Dün mektup türü üstüne yazmıştık. Kuşlukta Yazarlar grubumuzun son toplantısında mektuplar üzerinde durmuştuk.
Mektuplar…
Aşk mektupları…
Cepheden mektuplar…
Hapishane mektupları bir de…
Sayın Cumhurbaşkanımız son toplantısında mektup yazmanın gerekliliği üzerinde durmuştu.
Tevafuk ya biz de aynı gün mektup üzerine söyleşmişiz.
Dursun Kuveloğlu’nun okuduğu mektubu paylaşayım istedim bugün.
Hocasına yazmış cepheden…
Öyle Tek Parti dönemi mektuplarından değil.
Acil, bugünden. Bugünün acı gerçeklerini anlatıyor. Tarih de yeni: Şırnak, 23 Aralık 2015
“Kıymetli hocam;
Uzun zamandır size yazamamanın mahcubiyeti içerisinde bu satırları yazıyorum. Uzun bir görevden sonra karakola döndüğümde sizden gelmiş iki mektubun beni beklediğini görünce, size karşı olan mahcubiyetim daha da arttı. Buradaki vaziyeti bildiğinize inandığım için, bana anlayış göstereceğinize eminim.
Bir aydır karakoldan uzakta, dağların/vadilerin arasında dolaşarak, aziz vatanın kutsal topraklarını hainlerden temizlemek için geceyi gündüze katarak mücadele ediyoruz. Geceleri bir kaya parçasının üzerine oturarak, sırt çantamda taşıdığım battaniyeye sıkı sıkı sarılarak sabahın olmasını, karanlıkların yırtılmasını, gözümü kırpmadan bekliyorum. Gün karanlığa galip geldiğinde, taş gibi katılaşmış ekmeğimiz eşliğinde soğuk konserveyi yiyip, gece bıraktığımız noktadan operasyona devam ediyoruz.
Gündüzün bu kadar yakıcı, gecenin bu kadar dondurucu olabileceğini burada öğrendim. Gündüz ile gece arasındaki ısı farkı, zaman zaman 50 dereceye ulaşıyor. Gerçekte insanoğlunun ne kadar dayanıklı olduğunu, tahammül sınırlarının büyüklüğünü de burada öğrendim. Uyumayı severdim. Bir gece uykusuz kalsam, ertesi günü bitkin düşerdim. Burada uykunun tadı kalmadı, göz kapaklarım kapanmayı unuttu.
En fazla canımı ne sıkıyor, biliyor musunuz hocam? Ülkemize ve milletimize açıkça savaş ilan edildiği bir zamanda, silah seslerinden uzakta olanların rahatlığı ve aymazlığı beni delirtiyor. Zaman zaman elimize geçen eski bir gazete parçasını düzeltip okuduğum anlarda büsbütün moralim bozuluyor. Biz canımızı ortaya koyarken; gazetelere yansıyan çılgın partiler, plaj sefaları yahut sınırların aşıldığı söylenen eğlenceler yüzünden kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bu vatan için verdiğimiz savaş ve bu uğurda verdiğimiz şehitler, bir mankenin yahut şarkıcının gündeme gelmek için ortaya attığı akla ziyan beyanı kadar kamuoyunda yankılanmıyor.
Kıymetli hocam, buraya geldiğim günden beridir bir sürü soru beynimde uğuldayıp duruyor. Yıllardır bu coğrafyanın insanları göstere göstere zehirlenirken, nasıl oldu da bu millet ve devlet uyudu? Buradaki insanlar çaresiz! Hep öylelerdi ama şimdi büsbütün bütün yolları tıkanmış haldeler. Acıması, vicdanı ve ahlakı olmayan teröre karşı duracak, seslerini yükseltecek halde değiller. Kaderleri gibiymişçesine teslim olmuşlar, kendilerini fırtınanın önüne bırakmışlar. Devletin görevlisine sığınacak, yaklaşacak, onu kucaklayacak halde değiller. Kendi mezrasında, köyünde, mahallesinde mülteci gibi yaşıyorlar. Dükkânı olan, dükkânını açamıyor. Davarı olan güdemiyor. Tarlası olan, tarlasının yoluna düşemiyor. İnsanlar; akşama erişmenin, sabaha kavuşmanın şansa kaldığı bir açmazı yaşıyor.
Kıymetli Hocam;
Buralara daha önce de gelmiştim. Pazarlamacılık yaparken, birkaç yıl içerisinde, bugün kan ve gözyaşının sarmaladığı toprakların büyük bölümünü görmüştüm. O zamanlar, kendi memleketime gezmeye gitmişçesine keyif almıştım. Çok güzel insanlar tanımış, hasbihal etmiştim. Herkesin sofrası, ocağı, mekânı; “Tanrı misafiri” töresi gereğince oralı olmayan herkese açık idi. Kendi sofralarına koymadıkları yiyecekleri, misafirin önüne koyan insanlar tanıdım. Şimdi insanların hemen hepsi evlerine, evlerinin de en ücra köşelerine sinmiş, hayattan çekilmiş haldeler. Halkı korkutarak kendilerine karşı çıkamaz hale getirmek isteyenler ne hazindir ki amaçlarına ulaşmışlar.
Hocam, en acısı da nedir biliyor musunuz? Burada silahlar neredeyse eşitlenmiş.
Sizinle olan sohbetlerimizde, Balkan Faciasını çokça konuşmuştuk. Buraları kadim vatan toprağı, evet ama hatalar aynı! Çetelerin ve yarattıkları terörün boğulması geciktikçe, bu temiz ve çaresiz insanların, devlete de yarınlarına olan inancı da aşınmış. Balkan Faciası dediğimizde aklımıza ne geliyor? Öldürülen masum siviller mi? Çetecilerin katliamları mı? Doğu ve Güneydoğu’da daha azı mı meydana geldi? Bir de göç konusu var değil mi hocam? Balkanlardaki faciadan sonra bir milyon kadar insan göç etti değil mi? Evlerini ocaklarını bırakarak, hayata tutunabilecekleri Anadolu’ya göç ettiler. Peki, Doğu ve Güneydoğu illerinden, terör yüzünden orta ve batı Anadolu’ya göç edenlerin sayısı daha mı az sanıyorsunuz?
Adım adım düşmanın emellerine nasıl hizmet etmişiz, aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyorum. Terörün elebaşılarının büyük bölümünün Şırnak ve Cizre Lisesi’nden mezun olduğunu söylesem; acaba batıdaki yahut orta Anadolu’daki illerde bozguncu, bölücü, Marksist diye bilinen memurları ve öğretmenleri, ceza olsun diye buralara tayin ettiklerini ve onlara çok daha rahat propaganda faaliyeti yapacak alan sunduklarını kimler hatırlar?
Kıymetli Hocam;
Çok dertliyim ve umarım beni bağışlarsınız, anlarsınız.
Gündüzleri 50 dereceye yaklaşan sıcakta tenim ve bedenim yanıyor ama yaşananları gördükçe asıl yüreğim kavruluyor. Etnik ırkçılık kaynaklı bir yangın, akrabayı akrabaya, kardeşi kardeşe düşman etmeye yetmiş. Gördüğüm kadarıyla, yaşı ellinin üzerinde olan sağduyu sahibi yüz binlerin de yüreği yanıyor. Fakat, dünyaya geldiği günden beridir silah ve bomba sesleriyle büyüyenlerin, bu kaos ortamında sağduyu sahibi olması beklenmemeli… Vurulanın hakkının olmadığı, vuranların ise nerdeyse kahraman gibi görüldüğü bir iklimde, kimin ne adına ve nereye kadar yürüyeceğini kestirmek gerçekten zor! Silah seslerinin ortasında demokrasi, ekmek, özgürlük, huzur diye bağıranların, silaha daha fazla meşruiyet kazandıran bir etki doğurması karşısında, silahın ortadan kaldırılması, silahlının kendi kanında boğulmasından öte bir çözüm ve çare göremiyorum. Bu coğrafyanın yazgısı ve algısı, bunun ötesinde bir çözümü imkânsız kılıyor. Büyüklerimizin muhatabı terörist ve destekçisi değil, halkın kendisi olmalı diye düşünüyorum. Bunun gerçekleşebilmesi için de terörün kökünün kazınması, kaynaklarının kurutulması lazım diye akıl yürütüyorum.
Hep yabancı ellerden, yabancıların faaliyetlerinden dem vurulur ya hocam. Aklıma üşüşmesine ve yapışmasına mani olamadığım bir başka soru da şu: Bin yıllık kardeşliğimiz, üç beş casus ve fitne kaynağı tarafından parçalanacak kadar nasıl zayıf olabilir?
Sizinle saatler boyu yaptığımız sohbetlerimizde aklımda kalan önemli bir bilgiyi hatırlıyorum: Öncede Anadolu illerinde halk ozanlarımız vardı. Sivas’ta, Erzurum’da, Kayseri’de, Konya’da, Adana’da, Diyarbakır’da, Gaziantep’te yahut Mardin’de; herhangi bir ilimizde meydana gelen acı olayları şiire döker, sazıyla canlandırır ve yüreklere nakşederdi. Bunların plakları yapılır, plakları alan insanlar, hiç tanımadıkları insanların acısını hisseder, paylaşır ve acının sahibi kadar yanardı. Çünkü hepimiz kardeştik, hepimizin acısı ortaktı. Anadolu’nun herhangi bir yerinde birinin yüreği yandığında, onu tanımasa da yüzlerce kilometre uzakta yaşayan duyduğunda ciğeri dağlanırdı. Şimdi yaşadığımız bu akıl tutulması ve vicdanların sağırlaşması ne oldu da dört bir tarafı sardı?. Kıymetli hocam, bu soruların cevapları sizde var mı? Yürekleri dolduran zehrin panzehiri kimdedir? Ortaokul lise çağındaki çocuklar, asker ve polisi gördüğünde düşmanca bakıyorsa ve daha düne kadar etle tırnak halindeysek, bunun sorumluları ifşa edilip cezalandırıldı mı? İhanet eden sadece eline silah alıp dağa çıkana mı aittir? Yoksa onun eline silah almasının şartlarını hazırlayan, meşrulaştıran ve onu cesaretlendirenler midir gerçek hain? Dedesi ay yıldızlı bayrağı Mushaf kadar mukaddes görürken, torununun onu bez parçası gibi görmeye başlamasının suçu kimdedir? Kafanızı çok şişirdim hocam, hakkınızı helal edin. Lâkin, son bir soru daha sormadan edemeyeceğim: Vahametin farkına varmak için, yaşananların demokrasi ve özgürlük mücadelesi olmadığını idrak edebilmek için her gün üç beş şehit yetmedi; üç bin, beş bin olursa yeter mi uyanmaya hocam?
Baki selam, saygı ve hürmetle…
(Şırnak sınırları içerisinde ismini veremeyeceğim bir dağın eteğinde kurulu karakoldan yazan öğrenciniz. S.D.K)