Toprak ve su… Hayatın, bereketin özü… Su hayattır. Toprak suyu saklayan, suyu berekete dönüştüren ana rahmi… Toprak ve su tarımın olmazsa olmaz unsurlarıdır.
Sadece tarımın mı? Neredeyse bütün insanlık tarihi bu iki varlığın özü etrafında cereyan etmedi mi? Toplumlar, ordular, kahramanlar ve dinler toprak kazanımları için tarihin bütün dönemeçlerini, savaşlarını, işgallerini, kültür ve medeniyet inşalarını gerçekleştirmediler mi? Topraktan gelen insan yine bu dünyadan hiçbir şey götüremeden toprağa döneceğini bile bile bir avuç toprak için sınır tanımaz bir kıyıcılığa gark olmadı mı? Balçıktan yaratılan insan toprak ve suyun o müthiş, o ezelî ve ebedî bileşkesinden insanı ve bu varlığın iki özünü barış içinde yaşatmanın formülünü bulacağına her ikisini de kirleterek, kanatarak her şeyi çamur etmedi mi? Üstümüzden hep su geçtiğini, doğunca da ölünce de suya kavuşacağımızı bilemeden ve vücudumuzun %70’ten fazlasının su olduğunu idrak etmeden suya işeyen ve yaratıcısının ‘insan, ne kadar da cüretkârdır, ne kadar da nankördür’ suçlamasını hak eden insana ne demeli? Nerede kaldı onun ‘eşref-i mahlukat’ olarak meleklerden bile üstünlüğü?
İlk işgal, ilk haddini bilmezlik, ilk suikast Kabil ile başladı. Kardeşi Habil’i kıskanan Kabil onun suyunu bulandırdı, onun toprağını işgal etti, onun evdeşine göz koydu, onu öldürdü.
Eski çağların devletleri de şimdiki çağların devletleri de toprak ve su kaynaklarını ele geçirmeyi en büyük hedef olarak seçmişlerdir. Teritoryal savaşlar bugün bile geçerlidir.
Dünya toprak ve su kaynakları bakımından büyük gelecek endişeleri yaşıyor.
İklim değişiklikleri atmosferi ve yeryüzünü tehdit ediyor. Dünyanın ısısının iki derece yükselmesi yakın gelecekte sera etkisiyle ve ozon tabakasının delinmesi biçiminde takdim edilen değişikliklerle kuzey kutbunun erimesine, büyük tsunamilerin, depremlerin oluşmasına, dayanılmaz soğukların ve sıcaklıkların yaşanmasına, kitle ölümlerine, hastalıkların çeşitlenmesine, don ve sel olaylarına yol açacak.
Ülkeler arasında büyük göçler yaşanacak. Belki de Nostradamus’un kehaneti gerçekleşecek.
Büyük felâket kapıda…
Tıpkı eski çağlarda olduğu gibi. Mitolojilerde yaygın bir yer alan su ve toprak felaketleri…
Tufan mitosu.. Toprağın toplumların başına geçmesi… Yerle yeksan olmalar… Yitip giden medeniyetler… Kayzerler, saraylar, tapınaklar….
Oysa insanlığın olmazsa olmaz dört yoldaşı var. Baştan beri öyle… Anasır-ı erbaa… Varlığın dört temel unsuru… Hava… Su… Ateş… Toprak…
Toprak ve su insanoğlunun hayatını idame ettirmesinde en önemli iki dost. Topraktan bereket fışkırır. Tohum saç toprağa bitmezse toprak utansın. Bitmez mi? Her türlü nimetimi topraktan aldım diyen Aşık Veysel için de bütün şairler, daha doğrusu bütün içe bakan insanlar için toprak en sadık dosttur. Altındaki madenler bir yana sırf tarım toplumu için bile medeniyetleri kuran iradenin vazgeçilmez temel şartı o. İnsanoğlu sadece tarımsal gelişimini değil, şehirleşmesini de bu iki temel faktöre dayalı gerçekleştirdi. Şehirler hep ya bereketli toprakların ya da zengin su kaynakların eşiğinde, kenarında, üstünde kuruldu. Nehirler, körfezler, deltalar, yol geçitleri, güvenlik hatları…
Canlının ihtiyacı kadar suyu toprakla buluşturmak bereketin formülü; yokluğu ya da fazlası felâketidir.
Toprak ve suyla ilgisi sadece kavramsal olarak yaşayan ama kurumsal hiçbir bağlantısı bulunmayan, yasalarda ve organizasyonlarda hiçbir sorumluluğu ve yetkisi olmayan bir Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nı vatan toprağının erozyonla yitip gitmesinden, toprakların parçalı ve dağınıklığından, üretimin ve verimin beklenen nispette artmamasından hiç kimse sorumlu tutamaz.
Bir üretim ve verim artışı varsa, elbette bu, tarımsal yayımın eseridir; tarıma hizmet veren kuruluşların çabasıdır. Fakat gerçek anlamda sürdürülebilir bir tarımsal kalkınma için toprak ve su hizmetlerinin mutlaka Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesine alınması ya da tarımsal faaliyetlerle toprak-su hizmetlerinin sağlıklı bir entegrasyona kavuşması gereklidir. Toprak-su teşkilatının kapanması ne kadar büyük bir felâketse; ondan daha da vahimi, hiç olmazsa fonksiyona göre ama tek çatı altında teşkilatlanmanın ruhuna uygun çalışma ve organizasyon beklenirken giderek tarıma hizmet veren teşkilatın bölünmesidir. Hem Bakanlık birkaç bakanlığa ayrıldı, hem de sulama, tarla içi hizmetleri, toprak muhafaza ve bunların tarımsal üretimle ilişkisi koparıldı. Elbette ki DSİ ve Köy Hizmetleri bu alanda önemli hizmetler verdiler. Fakat dünyanın hiç bir tarafında bizdeki gibi bir teşkilatlanma, kendi aslî görevlerini kaptırmış bir Tarım Bakanlığı yoktur. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün mülga olmasından sonra yürüttüğü hizmetlerin her ilde özel idarelere devredilmesi, yerinden yönetimi hızlandırmışsa da bazı havza bazındaki uygulamaların aksadığı ve tarla içi hizmetler bakımından DSİ, Köy Hizmetleri ve Tarım il teşkilatları arasındaki geleneksel kurgunun bozulduğu âşikârdır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın Tarım Reformu çerçevesinde arazi toplulaştırması faaliyetlerine hız vermesi ve tarımsal desteklemeleri daha verimli kullanmak üzere bir havza araştırma projesini hayata geçirmesi 2009’dan beri en önemli atılım olarak gözüküyor.
Şimdi adı Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı olan bakanlık ne yazık ki toprak ve su gibi iki asli sevdasından uzaklaşmış durumda.
Bu, Leyla ile Mecnun’u Fuzuli’den alıp Oral Çalışlar’a vermek gibi bir şey olur.
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı