varlıklarını da idame ettirmesi zor görülüyor. Burada Yahudilerin uzun asırların vatansızları olarak derin ve yaralı bir bilinç taşıdıkları bilinen bir gerçek… Uzun asırlar boyu vatansız kalarak çağımızda bir vatana sahip oldukları gerçeği, onların Tanrı’yı kendilerine kul ederek dünyaya nizamat verme boyutuna varan hadnaşinaslığının sebeplerini düşünme bakımından çağdaş doğulu ve batılı toplumlara ister istemez farklı değerlendirmeleri hatıra getirtebilir.
Tabii ki kutsal kitaplara çokça girmiş bir dini ve milli toplumun vatan kavramı da biraz daha spekülasyonlara açık mahiyet arz edecektir. Bir milletin belli unsurlarının bir vatana sahip oldukları bazı unsurlarının da vatanlarından ayrı ve sürgün veya bir kısmı işgal edilmiş olabilir. Bunda kimi milletlerin yitirdikleri vatan coğrafyasına milli ülküler geliştirdikleri ve yeniden ona erişmek için gelecek kurgusu hazırladıkları malumdur. Burada eski Yunan’la şimdikilerin aynı millet olup olmadıkları kuşkulu olmasına rağmen bugünkülerin bir “Megalo İdea” geliştirdikleri, sözde Konstantinopolis’i yeniden alacakları günü iple çektikleri hatırlanabilir.
“Nil’den Fırat’a kadar” şeklinde vazedilen Yahudi ülküsü de eski Yunan’dan aşağı kalmayan bir kurgudur fakat Rusların sıcak denizlere – Akdeniz’e inme ülküleri tarihte gerçekleştirilmemiş ve bir tatmin edici vatan kavramı içinde mütalaa edilemeyecek biçimde bir işgal doktrinidir. Elbette ki tarihi bir geçerliliğe, bir mesnede dayanmamaktadır. Çoklu etnik yapıdaki ABD’deki vatan kavramı yeni kıta peşindeki Avrupa safrasının “Altına Hücum’u…” gibidir. O ipini koparmışların mayası bugün belki de Grönland’ı, Ukrayna’yı hatta Gazze’yi ve Türkiye’nin yer altı servetlerini miri malı gibi addedip işgal etmeyi planlayan kasabaya yeni şerif modelinde tecelli ediyor. Trump’ın abuk subuk söylemleri artık söylemden çıkıp uygulama aşamasına geçti bile…
Birleşik Avrupa idealini taşıyan AB’nin yeni tek devletine adım adım gidilirken ulus-devletlerin uluslarüstü bir sisteme entegrasyonu için ortak Avrupa kültürü, bilinci ve milleti yaratılmak istenmektedir. Artık Ortak Pazardan ortak vatana ya da vatan inşaasına yol alış ortak yaşama iradesinin, ortak Pazar oluşturmanın ve sınırları aşan iktisadi ve sosyal yapının yeni vatan perspektifleri sunduğu düşünülebilir. Paul Kennedy’nin de tesbit ettiği gibi gelecekte en çekinilecek güç Çin’dir. Zira Çin’in bütün toplumlardan çok daha eskiye uzanan sabit coğrafya, belli millet ve inanç sistemi içinde bulunduğu ve coğrafyaya en bağlı bir tarih mirası taşıdığı dikkate alınmalıdır.
Avrupa’da burjuva devrimi ile birlikte ulus devletler ve demokrasiler inşa edilmeye başlandığı devir, aynı zamanda sanayi devriminin o kapitalizme kadar evrilen büyük hırsının bir yansımasıydı. Avrupa’da yaşanan iki büyük dünya savaşının 90 milyona varan insan kaybına ve parçalanmış aileler, yıkılmış ülkeler demek olduğu hafızalarda daha tazeliğini koruyor. Sanayi devrimi demiri çelik yapıp yüksek fırınlar, tanklar ve benzeri ağır sanayi hamlesi demekti. Kömür en önemli enerji kaynağı demir ise en önemli hammadde idi. Bu ikisinin bulunduğu yer ise işte Avrupa kan dökücülüğünün fışkırdığı merkez Alsas Loren idi. Almanya ve Fransa arasındaki savaşlar aynı zamanda Almanya ve Fransa’nın vatan ve milliyet telakkilerini, kültürlerini de biçimledi. O yüzden Fransızlar bu bölgedeki insanları Fransızca konuştukları için Fransız dilini kültürünün temeline koyup Fransız addettiler ve bölgedeki iddialarına payanda buldular. Almanlar hiç de kültür bakımından geri olmadıkları halde bu bölgedeki insanlar soy olarak German olduklarından daha çoğunlukla soycul milliyetçiliği payanda yaptılar. Siyaset yani devlet politikası da bu kimlik aidiyeti ve mensubiyet şuuru üzerinden işlendi.
Ama büyük kan dökücülüğün dayandığı gerekçeleri savaş sonrasında birleşmenin gerekçesi yapabilmenin yollarını aradılar ve birçok denemeden sonra Avrupa Birliğine doğru süreci inşa ettiler. Belki bir Avrupa milleti yaratamayacaklar ama ortak bir Avrupa yaratma idealini bir hayli geliştirdikleri ve vatan kavramını da buna göre şekillendirme çabaları yadsınamaz.
Ya bizim kültür ve medeniyet iklimimiz? Gerek devlet siyaseti, gerek milliyet faktörleri ve gerekse kültür ve medeniyet telakkileri bakımından İngilizlerin “flexible” dedikleri bir zamanın ruhuna uygun esneklikte ve birçok farklı ve zengin dayanaklar icat edebileceğine dair umudumuz hep var oldu.
Çöküş döneminde bile Osmanlı aydını şöyle yaklaşabiliyordu:
“Ben a’recim, yolumda fakat sanma aksadım;
Tatar ü Türk’ü müttehid etmekti maksadım.
İnsan yaratmak üzre yok ettim cenînleri:
Elbet duyulmaz onların ah ü eninleri.
Dâr-i fenâyı ben boyadım keyfe mettafak,
Sizler o renge kan diyiniz, ben derim şafak!
Tathîr için zamâneyi kanlar döken, yıkan
Ma’fû ılur Melâikeden almış olsa kan…”
(Abdülhak Hamid / Tayflar Geçidi)
“İnsan yaratmak üzere ceninleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyedir ve başkalarına kan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşerî bir hadisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bu kanı meleklerden almak Hâmid’e şakışan heybetli bir fikirdir.
Aksak Temir zamaneyi tathir için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni ve Frenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşemeyiz. Hiçbir millet tarih huzurunda kendi kendisini itham hatasına düşmüyor.
Temir’i Anadolu’yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu Büyük Murad yani İkinci Murad, Türkistan’daki Aksak Temir’le oğlu Şahruh’a tâbi birer hükümdardı. Bu suretle de bir Türk birliği tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı Hanedanının hâkimiyeti ancak Fatih devrinde başlamış ve Cumhuriyet’e kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı Hânedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir’le Yıldırım iki düşman ordunun kahramanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karaman Oğulları ile Osman Oğullarını veya Osmanlılarla Akkoyunluları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hânedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymaya hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi devletimizin kurulduğu toprakları da bugün yabancı ülke saymağa mezun değiliz. Türkiye, Rumeli’yi fethedip de Allah göstermesin Anadolu’yu kaybetse Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Millî durum yalnız bir ânın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşıyan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarla yarın yaşayacaklar da Türk milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bugün burada yaşamak imkânını verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.”
Atsız / Devletimizin Kuruluşu 4 Mayıs 1952 Ankara)
Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeğe hazır olanlar var.
“Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Attilâ ateşi var içerimizde!
Kanije’nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadır Pilevne’nin kırk bin askeri!
Edirne’de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedî vatan!”
Harp Akademileri Kumandanı Ali Fuat Paşa: mazide tarihî hakikat olan şeyler âtîde de tarihî hakîkat olabilirler!
Devletimizin on asra yakın tarihini, savaşlarını, kavgasını anlatan Atsız: “Fikir ve bilgi alanında Mevlana, Konyalı Sadrettin, oğulları da kendi gibi bilgin olan Hızır Beğ Çelebi, şiirde Yunus Emre, Fuzuli, Abdülhak Hamid; hekimlikte Hacı Paşa, mimarlıkta Sinan, Kemaleddin, Davud, tarihçilikte Naima, Müneccimbaşı, Cevdet Paşa, coğrafyada Kâtip Çelebi de Türklerin bu devletinden yetişmişti. Devlete isyan edip yenilerek bilginler karşısındaki münakaşada mağlup olduğu için kendi idam kararına imzasını atan Şeyh Bedreddin ve güdülen dâva için feragat örneği gösteren Namık Kemal de bizdendi. Fakat bütün bunlara rağmen bu dokuz asırlık tarih, her şeyden önce, bir kavgalar tarihinin destanıdır.
Konya, Kayseri ve Sivas’taki Selçuk âbideleri, Bursa, edirne ve İstanbul’daki Osmanlı âbideleri de birer şaheserdir. Fakat muhakkak ki Malazgirt Gök Medreseden, Niğebolu Yeşil Camiden, Mohaç Süleymaniyeden üstündür. Mimarlık eserleri, kanlarla yazılan zaferlerden sonra doğra, millet zaferden doğar, zaferle yaşar. Savaşıp kazanmak, soluk almak gibi bir ihtiyaçtır.
“Vatan-Millet-Sakarya” Kavramının İronikleşmesi
“Vatan Millet Sakarya” bugünkü genç kuşakların gündeminde olmayan bir deyim. Bu üç kelimenin nasıl olup da deyim haline geldiğini bile sanırım birçok genç anlamamıştır. Vatanseverlik ve milliyetçiliğin Türkiye’nin gündemine müessir olduğu zaman, kimi mahfillerde bu hasletlerin düşmanlığı da depreşiyordu. Özellikle Türk solu ve kozmopolitanizm denilebilecek akımların etkilediği gençlik kesimlerinde vatanseverlik ve milliyetçiliğe yönelik düşmanlık “vatan millet Sakarya” söylemiyle ortaya konurdu.
Bugün vatan ve milliyetçilik telakkileri üzerine gazetelerde çok çeşitli spekülasyonlar yapılırken bu mesel nedense artık çokça kullanılır bir mesel olmaktan çıkmış gözüküyor. Bunda vatan ve millet üzerine müdafilerinden çaplı görüşlerin sergilenmemiş ve aktüaliteye müessir olamamışlıklarının etkisi vardır. Vatan ve millet söylemi eskisi kadar tesir icra edememiştir ki, ona karşı olanların başvurdukları ironi de eskisi kadar yıpratıcı olsun. Her ne kadar milliyetçiliğe Aids muamelesini layık gören kimi yazarlar çıkmış olsa da, küreselleşmenin karşısında milliyetçi duruşların zavallılığı, milliyetçi ve vatansever bilinen muhitlerde bile küresel söylemlerin moda olarak yayılması bu yeni muamelenin muhatabını muallakta bırakmıştır.
“Vatan’ın bağrına düşman dayamış hançerini
Yoğ imiş kurtaracak baht-ı kara maderini”
Bu beyit, o kadar güçlü bir slogan halinde Jön Türkler’den İttihat-terakki’ye, oradan Cumhuriyetçilere kadar uzanan kuşaklara öyle bir vedia bıraktı ki onun ihsas ettirdiği emanetler vatan ve hürriyet başlığıyla özetlendi.
Atatürk’ün;
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak baht-ı kara mâderini” cevabı bu emanetin elleri üstünde taşındığının da kanıtı oldu.
“Sineyi mahzen-i şavk eyledi Sevda-yı vatan
Çeşm-i bigâne-i hab etdi temaşa-yı vatan
Kalmadı kargeh-i dilde meta’-ı arâm
Oldu garetzede-i pençe-i yağmayı vatan
Dar-ı gurbettde garib andığı demde vatanı
Dil ciğer canları canlar teni ten pireheni”
Nabi’nin Hicaz Seyahatnamesi’nde yer alan şirinde olduğu memleket yani doğduğu veya yetiştiği köy ya da şehir manasına gelen vatan kavramı Namık Kemal’de bir milletin vatanı patriot anlamına erişti. Artık vatan, sadece sıla özlemini ifade eden bir kavram değil bütün bir milletin bağımsızlığının remzi, milletin yaşadığı coğrafya ve o coğrafyaya yüklediği deruni anlamdı. Kültür, medeniyet ve milliyet unsurlarının mütemmimi bu kavram artık üzerinde yaşanılan toprağa atfedilen ruhtu.
“Git vatan! Ka’be’de siyaha bürün
Bir kolun Ravza-i Nebi’ye uzat!
Birini Kerbela’da Meşhed’e at!
Kâinata o hey’etinle görün
O temaşaya Hak da âşık olur
Göze bir alem eyliyor izhar
Ki cihandan büyük letafeti var
O letafet olunsa ger inkâr
Mezhebimce demek muvafık olur;
Aç vatan! Göğsünü ilahına aç!
Şühedanı çıkar da ortaya saç!…
Vatan Türküsü’nde ise vatan anadır.
Cümlemizin validemizdir vatan
Herkesi lütfuyla odur besleyen
Bastı adu göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdadına”
Vatanın şanı ancak bilad ve ibadın hıfzı ile olur. Beldeler, şehirler, bütün vatan toprağı imar edilerek, onun uğruna adanmışlıkla ancak vatanın şanı yükselir. Vatanın şanı yahut beldelerin imarı ve ona adanmışlık bugün artık süngünün ucundadır. Bağımsızlık her şeyin önündedir. Bu yüzden vatan şairi aynı zamanda hürriyetin de şairidir. Vatan için ölmek, onu imar etmek ve hürriyet için savaşmak aynı şeyler olduğundan vatanın bağrına düşman dayamışsa eğer, yapılacak ilk iş süngüyü kuşanmaktır.
Şan-ı vatan hıfz-ı bilad u ibad
Etmededir süngünüze istinad
Milleti eyler misiniz na-murad
Arş yiğitler vatan imdadına
Yare nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rütbesidir askerin
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdadına
Vatan ve millet telakkisi birbirine paraleldir. Vatanın sınırları millet tarifinde, yaşadığı coğrafyada hayat bulur. Bu yüzden Kemal’de vatan bir eli Kabe’ye, bir eli Meşhede kadar uzanan dar’ül İslam’dır. Öyle ki Osmanlı coğrafyası vatan kavramına Osmanlı milleti ile birlikte dayanak olmalıdır. Bu yüzden Namık Kemal Osmanlılarız diye tarif ettiği ve vatanseverliğin mihenk taşı yaptığı millet kavramını da devrinin ruhunu kavramış bir aydın olarak doğru bir stratejik çizgiye kavuşturmak gayesindedir.
“Amalimiz efkârımız ikbâl-i vatandır
Serhattimize kal’a bizim hak-ı bedendir
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir
Gavgada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nam alırız biz
Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda
Can korkusu gelmez ovamızda dağımızda
Her guşede bir şir yatar toprağımızda
Gavgada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nam alırız biz”
Cumhuriyetin kuruluşuna kadar akıp giden sürede Namık Kemal’den sonra gelen tüm kahraman nesiller bu maya ile beslendiler ve Osmanlı olarak anlatılan modern zamanlar konseptini Türkülüğün neşvünema bulması için alt yapı olarak kavrayıp geliştirdiler. Vatan ve hürriyet aşkı bu mayalanma sürecinde başat rol oynadı.
“Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandır
Ne gam pâh-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten”
Vücudun mayası vatan toprağıdır; bu vücut acılar ve sıkıntılar içinde vatan uğruna toprak olsa bile ne gamdır.
“Sen oldun cevrine ey dilşiken mahzun ben mahzun
Felek gülsün sevinsin şimdi sen mahzun ben mahzun
Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun”
Millette beklenen feyz yeşerecektir ki, vatan mahzun olmasın. Milletin istikbale bakışı ile vatanın geleceğe aynı akıbete kapı açar. Vatansever de öyle bir adamdır ki, vatan mahzun olunca onun mahzun olmaması düşünülemez. Ama vatan müdafii aynı zamanda beklenen akıbetin çatması durumunda buna tahammül edecek biri değildir. Gerekirse kürre-i arz patlatılacak ve oradan yeni bir hayatın doğmasına fırsat verilecektir. Vatan ve vatansever zulüm altında yaşayamaz; her ikisi için hürriyet vazgeçilmez haslettir.
“Vatan olsa ne rütbe bi perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız
Merkez-i hake atsalar da bizi
Kürre-i arzı patlatır çıkarız”
Vatan ve Millet Korelasyonu
Vatan ve millet kavramlarının birbirinin mütemmimi olmaları boşuna değildir. Osmanlıcılığın iki kolu ittihad-ı anasır ile ittihad-ı İslâm aslında dışarıdan Şark Meselesi etrafında sıkıştırılmağa çalışılan bir ülkenin tabiî refleksleri halinde yine Batı’nın terminolojisine uygun olarak karşı koyuş stratejilerinden başka bir şey değildir. Anasırın birliği, yani Osmanlı devleti içindeki unsurların bütünlüğü bir Osmanlı milleti vücuda getirme iradesini de terennüm ediyor ve vatan telakkisini de buna dayandırıyordu. Hemen bu görüşü takiben ittihad-ı İslâm kolu yeşertildi. Zira Hıristiyan unsurların artık vatan toprağının bütünlüğü bakımından elde tutulamayacağı anlaşılmağa başlanmıştı. Osmanlı ülkesinde yer alan bütün Müslümanların birliğinden daha tabiî ne olabilirdi? Zaten Osmanlı devleti halifesiyle birlikte bütün ümmetin devleti değil miydi? Dar’ül İslam ve Dar’ül Harb biçiminde yansıyan vatan telakkilerine göre de artık Osmanlı mülküne katılmış olan bütün İslam coğrafyası bilakis vatandı. Bir kere İslam ülkesine giren bir mülkün artık bundan çıkmasının mümkün olamayacağını ileri süren İslam hukukçuları da vardır. Dar’ül İslam olan bir mülkün daha sonra Dar’ül Harb olması kabul edilemez.
Yeni Osmanlı zihniyetine göre, artık Osmanlı mülkü üzerinde bir Osmanlı milleti vardır ve bu millet, ümmet telakkisiyle uyumlu, böylece milliyet umdelerinin zenginliği bakımından sayısız avantajlara da sahiptir.
19. yüzyılın tamamı ve 20 yüzyıl başları, Osmanlı’nın savaşlarla tecavüzlerle çok sıkıştırıldığı bir dönem olarak Batı’daki “patriot” karşılığı vatan telakkilerine uyumlu olmağa çalışan ve millet karşılığında da yine ona müstenit sosyolojiler kurgulayan aydın tepkilerine veya hazırlıklarına sahne oldu. Bu kaçınılmazdı. Üç tarz-ı siyasetin bütün yapılanmaları “elde avuçta kalan son vatan coğrafyasını müdafaa etme” amacı taşıyordu. Her üçü de bir millet ve vatan telakkisi etrafında devleti koruma ve kollama iradesi ortaya koyuyordu. Kâh Yemen’de, Galiçya’da, Girit’te, Balkanlar’ın her yerinde savaşıyor; kâh Batı Türk imparatorluğunu Doğu Türk imparatorluğuna kalbedebilir miyiz diye de Orta Asya’ya yollanılıyordu. Vatan Türkistan’a, Turan’a kadar uzanıyor; Hicaz’dan, Yemen’den toplumu derinden sarsacak türkülerle dönülürken yaşanmamış bir tarihe, bir simülasyona başvuruluyordu. Mümkündür ki, soy, dil, din faktörlerinin tamamı bakımından birlik arzeden coğrafya, bir yeni millet ve vatan tasavvurunu inşa edebilirdi.
Ziya Gökalp bu tasavvur için yeni sosyoloji, yeni medeniyet ve yeni ülkü kurguluyordu: artık vatan daha büyük bir birlik projesinin zeminidir:
“Vatan ne Türkiye’dir, Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.”
Namık Kemal’in vatan ve millet telakkisi aynı gerekçe zemininden bu sefer Osmanlı projesinin aradan çıkarıldığı daha eski zamanlara gidilerek, mitolojiden de nefes alan yeni Türklük coğrafyasına dönüştürülüyordu. Ama yaşanmış en az altı yedi asır, toplam bin yıllık İslam macerası nasıl boşlanabilirdi. Yeni aydınlar arasından yine Ziya Gökalp bu sorunun farkına varıp bunu da “üçleme” ile giderebileceğini düşünmüş olmalıdır: Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak.
Bu proje de Enver Paşa’nın büyük bozgunundan sonra akamete uğrayınca reel-politik zemin öne çıkmağa, “Misak-ı Milli sınırları içindeki vatan ve millet neyimize yetmiyor?” denilmeğe başlandı. Ziya Gökalp de artık Turan’dan Türkiyeci tezlere bizatihi kendi sergüzeştinde erişti. Bu arada aydınlarda ve özellikle daha çok yorulmuş bulunan ve daha çok bütün modernleşme çabalarının öncü gücü olmuş olan Ordu muhitinde “Yemen’de Galiçya’da ne işimiz?” vardı denilmeğe başlanmıştır. Turancı hevesleri bir ara duymuş bulunan çevreler bile vatanın emperyal vizyona dayanması tezlerine artık sıcak bakmamağa; kendi aydın macerasından ağır tenkitlerle kaçmağa başlamışlardır. Artık Osmanlıcılık da, İslamcılık da Türkçü Turancı tezler de büyük gelmeğe başlamıştır. Bugün bir takım sivil asker aydınların çıkıp da o geniş vatan coğrafyasından neredeyse iğrenerek bahsetmeleri veya geniş vatan telakkisi terennüm edenlere şüpheci nazarlarla bakmaları biraz da bu tarihî tecrübenin yarattığı ve sonraki nesillere yüklediği korku genleriyle alâkalıdır.
Milletleşme vetiresini henüz yaşayan bir toplumun da vatanı üzerindeki spekülasyonlara fırsat vermesi ve bundan fazlaca bizar olması anlaşılır bir şeydir.
Kaleminize sağlık.