Sancı ile başladı maceramız. Emine Işınsu, 12 Mart’a giden süreçteki Türkiye’nin romanını yazdı. Sancı işte o sancılı dönemin 68 kuşağının ülkücü atmosferinin romanıdır. Onların bir kısmı genç yaşta hayatlarından oldular, bir kısmı şimdilerde siyasete yön veriyorlar. Dursun Önkuzu’nun şehadetinin ayrıntıları, solukları yeni kuşaklara hayat veriyordu.
Emine Abla bizim kuşağın handiyse bütün genç kızlarının idolü idi. O dâvânın hem merkezinde idi hem de erişilemeyecek kadar uzakta, kendi töresinde yaşıyordu.
Töre onun sevdası idi. Nasıl olmasın ki? Annesi Halide Nusret Zorlutuna ile birlikte çıkardığı Ayşe adlı dergiyi Töre’ye dönüştürmüştü. Daha doğrusu dönüşmesine izin vermişti. Sadi Somuncuoğlu, daha sonra Töre ve Devlet yazıhanesi olacak yerde ilk Ülkü Ocakları’nın bir nevi kültür ve sanat birimini İskender Öksüz ile birlikte oluştururken Ayşe dergisinin Töre olmasını tavsiye etmiş, Emine Abla da teşkilatçılığı gereği itiraz etmemişti. Kolay mı anne yadigârını teşkilata devretmek? Bu duyguyu bilirim, kendi ideali ile kitlelerin idealini bütünleştirmek arzusu, dâvâya adanmışlık… Öyle olmasa 1976’da merhum babamın bütün servetiyle matbaa alıp teşkilata bağışlamazdık. Hayatını bu uğurda ortaya koyanlar varsa kanımız, servetimiz, ömrümüz feda olsun ne çıkar?
Ömrünü inandığı dâvâya adadı IşınSu. Su gibi berraktı, su gibi akan bir ömrü oldu. Aktı bizim çağımıza ve geldiği gibi ak, duru, bereketli gitti. Emine Abla Türk edebiyatının Üç Turunçları arasından en genciydi. Samiha Ayverdi, Safiye Erol ve Emine Işınsu… Fikir ve Sanat dünyamızda Töre’ydi o. Tıpkı Çınarlı’nın Hisar’ı gibi…
Annesinin kendisi için yazdığı şiirde ne deniyorsa, kişiliğinin mümeyyiz vasfı olarak onları hep korudu.
Halide Anne, gökten yıldızları ona oyuncak yapmıştı, Emine Hanım da hep o yıldızlarla oynadı. Baharları yoluna sermişti annesi, o da o yolda kâh sevdalı kâh çileyi neş’e yaparak koşturup durdu. Ay ışığının güllere sarılıp başına taç yapıldığını biliyordu nedense?.. Hep hüzünleri bertaraf eden ışıklı bir yüzü vardı. Sesi rüzgâr gibiydi, tatlı ve serin esen bir rüzgâr gibi… Son romanlarında tasavvuf yolculuğu da annesinin ona yazdığı şiirin son mısralarındaki sırdır âdeta:
“Sesin bir rüzgârdır, tatlı ve serin
Gönlümdeki mâbet senin eserin
Rûhuma gülerken güzel gözlerin
Göklerdeki sırra eresim gelir”
Babası Vecihi Paşa, annesi şair Halide Nusret. Vatan müdafaasının her iki veçhesi onun tabiatında buluştu. Bir kurmay zekâsı ile milli kuvvetler cephesi inşa edebiliyor, müdafaa hattını perçinliyordu; bir gergef işler gibi, bir tezhip çizer gibi kelimeleri ince ince diziyordu. Türklüğün ve inancının estetize edilmiş bütüncüllüğü denince onun hayatını örnek versek yanlış olmaz. Sevdiği adam da ülkücü idi, adandığı dâvâ da… Safiye Erol’un tamamlanmamış aşkı onda huzura ermişti. Çile zevk olmuş, dilek adlı saraya varmıştı.
Töre’yi on yılı aşkın süreyle çıkardı. Bizim için lider-teşkilat-doktrin üçlemesinde yepyeni bir açılım olan yüzyıllık organik milliyetçiliğin muhasebe yapma fırsatı bularak evrilmesi orada gerçekleşti. Mesela Erol Güngör’ün o ilk muhasebe, özeleştiri sayılabilecek Gökalp eleştirileri ilk orada yayınlandı.
Töre’nin ikinci faslında bulunduk. Maddî imkânsızlıklardan ötürü çıkmayan dergiyi bir gazoz firması sahibi destekledi ve onun fabrikasında dergi heyeti toplanmaya başladı. Muhtar Tevfikoğlu aksakal olarak o toplantıları idare ediyordu. Bu toplantılar, bendeniz ve Nihat Genç gibi gençlere de seksen sonrasındaki Mamak cehenneminin ardından terapi gibi gelmişti. Son yıllarda da Ömer Faruk Beyceoğlu üstlendi Töre’yi çıkarmayı. Kabakçı Konağında (ki Hamamönü yeni ortamımızdı) Töre Toplantıları tertip etti.
….Üstad dergi çıkarmış, sıkıştığı yerde örtülü ödenekten Menderes bir miktar para aktarmış, laf mı? Aktarsın tabii… Bir mısraın değerini ölçecek devlette kim var ki? Sorulması gereken sual şudur: Niçin Töre hiçbir dönem devlet desteği almadı da bir zamanlar 16 bin olan satışı yüz binleri bulmadı?
Milliyetçilerin içinde bulunduğu hazin tablo, onu evvelkilere götürdü. Bugünden nereye kaçar ki yazar zaten? Mâziye… Şanlı mâzi belki yaralarımızı sarar. Kafes’te işlemiştik Niyazi Mısrî’yi, Emine Abla da Niyazi Mısrî’yi yazdı; boşuna değildi. Hacı Bayram’ı yazdı, Yunus Emre’yi yazdı. Bütün Türk dünyasındaki hayatları romanlarında işlemişti zaten. Ak Topraklar, Azap Toprakları, Çiçekler Büyür, Tutsak gibi romanlarında bir zamanlar esir Türk illeri dediğimiz yitirdiğimiz vatanlardaki soydaşlarımızın dramlarını ele aldı.
Kısa süreli hafıza ile uzun süreli hafıza yoğun iletimde ise işleyen bir zihnin kavramsal inşa melekesi durmaz. Yaşadığımız günlerin kötü uyaranları, hatlar arasında kopukluk meydana getirir masum ve hep iyiliğe çalışan bilinçte. Öyle de oldu.
Ve yirmiyi aşkın roman yazan, Töre gibi mühim bir edebiyat mahfilinin önce ablası sonra anası olan ve fakat her devirde güzel kalmayı bilmiş ve güzel kelimeleri gergef gibi işleyen Emine Işınsu hafızasıyla başını derde soktu. Zaman kötüye gidiyordu ve unutmaktan başka çare kalmamıştı. Son iki yıl güzel kelimelerini yitirmenin hüznünü yaşadı. Yağmur’a “güzel kelimelerimi bulamıyorum” diyordu.
Hacı Bayram’ı boşuna yazmadı ve Hacı Bayram Camii’nin musalla taşından uğurlandı.
Her yeni kitabı gelirdi birer muştu gibi
Emine Abla son eseriyle cennete uçtu gibi…
Bize de bir sitem ve tahassüs kaldı. Son Hacı Bayram buluşmasına şahitlik edemediğimizden…
Ruhu şad, mekânı cennet olsun.