Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Umutsuzluğa Karşı Egemenden Bağımsız Etkileşim Alanının İnşası

featured

Normlara göre düzenlenmiş eylem kavramı, çevresinde başka aktörleri bulan ve ilkesel olarak tek başına olan bir aktörün davranışına ilişkin değildir; tersine, bir sosyal grubun, eylemlerini ortak değerlere göre yönlendiren Üyelerine ilişkindir.

Umutsuz insan vicdanının sesine kulak vermemek için kendince kendisine bir rol biçer. Hiçbir şeyin iyiye gitmeyeceği düşünceleri arasında vicdanını bastırır, kendisine yabancılaşır ve kendinden kaçmanın yollarını bulur.

Fichte’nin bu yaklaşımını Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin ve Mustafa Kemallerin çok iyi anladığınız ve umutsuzluk çemberlerini kırdıklarını biliyoruz. Geçen yazımızda bahsetmiştim.

Fichte ahlaki çöküntünün yani umutsuzluğun üzerine çıkabilmek için doğru etkileşim modeline ihtiyaç duyar ki, kendisinden yüz yıl sonra Habermas bunu ortaya koymaya çalıştı. Egemenin olmadığı rasyonel iletişim modeli…

Tabii oraya erişebilmek için iletişimsel eylem planlarını gözden geçirmeliyiz.

İletişim ile edebiyat arasındaki ilişki ve bu iki disiplinin diğer disiplinlerle birlikte ele alınarak kimi şairlerin veya genel olarak edebiyatçıların medya ve düşün dünyasında daha geniş anlaşılması ve yazdıklarının daha geniş kitlelere yansıması yolunda yapılan araştırmalar ülkemizde henüz emekleme aşamasındadır.

Aslında böylesi bir uğraş için Cumhuriyet’in başlarında Fuad Köprülü’nün ortaya koyduğu çalışmalar bugün için multi-disipliner bir araştırma yapma gayesine rehberlik edebilirdi. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar gerçekten de iletişim ve edebiyat arasındaki ilişki bakımından örnek eserlerin başında gelmelidir.

Jurgen Habermas’ın 70’lerden başlayarak bugüne kadar yazdıkları edebiyatçı ve düşünürlerin iletişim sahasında ve iletişimsel eylemde kavramsal inşa yapmak bakımından bize ne kadar zengin bir arka-plan kazandırdıklarını ispatlıyor.

Öte yandan Adorno, Durkheim, Weber, Horton, Gellner, Fromm, Luhmann, Marcuse, Krech ve Crutchfild, Cassirer gibi batılı bilim adamlarının değişik disiplinlerin birbirleriyle ilişkilerinde eylem ve söylem bakımından yeni teorilere kapı aralamaları da iletişimsel edebiyatın anlaşılmasına rehberlik edecektir.*

*Adorno, Th. W Sosyoloji ve Psikoloji (Soziologie und Psychologie) 1955, Durkheim, E Sosyoloji ve Felsefe (Sociologie et Philosophie) 1951, Weber M Din Sosyolojisi(Gesammelte Aufzatse zur Religionssoziolojie) 1963, Horton R Düşüncenin Modelleri (Modes of Thought) 1973, Gellner E Barbar ve Modern Akıl (The Savage and the Modern Mind) 1973, Fromm E Hürriyetten Kaçış (Escape from Freedom 1942, Luhmann N (Interaktion, Organisation, Gesellschaft) 1975, Marcuse H Kultur und Gesellschaft 1965, Krech D ve Crutchfield R Sosyal Psikoloji (Theory and Problems of Social Psychology) 1948, Cassirer Ernst Bilginin Fenomenolijisi Sembolik Formlar Felsefesi (Die Philosophie der symbolischen Formen) 1929, Mauss M Sosyoloji ve Antropoloji 1950 gibi batılı düşünürlerin eserleri yanında Mermi Uygur’un İnsan Açısından Edebiyat 1977, Suut Kemal Yetkin’in Estetik Doktrinler 1972, Sabri F. Ülgener’in Zihniyet ve Din 1981 ve Zihniyet Aydınlar İzmler 1983, Yılmaz Özakpınar’ın İnsan Düşüncesinin Boyutları 2001 adlı kitapları aydınların bulundukları toplumla iletişimsel bir edebiyat geliştirme eylemlerini-faaliyetlerini-sanatlarını anlama açısından yeterli takviyeyi sağlayacaktır kanaatindeyim. Durkheim’den Mauss’a kadar genel büyü teorisi üzerine sayısız yaklaşımlar milletlerin sosyal psikolojilerinin, davranış kodlarının teşekkülünde etkin roller oynadılar. Hatta sıklıkla milli bir kimlik inşasında bu teorilerin ürettiği söylemlerle birçok eylem planı bile gerçekleştirilmiştir.

Önal, iletişim ve edebiyat arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışırken eklektik bir model sergiliyor. İletişim kuramlarını ayrı edebiyat kuramlarını ayrı ele alıyor.  (Dr. Mehmet Önal, En Uzun Asrın Hikâyesi, Akçağ y. Ankara 1999)

“Baker Brownel iletişimi ikiye ayırır: dolaylı dolaysız. Dolaylı olanı bir şeyin simgelerle bilinen aktarımından ibarettir. Dolaysız olanı ise kişilerin birbiriyle özdeşleşmesi..

“Charles Cooley için iletişim insan ilişkilerinin var olmasına ve gelişmesine yarayan mekanizmadır. Aklın yarattığı tüm simgeler ve bunların uzayda iletimini zaman içinde saklamasını sağlayan araçlardır. Bu da yüzdeki anlamları, tavırları ve davranışları, sesin tonunu, sözcükleri, yazımı, basımı, demir yollarını, telgrafları, telefonları ve zaman ile yerden kazanmadaki tüm başarıları içerir. Wilbur Schramm, iletişimi, kaynak ile alıcı arasında ortaklık kurmak için amaçlı bir çaba olarak tanımlar; alıcıya gönderilen iletinin, alınan iletiden değişik olabileceğini vurgular. Gabriel Rodriques, genel anlamda iletişimin yalnız haber ve ileti alışverişi olmadığını, görüşler, olgular ve verilerin iletimini ve paylaşımını içeren bireysel ortak etkinlikler olduğunu söyler.” (Ayşeli Usluata, İletişim, İletişim y. İst 1995)

Bu tanımlardan anlaşıldığına göre, daha önce sanata ve özellikle edebiyata ait olan pek çok fonksiyon, iletişim kavramı etrafında düşünülmektedir. Bir zamanlar bir edebi tür sayılan mektubun, sözlü türlerden tartışma veya konferansın şimdi, iletişim bakış açılarıyla değerlendirilmesine dikkat edilecek olursa, edebiyatın günümüzdeki yerine değinilecek açıklamaların, iletişim mesleğinden oldukça faydalanması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Değerlendirmenin bu safhasında, edebiyat ve iletişimin müştereklerini daha belirgin ölçütlerle aramak ihtiyacını yaşarız. Bu noktada, edebiyat ve iletişim dallarını, “bir mesaj ulaştırmak” ortak paydasında değerlendirmekten başka, iletişim dünyası içinde edebiyatı, malzemesi kelime olan, estetik değer taşıyan, mecazlar dünyasına sahip bir iletişim şubesi gibi düşünmek de mümkündür. Aynı şekilde iletişimin, insanlara bir haber ulaştırmak, farklı tekniklerle diyaloglar kurabilmek, onları bir yönüyle etkilemek gibi fonksiyonlarıyla, edebiyat dünyasında bir alt dal olarak gösterilmesi de mümkündür.

Bizim buradaki amacımız; hem sanat atmosferi oluşturmada (edebiyat sanatı) ve kelimelerle oluşturulan sanat atmosferinin incelenmesinde (edebiyat bilimi), hem de insanlar arasında iletişim kurulmasında ulaşılan yeni ufukları (edebiyat ve iletişim) değerlendirmektir; bu değerlendirmeyi yaparken daha çok, edebiyat dünyasının ve iletişim mesleğinin arasında kurulabilecek ilgileri tespit etmektir.

Eğer iletişimde söz varsa; söz olmasa bile kullanılan motifler bazı kelime ve kavramları çağrıştırarak algılanabiliyorsa ve bunların yanında iletişimde estetik uyarım önemli ise, medya dünyasının edebiyatla ve edebi birikimle değerlendirilmesi gerekecektir. Bunun yanında edebiyat, diğer sanat dallarıyla birlikte, estetik olma ve yaygınlaşma vasfının yansımalarını medya dünyasında bulacak ve özellikle kelimeleri kullanan iletişim alanlarının en önemlilerini oluşturacaktır.

İletişim ve edebiyat kavramlarının bir arada değerlendirilmesi ve bu konuda bir disipline gidilebilmesi için teori, araştırma ve uygulama çalışmalarına ihtiyaç vardır. Başlangıçta yer yer araştırma ve uygulama örnekleri ortaya konsa bile, teoriden öte bir belirlemede bulunmak, oldukça zordur.

Hatta, yeterli teorik çalışmaların ortaya çıkması, örneklerin incelenmesine ve bu incelemelerin araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç vardır. Her şeyden önce birbirinden bağımsız olarak gelişen iletişim kuramları ile edebiyat kuramları arasında karşılaştırmalı çalışmalar yapılmalıdır.

Bütün bunlar yapılırken, henüz genel bir tanımlama ile iktifa edilen haberleşme, sanat, haberci, iletişim gibi kavramların terimleşme ihtiyacı gündeme gelecektir. Mesela, “iletişim ve sanatçı”, tarihin ilk devirlerinden itibaren hep bir arada düşünülen iki kavramdır. Günümüzde, hem bu kelimelerin anlamları hem de bu kelimelerin çağrışım sınırları, kesin çizgileri ile belirmemiştir. Edebiyatın, estetik değere sahip yüksek seviyede bir haberleşme aracı olması meselesi de, edebiyat kuramlarına bağlı bir anlayıştır.  İletişim araçlarında muhataba ulaşan uyarıcının bir yönüyle estetik değer taşıdığı; özellikle kelimelerin kullanıldığı mesajlarda, edebi değer ile iletişimde kullanılan iletilerin, orijinal ölçütleri ihtiva eden değerleri, henüz karşılaştırılmalı olarak incelenmemiştir. Belki de, mevcut iletişim teorileri ile edebiyat teorilerinin karşılaştırılarak, daha estetik ve tutarlı bir iletişim için sanat dallarından faydalanılması ve bu ilgi ile, edebi birikimin iletişime aktarılması, yeni teorilere bağlanmalıdır. (Richards I A, Principles of Literary Critisizm N Delhi 1990)

Kurulacak sistemin, edebiyat ve iletişim mesleklerindeki müştereklerini veya fonksiyonel noktadaki kesişme alanlarını öncelikle belirlemesi gerekir. İleti, estetik, uyarıcı motif; kelime, ileti ortamı, çağrışım, okuma, yazma, anlama, görme, işitme, dinleme gibi kavramların, söz konusu alana dit tanımlarla terimleşebilmesi için bu belirlemelere ihtiyaç vardır. Bir uyarıcı gönderme konumunda olan kelimelerin, bir varak, bir kitap, bir dergi, bir gazete, ekran veya bir cd ortamında ne tür özelliklere ulaştığı, edebiyat ve iletişimin malzeme açısından bir arada değerlendirilmesini gerektirir.

Edebiyat sanatının temel türlerinden olan şiirin iletişim araçlarında, mesela bir radyo veya televizyonda okunması ile bir kitaptan tek bir okuyucu tarafından okunması, algılama mekanizmaları ve çağrışım sistemleri açısından farklı etkilere ulaşır. Edebiyat ile iletişimin müştereklerini arayan biri için ise, edebi eserlere iletişim araçlarında kullanılabilecek malzemeler olarak bakılabilir. “İletişim açısından bakıldığında şiiri, mesaj ileten bir metin olarak değerlendirebiliriz. Şiirle okuyucu/dinleyici arasında bir bağlantının kurulabilmesi için, her ikisinin bir yerde, belli bir kültür birikimine ortak olmaları gerekir”. (Kayaalp İ, İletişim ve Dil TDV, Ankara 1998)

Tıpkı bunun gibi, sanat ve edebiyat açısından bakıldığında da, iletişim araçlarında insana ulaşan her uyarıcının, estetik çağrışımlara yol açabilen bir metin olarak algılanabilmesi, mümkündür.

Bu örnekler, edebiyatta edebi eser; iletişimde program, (gazetede) sütun, (radyo ve televizyonda) akış, (bilgisayarda) cd veya dosya gibi veriler taranarak, fonksiyonel ilişkilerin bağıntılarına göre açıklanabilir. Bütün bu çok yönlülük, edebiyattaki duygu, düşünce ve hayalin aktarımı ile iletişimdeki estetik uyarıcıların yorumu ile yeni bakış açılarına ulaşabilir.(Önal Mehmet, age, s.232)

Hem yazı değeri hem de ses değeri açısından kelimelerin meydana getirdiği kompleks yapıyı anlayabilmek, bir dilin imkânlarını bilip bilmemekle doğru orantılı olsa gerektir. Bir başka sezgi cümlesi de şöyle olmalıdır ki; yazıyı, sesi, görüntüyü, hareketli kareleri ve akıl almaz derecede çok uyarıcılar koleksiyonunu belli zamanlarda birleştirip muhatabına sunan iletişim araçlarındaki okur yazarlık ölçüsü, sadece kelimeleri okumak ve yazmaktan biraz daha karmaşık olmalıdır. Bu karmaşıklığa biraz bağışıklık kazanmadan onların anlamlarını algılayabilmek oldukça zordur; belki de bu iş, beceriden de öte, bir ünsiyet meselesidir.

“Harfler, seslerin işaretleridir. Kelimeler ise seslerden mürekkeptir. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir, ölüleri diriltebilir, ağaçları konuşturabilirsiniz. Bu, büyü değil de nedir? Güzel bir romanı okurken (..) kitap, kağıt, harf ortadan, kalkar, gitmediğimiz şehirlerde dolaşır, tanımadığımız insanlarla tanışır, onların yatak odalarına hatta ruhlarının içine gireriz. Dile bu büyük gücü veren nedir?”

Mehmet Kaplan belli ki Durkheim’in yahut Marcel Mauss’un büyü kuramından haberdardır. Kelimeler sanatkârın elinde büyülü bir sanat eserine dönüşür. Hatta o kitleleri sanki dinî bir ritüeli gerçekleştiriyorlarmış gibi bir adanmışlığın peşine sürükler.

Şairlerin şiirlerinde büyülü bir atmosfere çeken metafizik bir ürperti kitleleri etkiler.

Umutsuzluğa kapılmış kitleleri bir anda aşılması mümkün olmayan bir dağ, yıkılması pek güç olan kale haline getirir.

Büyünün elbette bir ölçüsü, bir hey akili olmalıdır. Sesler, renkler, kelimenin tedailerinin muhataptaki yansımaları, dizilişler, dokunuşlar, çarpmalar önemlidir. Belki burada Blondel’in hareket felsefesi de derinden derine bir işlev görmektedir.

Mehmet Önal, Mehmet Kaplan’ın dile büyüyü verenin ölçü olduğu kanaatindedir.

“Bu ölçüleri radyo, televizyon ve bilgisayardaki uyarıcılar yahut “dil” üzerinde düşünürsek, “Uyarıcılara bu büyük gücü veren nedir?” ve “Bunlar nasıl bir okuryazarlık ile algılanabilir?” gibi sorular sormamız icap eder. İletişim araçlarındaki yazı, ses, renk, resim ve hareketli görüntü, birbirini tamamlayan bir zincirleme uyarıcılar bombardımanına başlayınca ortaya çıkan “anlam”, kompleks bir algılama meydana getiren, kompleks bir uyarıcılar grubu arkasında belirir. Aslında bizim algıladığımız, çok ayrıntısı bulunan tek bir mesaj grubudur. Bunun okur-yazarı nasıl olunur? Ne yaparsak sübjektif okumadan kurtuluruz?”

Burada okur ile yazar arasındaki ilişkinin arka-planını sorgulamak gerekecektir. Yazar ile okuyucunun paylaştığı bir arka-plandan nasıl bahsedebiliriz? Yazar kendi kendine böyle bir arka-plan inşa edebilir mi? Önceden var olanın üstüne estetik bir kaygı ve yaratıcılıkla yeni bir kavramsal inşa peşinde bu ortak alanı okuyucu lehine genişletebilir mi?

Burada salt edebiyat ve iletişim alanlarının kültürel unsurlarını veya aletlerini ele almak yetmemektedir. Edebiyat bir söz sanatıdır. Kelimelerin bir büyüsü vardır ve iletişim araçları da ister istemez bu kaynağa ulaşacaktır diyebilmemiz çok zordur.

Bence burada iletişimsel bir eylem kuramına ihtiyaç var. İşte tam da burada Habermas’ın iletişimsel eylem kuramları olan üçlemesine ihtiyaç apaçık ortaya çıkıyor.

Önal, iletişim ve edebiyat arasındaki alan müşterekliğinin dışında başka ilişkiler ağına da ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır.

“Alan müşterekliğinin yanında tekniğe ait müşterekliği de belirtmek gerekecektir; ama, ondan önce, tarihi gelişme içinde basit bir mantık yürütme gerçekleşecek olsa, bilhassa temel iletişim türleri içinde yeni bir kıyaslama imkânı yakalanacaktır.

İnsanlar arasında söze dayalı haberleşme, günlük hayatın akışında binlerce yıldır yapılmaktadır. Bu haberleşmenin mecazlar dünyası yoluyla ve özel bir kurgu içinde gerçekleşmesiyle edebiyat birikiminin hayattaki yansımaları artar. Türk edebiyatındaki sagu, sav, koşuk, destan dönemi gibi, dünya kültürlerinin sözlü döneminde, ortaya çıkan edebi iletişim, tarihi gelişme açısından bir başlangıç sayılabilir.

Sözlü dönemden yazılı döneme geçilirken, tablet, mezar taşı (dikili taş, balbal, Bengü taşı, abide, anıt), papirüs, varak (sayfa, evrak), kitap gibi iletişim araçlarının mektup, gazete, radyo, televizyon gibi haberleşme araçlarıyla bir gelişme seyri takip ettiğini rahatlıkla gözleyebiliriz. Bu araçların her birinde edebi ölçüler (veya en azından estetik ölçüler) bulunduğuna göre, edebiyat-iletişim ilişkisi daha sağlam kesişme noktalarıyla değerlendirilmeye hazırdır.”

Daha sağlam kesişme noktaları üzerinde daha fazla teoriye ihtiyaç olduğu halde, yazar, iletişim araçlarının edebiyat ile bağlantısı gibi ‘dışsal’ ya da ‘ürünsel’ bağlantı ile iktifa etmektedir:

“Gazete ve Edebiyat Edebiyat ve iletişim arasındaki ilişki incelenirken sözlü edebiyat mahsulleri, yazılı edebiyat ürünleri, matbaa ile basılan ve yaygınlaşan edebi eserler ile gazete arasında bir gelişim çizgisi takip etmek lazımdır. “Söz”, “el yazısı”, “matbaa baskısı” üç önemli geçiş sürecinin başlangıç noktalarıdır ve gazete, bu sürecin çok önemli bir basamağıdır.

Son yıllara kadar bir edebi tür olarak kabul edilen gazetenin artık, makale, fıkra gibi bir tür olmadığı, bir haberleşme aracı yani medyanın bir parçası olduğu kanaati yaygınlaşmıştır. Günümüzdeki edebiyat tarihi ve edebiyat nazariyatı kitaplarında, gazetenin bir edebi tür olarak kabul edilmesi, artık değişmesi gereken bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Gazete, bir edebi tür değil; Yeni Türk Edebiyatı’nda batıdan gelen yeni edebi’ türlerin gelişme zemini olan bir haberleşme aracıdır. Gazetenin temel malzemesi kelimelerdir; ancak, edebiyatın mecazlar dünyasında aradığı ifade kalıpları, gazete gibi haberleşme araçlarıyla günlük hayatın reel kalıplarına dönüşmüştür. Gazetede, edebi’ mahsullerin, fayda açısından değerlendirilme ve fonksiyonel olma gibi özellikleri daha ön plana çıkmış; bununla birlikte gazeteyle, edebiyat sanatının popülist bir hüviyet kazanması gerçekleşmiştir.

Belki de son asırla birlikte yeni dünya görüşleri, edebi malzemeyi (ve doğal olarak edebiyat sanatını ve ilmini) amaç, mahiyet, fonksiyon açılarından yeni değerlendirmelere tabi tutmamız gerektiğini hissettirmiştir. Bu tesir iledir ki, değişen dünya ve insan anlayışları, sosyal hayatın içindeki edebiyata farklı bir görev ve sorumluluk (yani fonksiyon) yüklemektedir. Fonksiyonu gelişen ve değişen her değer gibi, eğitime ve iletişime yansıyan edebiyatın da malzemesini ve araçlarını yeniden gözden geçirmesi bir mecburiyet haline gelmiştir. Ve bu noktada en azından edebiyat bilimi mensupları fikir üremelidir.”

Yazar, disiplinler arası müşterekliği incelerken ister istemez kendi klasiğimize başvurmaktadır. Bu da elbette ki halk edebiyatı ile divan edebiyatının müşterekleri konusudur. Burada Cemal Kurnaz arkadaşımızın eserine müracaat etmektedir:

“Klasik şiirimizdeki tasvir örnekleri eğer çizgiye dökülecek olursa harika eserlerin ortaya çıkacağı tahmin edilebilir. Yahya Kemal’in şu beyti, binlerce örnekten sadece birisidir:

“Bir şeb bizi sevketse felek mev’id-i aşka

Vuslat tutuşur şûle-i pîrâhenimizden”

“Divan şairleri zaman zaman çok orijinal tablolar çizerler. Bunlar, onların çevrelerine dikkatlerini göstermesi bakımından önemlidir. Bazı tablolar renklidir, şair ustaca renk vurur.

Bazıları siyah beyazdır. Bazıları ise, kamera ile tespit edilmiş gibi ses ve hareket unsurunu ön plana çıkarır. Bu bakımdan yer yer modern resim çalışmalarını hatırlatan beyitler, insanı hayrette bırakır”. (Cemal Kurnaz, “Divan Şiirinde Resim Temayülü”. Türküden Gazete, Akçağ Yay., Ank.. 1997)

Renk, ateş, hareket, mekan, tabiat, duygu, düşünce, hayal, kaş, göz, çiçek, kuş, gül… gibi daha yüzlerce kelime ve kavrama gizlenmiş olan divan edebiyatındaki tablo çağrışımı, edebiyat ve iletişim arasındaki müşterekliğin ne zengin malzemelerle kurulabileceğini göstermektedir.”

Divan şiirinin incelenen bazı örneklerinde “… özellikle teşbih, mecaz, teşhis ve intak sanatları vasıtasıyla resmedilmiş tablolar görülmektedir. Bunların bazılarında orijinal kompozisyonlara yer verilirken, bazılarında renk, ses veya hareket unsuru ön plana çıkmaktadır.”

Durkheim’in büyülü sosyolojisinden yüz yıl öncesinde Gökalp’ın savaş arifesinde ve sonrasında nasıl yararlandığını biliyoruz. Yüz yıl sonra milliyetçilerin yine Gökalp çizgisindeki aydınlardan Erol Güngör’ün bu sefer Weberian sosyolojinin büyüsel alanından etkilendikleri de malum.

Fakat bu büyüsel alanın yani edebiyat ile iletişim dünyasının müşterekleri konusunda, iletişimsel bir eylem kuramıyla daha sıkı geçişleri olan bir zihinsel kurguya müracaat edilerek derinlemesine arka-plan ile söylem ve eylem araştırmaları ortaya konulması gerektiği açıktır.

Burada Habermas’ın iletişimsel eylem kuramlarına başvurmak lâzım.

İletişim ve edebiyat arasındaki ilişki aşk ile şiir arasındaki ilişki gibidir.

Habermas İletişimsel Eylem Kuramı adlı eserinde iletişimsel edebiyatın içindeki aktörlerin üç unsurdan arka-plan oluşturduğunu yazıyor. Buna göre olgu, norm ve yaşantı üçgeninde bir kültürel yorumlama, değerlendirme ve anlatım yapılabilmektedir.

“Kültürel yorumlama, değerlendirme ve anlatım kalıpları, ortak bir durum tanımını görüşen ve bu tanım çerçevesinde dünya içindeki herhangi bir şey üzerinde bir görüş birliği ortaya koymak isteyen etkileşim taraflarının anlaşma başarımlarına kaynak oluşturmaktadır.

Yorumlanan eylem durumu, eylem seçeneklerinin, yani planların uygulanması için gereken koşulları ve araçların konusal olarak açılmış bir devinim alanını betimler. İlgili eylem inisiyatifi için bir sınırlama olarak beliren her şey, duruma aittir. Aktör yaşama evrenini anlaşmaya yönlenmiş eylemin kaynağı olarak arkasında bırakırken, planlarının gerçekleşme koşullarının ortaya koyan kısıtlamalar, durumun bileşenleri olarak karşısına çıkar. Bu kısıtlamalar, üç biçimsel dünya kavramının bağlantı dizgesinde, olgulara, normlara ve yaşantılara göre ayrılabilir.”

Olgular, normlar ve yaşantılar… Şair Nef’i, İstanbul’da kudretli padişahın (4. Murad’ın) yanı başında Şehsuvara dair dizeleriyle bütün orduyu kanatlandırırken ortak duygu alanı oluşturan kavramların ve hikayesi olan konuların üzerine gitti. Namık Kemal son dönem hürriyet ve vatanı bir tutan nesillere önder ve rehber olacak mısralar dizdi. Hürriyet ve vatan şairini diye anılması boşuna değil. Mehmet Âkif’e Çanakkale’yi, Bülbül’ü ve İstiklal Marşını yazdıran bu ortak iklimdir. İşte bundan dolmayıdır ki kitlelerde yansısı olmaktadır. Köyden yetişmesine rağmen Abdurrahim Karakoç da olguları, normları ve yaşantıları bir haberci olarak kendi hayatıyla, kişiliği, davası ve popüler-aktüel olanla öyle ilişkilendirdi ki, kendi iletişimsel eylemini küçük bir köyden yayın yapmasına rağmen global bir köyün medyacısı gibi planladı ve sundu.

Habermas, teleolojik, normatif ve dramaturjik eylem kuramlarını açıklarken Gellner ve Horton’un The Savage and the Modern Mind (1973) adlı eserine gönderme yapar. (Jurgen Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi1996, 2001)

“Horton ve Gellner birbiriyle uyum içinde olarak ‘karışık versus ayrılmış güdüler’ ve ‘düşük versus yüksek bilişsel işbölümü’ deyimleriyle, nesnel, sosyal ve öznel dünya arasındaki artan kategorik ayrımı; bilişsel-araçsal, ahlaksal-pratik ve dışavurumcu soru sorma biçimlerinin özelleştirilmesini ve özellikle, sorunların her defasında onlara göre ele alınabileceği geçerlilik görünümlerinin farklılaştırılmasını betimliyor.

Horton ve Gellner daha sonra, dilsel dünya imgesi ile gerçeklik arasındaki artan farklılaşmayı vurguluyor. Çeşitli görünümleri ‘sözcükler karşısında alınan büyüsel tutumlar versus büyüsel olmayan tutumlar;’ ‘durumlara bağlı düşünceler versus düşüncelere bağlı düşünceler’ deyimleriyle irdeliyorlar (bu, içsel ve dışsal nesne bağıntılarının ayrılmasıyla ilgili bir belirtidir ve Gellner’de ‘aşırı duyarlı normların kullanılması’ deyimiyle karşımıza çıkar). Sonunda ‘düşünsemeli olmayan düşünce versus düşünsemeli düşünce’ karşıtlığı, salt matematik, mantık, dilbilgisi vb. gibi biçimsel bilimsel disiplinlere değil, genel olarak simge dizgelerinin dizgesel olarak işlenmesini ve biçimsel olarak yeniden biçimlendirilmesini olanaklı kılan disiplinlere gönderme yapıyor.

Ancak, dünya imgeleri yalnızca anlaşma süreçleri için değil, bireylerin toplumsallaşması için de kurucudur. Dünya imgeleri, bireylere temel kavramlardan ve temel kabullerden oluşan bir çekirdek sağlayarak, kimlik oluşturan ve güvenceleyen bir işlev üstlenir; söz konusu çekirdekteki temel kavram ve kabuller, bireylerin ve sosyal grupların kimliği üzerinde etkisi olamayacak biçimde değiştirilemezler. Bu kimlik güvenceleyen bilgi kapalı dünya imgesinden açık dünya imgesine uzanan çizgide gitgide daha bilimselleşir; değiştirilmeye açık içeriklerden hep daha geniş ölçüde bağımsızlaşan yapılara bağlanır. Gellner, modern düşüncede biçimsel bir minimumda yakınsayan ‘pekiştirilmiş kurucu nedenler’den söz ediyor: “Yabanıl ve modern düşünce dizgeleri arasındakine benzer bir biçimde yerleşik kabullerin, bu anlamda kutsalın dağılımında dizgesel bir farklılık vardır. Geleneksel düşünce dizgesinde, kutsal ve çok elzem daha fazla, daha düzensiz dağılmıştır ve çok daha yaygındır. Modern bir düşünce dizgesinde ise daha düzenli ve daha dardır, ekonomikmiş gibidir, bazı anlaşılabilir ilkelere dayalıdır, yaşamın ayrıntılı yönlerinde dağılmamaya çalışır.

Kadere daha az rehine verilir ya da diğer taraftan bakarsak, yaşamın ve toplumun hamurunun daha az bir bölümü kutsal ve yerleşik inançların desteğinden yararlanmaktadır. Horton bu gelişmeyi ‘koruyucu versus yıkıcı tutum’ deyimiyle belirtiyor ve bu bağlamla tabu’yu düzenli muhalif deneyimlerin ortaya çıktıkları ve kökensel farklılıkları ortadan kaldırma tehdidi oluşturdukları her yerde dünya imgesinin kategorisel temellerini koruyan bir kurum olarak kavrıyor.”

Karakoç’un şiirlerindeki ‘büyüsel’ tutum ve dil, modern söylemle geleneksel olanı buluşturan ve iletişimsel edebiyatının arka planını oluşturan duyuş ve düşünüşlerin iskeletini oluşturuyor. Kendi haline bırakılsa belki dramaturjik bir eylem kumkuması içinde karşılıklı aktörlerin –bugün olduğu gibi- her yeni süreç içinde farklılaşan tutum ve dile sahip olacak toplum veya şairin hedef kitlesi bağlamında Müslüman Türk gençliği, bu arka planın normatif bir eylem kuramı geliştirmesi sayesinde koruyucu versus yıkıcı tutum sahibi olmuştur.

Şair haberci olarak yani iletişimsel edebiyatını bir kutlu haberin postacılığına adama göreviyle yıkıcı değil koruyucu hatta yapıcı bir rol üstlenmektedir. Hemen herkesin kullandığı kelimeler- kavramlar şairin kendine mahsus büyüsel alan inşa etmesiyle iletişimsel bir eylem kuramının nasıl yapıcı tutumlara yol açabileceğini de ortaya koymaktadır.

Her ne kadar baştaki normatif eylem ve dil, sonraki yıllarda kahırla dramaturjik eyleme dönüşüyorsa da kırk yıl boyunca yaratılan dil ve kavramsal inşa hiç de yabana atılmayacak bir iletişimsel edebiyatı sonraki kuşaklara bırakmıştır.

Teleolojik eylem kuramı Aristo’dan beri felsefi eylem kuramının merkezinde yer alır. Aktör başarı vaat eden araçları seçer ve onları program dairesinde uygular. Eyleyenin başarı hesabına, amaca yönelik eylemde bulunan en azından ikinci bir aktörün kararları beklentisi de girebiliyorsa teleolojik eylem modeli stratejik eylem modeline genişler. Ekonomideki, sosyolojideki ve sosyal psikolojideki karar verme ve oyun kurallarına ilişkin yaklaşım biçimlerinin temelinde bu eylem modeli vardır.

Normlara göre düzenlenmiş eylem kavramı, çevresinde başka aktörleri bulan ve ilkesel olarak tek başına olan bir aktörün davranışına ilişkin değildir; tersine, bir sosyal grubun, eylemlerini ortak değerlere göre yönlendiren Üyelerine ilişkindir.

Tek başına bir aktör, verili bir durumda, bir normun uygulama alanı bulduğu koşullar mevcut olduğunda bu norma uyar (ya da uymaz). Normlar, bir sosyal grupla var olan bir anlaşmayı dile getirir. Orada belirli bir normun geçerli olduğu bir grubun tüm Üyeleri birbirlerinden belirli durumlarda, her defasında istenilen eylemi yapmalarını ya da yapmamalarını bekleyebilirler. Merkezi kavram olan norma uymak, genelleştirilmiş bir davranış beklentisinin yerine getirilmesi anlamına gelir.

Davranış beklentisinin, öngörülmüş bir olayın beklentisi gibi bilişsel bir anlamı değil, grup üyelerinin bir davranışı beklemeye hakları olduğuna ilişkin normatif bir anlamı vardır. Roller kuramının temelinde bu normatif’ eylem modeli bulunuyor.

Dramaturjik eylem kavramı, ilksel olarak tek başına bir aktöre ya da bir sosyal grubun üyesine değil, birbirlerinin izleyicilerini oluşturan, birbirlerinin gözü önünde kendilerini serimleyen etkileşim taraflarına ilişkindir. Aktör kendi öznelliğini az ya da çok amaçlı bir biçimde açığa vurarak kendi izleyicilerinde, kendisine ilişkin belirli bir imge, bir izlenim yaratır. Her eyleyen yalnızca kendisinin ayrıcalıklı bir biçimde erişebileceği, kendi niyetleri, düşünceleri, tutumları, arzuları, duygularının alanına girişi denetleyebilir. Dramaturjik eylemde taraflar bu durumdan yararlanır ve etkileşimlerini herkesin kendi öznelliğine karşılıklı erişimi düzenleyerek yönetirler. Merkezi kavram olan kendini temsil etme bu yüzden kendiliğinden bir dilegetirme davranışını değil, kendi yaşantılarına dair dilegetirimlerin izleyicilerle ilintili olarak stilize edilmesini imler. Bu dramaturjik eylem modeli ilk planda görüngübilimsel olarak düzenlenen etkileşim betimlemelerine yarar; ama şimdiye kadar, kurumsal açıdan genelleştirici bir yaklaşım biçimi olarak geliştirilmemiştir.

Arzular ve duygular köklerini ihtiyaçlardan alan bir taraflılığın iki görünümüdür. İhtiyaçların ikili yüzü vardır. İstençsel yönden eğilimler ve arzular olarak ve sezgisel olarak duygular ve duygu durumları diye farklılaşırlar. Arzular ihtiyaç doyurmaya yönelir. Duygular olası ihtiyaç doyurumu ışığındaki durumları algılar. İhtiyaçların tabiatı sanki dışsal dünya karşısındaki tutumlarımızı belirleyen bir taraflılığın art alanıdır. Böyle taraf tutmalar hem nesnelere yönelik etkin bir çabalamada hem de durumların heyecanla algılanmasında (bu durumlar dünyada bir şey olarak nesneleştirilmedikleri ve böylelikle durum karakterlerini yitirmedikleri ölçüde) dile gelir. Arzuların ve duyguların taraflılığı dilsel düzlemde gereksinimlerin yorumlanışında, yani değer biçici dilegetirimlerden yararlanılan değerlendirmelerde dile gelir. Bu değer biçici, gereksinimleri yorumlayıcı dilegetirimlerin betimleyici-önbetimleyici ikili içeriğinden değer yargılarının anlamını anlayabiliriz. Bu dilegetirimler bir taraf tutmayı anlaşılır kılmaya da yarar.

Haklı çıkarmanın bu bileşeni bir yaşantının öznelliği ile bu yaşantının içtenlikle anlatıldığında ve bu temel Üzerinde izleyiciler tarafından bir aktöre atfedildiğinde kazandığı Öznelerarası saydamlık arasında bir köprü oluşturur. Bir nesneyi ya da bir durumu muhteşem, zengin, yüceltici, mutlu, tehlikeli, ürkütücü, dehşet verici vb. olarak karakterize ettiğimizde bir taraf tutmayı dile getirmeye ve genel, yine de kendi kültürümüz içinde yaygın olan değerlendirme standartlarına başvurulduğunda inandırıcı olacağı anlamda haklı çıkarmaya çalışırız.

Değer biçici dile getirimler ya da değer standartları, bir gereksinimi alıcıların ortak bir kültürel gelenek çerçevesinde bu yorumlarla kendi gereksinimlerini yeniden tanıyabilecekleri biçimde karakterize ettiklerinde, haklı çıkarıcı bir güce sahip olur.

Bu durum dramaturjik eylemlerde biçemsel özelliklerin, estetik anlatımın, genel olarak da biçimsel niteliklerin böyle büyük bir ağırlığının olduğunu açıklıyor. Dramaturjik eylemde de aktör ile dünya arasındaki ilişki nesnel bir değerlendirmeye açıktır. Aktör, izleyicisinin varlığında kendi öznel dünyasına yöneldiği için, yalnızca bir uyum sağlama yönü olabilir. Bir kendini serimleme açısından, aktörün sahip olduğu yaşantıları uygun bir anda aynı zamanda anlatıp anlatmadığı, söylediği şeyi kastediyor olup olmadığı ya da anlattığı yaşantıları sadece oynayıp oynamadığı sorusu ortaya çıkar. Burada görüşler ya da niyetler söz konusu olduğu sürece, bir kimsenin kastettiği şeyi söyleyip söylemediği sorusu açıkça bir içtenlik sorusudur.

Arzularda ve duygularda durum her zaman böyle değildir. Dile getirim tamlığının söz konusu olduğu durumlarda, kimi zaman içtenlik sorusunu otantiklik sorusundan ayırmak zordur. Çoğu zaman ne duyumsadığımızı söylemek için gereken sözcükleri bulamayız; ve bu durum duyguları yine kuşkulu bir ışık altına sokar.

Dramaturjik eylem modeline göre taraflar ancak ego’nun iç dünyasının bir dış dünyayla sınırlı olduğunun bilinciyle aktör rolündeki kendi öznelliklerine karşı ve izleyici rolünde başka bir aktörün dışavurumcu sözcelerine karşı bir tutum alabilirler. Bu dış dünyada aktör elbette eylem durumunun normatif ve normatif olmayan bileşenlerini ayırabilir; ama Goffman’ın eylem modelinde aktörün sosyal dünyaya karşı normlara uygun bir tutum içinde olduğu öngörülmemiştir. Gollman meşru bir biçimde düzenlenmiş kişilerarası ilişkileri yalnızca sosyologlar olarak dikkate alıyor Bu yüzden dramaturjik eylemi de, iki dünyayı, yani içsel ve dışsal dünyaları öngerektiren bir kavram olarak sınıflandırmak bence uygun görünüyor. Anlatımsal sözceler, öznelliği dış dünyadan yalıtarak gözler önüne seriyor; aktör dış dünyaya karşı ilkesel olarak yalnızca nesneleştirici bir tutum alabilir. Ve bu durum normlarla düzenlenen eylemden farklı olarak, yalnızca fiziksel nesneler için değil, sosyal nesneler için de aynı biçimde geçerlidir.

Bu tercih yüzünden, aktörün izleyiciye izleyicisi olarak değil, muhatabı olarak davranması ölçüsünde dramaturjik eylem gizli stratejik özelliklere bürünebilir Kendini serimleme yelpazesi, kendi niyetlerinin, arzularının, duygu durumlarının vb. içtenlikle iletişime sokulmasından aktörü ötekilerde uyandırdığı izlenimlerin sinik bir biçimde yönetilmesine dek uzanır. “Burada bir yanda, kendi aynası tarafından bütünüyle yakalanan bir oyuncu buluyoruz; bu sahnede uyandırdığı gerçeklik izleniminin ‘sahici’ gerçeklik olduğuna içtenlikle inanmış olabilir. Oyunu sırasında izleyiciler onun bu inancını paylaşırsa -ve normal durum buymuş gibi görünüyor- böylece en azından o an için ancak sosyolog ya da sosyal açıdan yanılsamadan kurtulmuş birisi, serimlemenin ·gerçekliği’ hakkında bir kuşku duyabilir. Diğer yandan serimleyicinın izleyici kitlesinin inanışlarını etkilemekle yalnızca dolaylı yoldan ve başka amaçlarla ilgilenmesi ve bu yüzden kendisinin ve kendi durumunun karşısındaki görüşün sonunda onun için fark etmemesi de olasıdır. Serimleyici kendi rolüne inanmamışsa ve izleyicisinin inanışlarıyla ciddi bir biçimde ilgilenmiyorsa, ona ‘sinik’ diyebiliriz; ‘içtenlikli’ deyimini ise, kendi gösteriminin uyandırdığı izlenime inanan serimleyiciler için ayırabiliriz.”

Elbette, manipülatif bir biçimde yanlış izlenimler uyandırmak – Goffman, zararsız bir biçimde parçalara ayırmadan, uzun erimli bilişi denetimine dek bu dışavurum yönetimi tekniklerini inceliyor- stratejik eylemle asla özdeş değildir. Stratejik eylem de, bir gösterime tanık olduğu zannedilen ve bu gösterimin stratejik karakterini göremeyen bir izleyiciye bağlıdır Stratejik yönlenimli bir kendini sahneleme bile, öznel içtenlik iddiasıyla ortaya koyulan bir anlatım olarak anlaşılabilmelidir. Bu eylem ancak izleyici tarafından artık yalnızca başarı kıstaslarına göre değerlendirildiğinde dramaturjik eylem tanımına girmez. O zaman, katılanların yine de nesnel dünyayı kavramsal açıdan, içinde yalnızca amaçsal-rasyonel olarak eyleyenlerin değil, aynı zamanda anlatımsal sözceleme yeteneğine sahip rakiplerin de görülebildiği ölçüde genişletmiş bulundukları bir etkileşim durumu söz konusu olur.

İletişimsel eylemler ancak ve ancak ayrıca açıklanması gereken “rasyonel” bir biçimde yorumlanabilir. Bu huzur bozucu savı, sosyal bilimlerde anlamı anlama sorunsalı ışığında geliştirmek istiyorum. Bu sorunsala ilkin bilim kuramının perspektifinden; 1) ve sonra anlayıcı sosyolojinin sırayla görüngübilimsel, etnoyöntem bilgisel ve yorumbilgisel okulunun bakışıyla ele almak istiyorum (2). Dilthey’e ve Husserl’e dayanan gelenekte anlama, Heidegger tarafından Sein und Zeit’da (1927) insan varoluşunun temel özelliği olarak ve anlaşma, Gadamer tarafından Wahrheit und Methode’de (1960) tarihsel yaşamın temel özelliği olarak ontolojik bir biçimde karakterize edilmiştir. Bu yaklaşım biçimine kesinlikle dizgesel olarak dayanmak istemiyorum, ama son onyıllarda sosyal bilimsel temeller Üzerine yürütülen yöntembilgisel tartışmanın benzer sonuçlara götürdüğünü göstermek istiyorum:

“Gündelik aktörlerin eylemlerinin tanımlanmasının üretimi, süregelen bir pratik olarak toplumsal hayata eşlik etmez, kesinlikle onun üretiminin ayrılmaz parçasıdır ve ondan ayrılamaz, çünkü diğerlerinin ne yaptığının nitelendirilmesi ya da daha daraltırsak amaçları ve yaptıklarının gerekçeleri, iletişimsel amacın aktarılmasını sağlayacak öznelerarasılığı mümkün kılmaktadır. Bu açıdan, verstehen (anlama) toplumsal dünyaya giriş için, sosyal bilimlere özgü, özel bir yöntem olarak değil, insan toplumunun üyeleri tarafından üretilmiş ye yeniden üretilmiş bir ontolojik durum olarak görülmelidir.

Sosyoloji, nesne alanına anlayıcı bir biçimde erişme yolunu bulmaya çalışmalıdır, çünkü orada nesne alanının onlar sayesinde ve onların içinde bir ölçüde önceden, yani her türlü kuramsal müdahaleden önce kurulduğu anlaşma süreçlerini hazır bulur. Sosyal bilimci simgesel olarak önceden yapılandırılmış nesnelerle karşılaşır; bu nesneler konuşma ve eyleme yetisi olan öznelerin bu nesneleri üretmesini sağlayan kuram öncesi bilginin yapılarını cisimlendirir. Sosyal bilimcinin nesne alanını kurarken karşılaştığı, simgesel olarak önceden yapılandırılmış gerçekliğin iç mantığı, nesne alanında ortaya çıkan konuşma ve eylem yetisi bulunan öznelerin toplumsal yaşam bağlamını onlara uyarak dolaysız ya da dolaylı bir biçimde ortaya koydukları üretme kurallarında gizlidir. Sosyal bilimlerin nesne alanı, “bir yaşama evreninin bileşeni” tanımına giren her şeyi kapsar. Bu deyimin ne anlama geldiği, sezgisel olarak, konuştuğumuz ve eylediğimiz sırada ortaya koyduğumuz simgesel nesnelere işaret ederek açıklanabilir.

Toplumun sosyolojisini, sosyal psikolojik çevresini, davranış ve tutum atmosferini, güdülemelerini bilmeden kelimelerin onda yaratacağı etkileşimi tayin etmek zordur.

Bazen popüler kültür o kadar o toplumun kültürel dinamiklerini baskılar ki, ne kadar kudretli şairler ve söz ustaları da çıkarsanız toplumda bir yansıması görülmeyebilir.

Ama şu açık ki Habermas’ın üç eylem kuramı da (normatif, teleolojik ve dramatik) konjonktürel olarak geçen yazımızda ihtiyaç olarak altını çizdiğimiz egemenden bağımsız etkileşim iklimini oluşturmak için bir alt yapı ödevi görür.

Bu çerçevede normatif olan iletişimsel eylemlerin edebiyat ve siyaset dünyası kendi direnç noktasını yani sanatsal abidesini oluştururken, teleolojik olanla dramatik olan eylemlerin kâh buna ayak bağı kâh geliştirici ve tamir edici rolü mümkündür.

“Emek doğa bilimi, teknoloji ve bürokrasinin alanına karşılık geliyorsa eğer, etkileşim de değer ve normların sahasını meydana getirir.”

Habermas’a göre bu aynı zamanda o toplumun, bireyin, sınıfın, kitlenin varoluş tarzını inşa eder.

Gündelik hayatın iletişimsel pratiği içinde geliştirilecek normlar ya da mevcut değerlerin yeniden tarifi ve paylaşılması gündelik hayat içinde bunların rasyonellik potansiyelini de işler, etkiler ya da geliştirir.

Elbette burada egemenin sarayından algı operasyonları yapılacaktır. Ancak kitlelerin yaratılabilir ve kabul edilebilir yeni rasyonellik potansiyelleri o kadar zengin fırsatlar verir ki, eğer bu fırsatlar normatif, teleolojik ve dramatik eylem kuramları ile örtüştürülür ise egemenden bağımsız olarak etkileşim dünyası yeni normları bile inşa edecek süreci hazırlar.

Zafer Partisi lideri Özdağ’ın rasyonellik potansiyelini harekete geçirecek normatif eylem kuramını üç yıl içinde hangi boyuta eriştirdiğini ve egemenden bağımsız etkileşim dünyası inşa ettiğini görüyoruz.

Bu sürecin edebiyat ve iletişim disiplinlerinin yeni bileşkesini yeni normlarla ördüğünü düşünün bir de…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Avatar
    28 Ocak 2025, 23:16

    serkan öz kolay kolay her insanı sevmez .. bnm yol arkadaşım sizi sevmişse bir sevdanız var demektir o halde biz seni severiz ve görüşleriniz kıymetlidir.

    yazınız güzeldi ve okudum tşk ederim.

  2. Avatar
    29 Ocak 2025, 01:02

    Bugün ve yarınlar için..

    Bir MANIFESTO …..
    TSK EDERIM ..
    Kaleminizden mürekkep eksilmesin

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!