Türkiye’ye Saddam’a uzattıkları havuç gibi olmayacak hayaller sunuluyor. Türkiye’nin yapması gereken ise elbette ki bölgede komşuları ile barış içinde bir arada yaşama sanatını geliştirmesidir. Bunun için de evvelemirde devletin ve ekranların TV yorumcularından arındırılmasıdır. Çünkü onlar Trump güzellemeleri arasına Gazze’nin Filistinlilerden arındırılması adına Filistinli kardeşlerimiz için İstanbul’da ya da İzmir’de bir Gazze mahallesi yapma teklifini bile mübarek bir faaliyet ve kutlu bir görev olarak katabilirler.
IRAK’TAN SONRA SURİYE VE ARKASINDAN TÜRKİYE
“Yok canım nereden çıktı bu?” diye sorabilen çıkar elbet. Hani ABD’de neokonlar ile demokratlar arasında tercih yaparak Türkiye’ye strateji tayin etmeye çalışan sözde yorumcular var ya; onların etkisinde kalan ve ABD’nin Türkiye’den vazgeçemeyeceğini büyük bir ilmi gerçekmiş gibi ortaya koyanlar…
Emperyalizm 19. Ve 20. Asırdan daha şedit, daha iki yüzlü, daha zâlim metodlarla dünyamızı zindana çeviriyor.
Mankurtlaştırdığı aydınlarıyla hemen her ülkede yıkıcılığını artırıyor.
Bir zamanlar aynı dünya görüşünü paylaştığımızı sandığımız arkadaşlarımızı bile Büyük Ortadoğu Projesini savunmaya kadar götüren bir süreç bu.
Düşünebiliyor musunuz; Büyük Ortadoğu Projesi çıktığı günden itibaren eleştirilerimize uğrarken yanımızda yöremizde bizimle beraber sanki aynı görüşteymişiz gibi yapıp edenler bugünlerde yani Suriye’nin fethi(!)nden itibaren açıkça BOP’a bile laf söyletmemeye başladılar. Demek ki kucaklarında oturdukları emperyalizmin siparişlerinden haberdarlar.
Tıpkı bölücü terör örgütü PKK sevicileri gibi…
Aslında Fetö terör örgütüne yani bir zamanlar cemaat yahut muhterem hoca efendi hazretleri dedikleri yapıya muhabbet beslemelerinin ardında yatan saik de aynı olmalı.
Takke düştü kel göründü ve PKK ile FETÖ emrinde oldukları CIA tarafından nasıl kullanıldılarsa Türkiye’nin başına bela olan bugünkü Apo’ya özgürlük ve anayasa değiştirme hezeyanları etrafında birleşenlerin de büyük patronun BOP projesi iflasa sürüklenirken ona can simidi olmalarının ardında yatan aynı kullanılma ve iktidar nimetlerini paylaşma derekesidir.
Maalesef milliyetçiliğin ve muhafazakârlığın gelebileceği noktaların önceden işaretlenmiş güdüleme mekanizması olduğunu artık herkes kavramış durumda.
Bugünlerde Trump güzellemesi yapanların düştüğü bir telaş var. TV yorumcuları, askeri stratejistler ve iktidarı ve muhalefeti küresel aklın tayini ile paylaşanlar Trump’a pek güveniyorlardı. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik ve Yeni Osmanlılık projesinin o olmadan da hayat bulması yandaş medyayı pek sevindirmiş ve o kadar dış borca rağmen Türkiye’nin artık bir süper güç olduğu kanaatini Gobels’te bile olmayan gururla kamuoyunun da paylaşması için yırtınıyorlardı.
Oysa o Trump birinci başkanlığı evresinde Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmemiş miydi?
O Trump, su bakımından zengin Golan Tepeleri’ni tek cümlesiyle İsrail’e hediye etmemiş miydi? Bu iki oldu-bittiyi Trump bir sözüyle gerçekleştirdi. Oysa her ikisi de bir savaş sebebiydi.
Hani İslam âleminde bir tek itirazın yükseldiği görüldü mü?
İslamcı bir iktidar işbaşında diye Cuma namazı sonrası bile tek bir eylem olmadı.
Yarın bu Trump’ın bir cümlesiyle ikinci İsrail devletini yani Kürdistan’ı içerden de bazı şehirlerimizi kapsayacak biçimde ilan etmesi durumunda bu Trump güzellemesi yapanlar acaba ne yorumlarda bulunacaklar?
İşte şimdiden sinyaller görüldü.
Gazze Filistinlilerden arındırılacak ve Filistinliler bir ülkeye taşınacaklar.
6 Şubat’ta inşaat sektöründe ne kadar ileri olduğumuzu gösteren törenleri yaptığımız sırada Mısır devleti Filistinlilerin Gazze’den kovulması projesine karşı çıktı. Çünkü Trump, Filistinlilerin Ürdün ve Mısır gibi ülkelere taşınacaklarından dem vurmuştu. Fakat Trump, kendi üslubunca Türkiye’nin sanki çantada keklik gibi bu projeye destek olacakmış imasında da bulunmadı değil.
Evet nerede şimdi Filistin davası güdenler?
Evet, Filistin Filistinlilerindir. Pekiyi İsrail’e karşı imiş gibi duranların gerçekte İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiği ortada değil mi?
Filistinlileri ya da BOP gereği tarumar edilen ülkelerin göç eden insanlarını kabul etmek bir anlamda İsrail’in amaçlarına hizmet etmiyor mu?
Belli ki Ottowa Sözleşmesini ve Geri Kabul Anlaşmasını imzalayan bir ülke, İsrail ve Avrupa rahat uyusun diye ülkesini göçmen kampı yapmanın ötesinde ABD Başkanının hot hot ortaya koyduğu İsrail’in işgal ettiği yerleri ne pahasına olursa olsun İsrail’e bırakmak fikrine de baştan beri BOP gereği göz yummuyor mu?
Evet, şu açıktır ki, Avrupa ve ABD için İsrrail’in güvenliği kendi güvenliklerinden bile önce gelmektedir.
Evet, İsrail’in Arz-ı Mev’ud diye bir hülyası vardır. Evet dünyanın en su kıtı yaşayan ülkesi pahalı su yatırımları nedeniyle suya erişmek istemektedir. Fırat’a erişmek için ne engel var? Suriye’nin güneyi İsrail’in, Davut Koridoru denen koridorun ortasında zaten Amerikan güçleri duruyor. Üstte de PKK ve YPG’nin hâkimiyeti var. Şu anda gerek Irak gerekse Suriye’de bir Kürdistan hedefleyen İngiliz-Yahudi aklı bunun doğrudan İsrail’in emrinde tayin edilmiş bir ülke olacağını müttefiklerine bildiriyor, bizim de kabullenmemiz gerektiğini izhar ediyor.
Yıllar evvel yazdığım bir yazıya Irak’ın Yeni Saddam’ı başlığını atmıştım. Olacakların ve olmuşların bir kısmı orada zikredilmişti, tıpkı Ortadoğu Su Barışı’nda(ilk baskısı 1997) eğer biz ön alamazsak emperyalizm yeni veçhesiyle Irak ve Suriye üzerinde daha sonra da Türkiye üzerinde birtakım senaryoları hayata geçirecek ikazında bulunduğumuz gibi:
IRAK’IN YENİ SADDAM’I
“ABD’nin Irak’a müdahale sırasında Türkiye’deki bilinç ve en kafalı diplomatlarla, televole stratejistleri genellikle bir kısır döngü içinde Türkiye’nin “ne” yapması gerektiği üzerinde spekülasyonlara giriştiler. Oysa “ne” sorusundan daha ziyade “nasıl” sorusu çok daha önemliydi. İnsanımız ve yönetimler(zira Türkiye’de yönetim birkaç başlıdır) hep “ne” sorusu etrafında neyin doğru neyin yanlış olduğu üzerinde çaresiz tartıştılar. Tezkereye evet kararı doğrudur; ama yanlış uygulanırsa yanlış olur. Tezkereye hayır kararı doğrudur ama yanlış uygulanırsa yanlış olur diye kimsenin aklına gelmedi. Türkiye bölgeden bilinçli bir şekilde uzak tutuldu. Tıpkı daha önce su meselesinde de Türkiye’nin “Üç Aşamalı Plan”ının ve bir su barışının devreye sokulmasının önlendiği gibi.
Kısaca şunu demek istiyorum: salt askeri strateji, sadece hidro-politik, sadece gümrük mevzuatı, sadece etni-site, sadece terör ve asayiş politikalarıyla bir yere varılamaz. Bütün bunlar birbirleriyle ilintilidir ve birbirlerine karşı kurgulanabileceği de dikkate alınmalıdır.
Artık ABD ve İngiliz-Yahudi medeniyeti veya diktatoryası Irak’a yerleşmiş gözüküyor. Şüphesiz Ortadoğu binbir bilinmezliği ve şaşırtıcılığı ile yeni sorunlar çıkaracaktır. Ancak önümüzdeki zaman diliminde artık Arap tezlerinin arkasına saklanan bir “talep” yerine doğrudan ABD talepleri ve bir kısım sıkıştırmalarıyla karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır. ABD ve ittifak elbette ki artık Irak halkının ve bölgedeki yeni genişlemenin menfaatlerine uygun yeni yatırımlar ortaya atacaklar. Bu konuda eskisinden daha baskın biçimde su talepleri ve sıkıştırmalarla karşılaşmamız mukadderdir. Önceleri Suriye’nin Yarmuk sularını İsrail’e bırakması, Türkiye’nin de Fırat sularını Suriye’nin taleplerine göre serbest bırakması şeklindeki tezlerin yerini doğrudan Fırat ve Dicle üzerinde yeni strateji alacaktır. Bunda Türkiye’nin Güneydoğusu da, demografik yapısı da, AB sıkıştırmasıyla atbaşı irdelenecektir. Öte yandan ABD’nin NAFTA’yı kurarak Kuzey Amerika birliği çerçevesinde Rio Grande sularını Meksika’nın taleplerini emecek şekilde yeni doktrinle biçimlemesi, Türkiye’nin problemli sular bölgesi olarak birinci sıraya oturan Fırat ve Dicle suları etrafındaki tezlerini yeniden biçilmesi gerektiğini işaret ediyor. Uluslar arası Sular meselesinde üç temel doktrin vardı. Bunlardan birincisi Mutlak egemenlik-hâkimiyet doktrini idi. ABD bu doktrin çerçevesinde Rio-Grande suları üzerinde istediği tasarrufu yapıyordu. Biz de bu doktrin çerçevesinde sularımız üzerindeki en tabii haklarımızı dillendiriyorduk. İkinci doktrin Mutlak toprak bütünlüğü doktrinidir, ki havza bütünlüğü içinde suların değerlendirilmesi gereğini işaret eder. Üçüncüsü de sınırlı toprak egemenliği doktrinidir. Buna bağlı olarak en son geliştirilen de suların hakça ve âkil kullanımı prensibidir. Buna paralel olarak uluslararası su ve çevre toplantılarında artık suyun kıt kaynak olduğu, nerede bir su yatırımı varsa desteklenmesi gerektiği, suyun ekonomik bir değer ifade ettiği, kullanan öder, kirleten karşılar prensipleri va’z edilmiştir. Şimdi Türkiye’nin üç aşamalı plan çerçevesinde ileri sürdüğü tezler irdelendiğinde görülecektir ki, suların hakça ve âkil kullanımı bakımından da Türkiye’nin avantajları vardır.
Gerçekten de Ortadoğu su bakımından kıt kaynaklara sahiptir ve Ortadoğu ülkeleri su fakiri ülkelerin başında gelmektedir. Ancak Türkiye de su fakiri bir ülkedir. Su zengini ülkeler arasında sayılabilmek için kişi başına yılda on bin metreküp su tüketimine sahip olmak gerekmektedir. Bazı Avrupa ülkeleri, Kanada ve ABD bu ülkeler arasındadır. Türkiye’de fert başına su tüketimi ile Irak ve Suriye arasında çok fark yoktur. Türkiye’de fert başına kullanım 2000 metrekübü bulmamaktadır.
Nerede bir su yatırımı varsa desteklenmelidir prensibine Türkiye açısından uyulmamıştır. Türkiye GAP’ı ve Atatürk barajını yaparken uluslararası kuruluşlar, bırakın desteklemeyi çeşitli engeller çıkarmışlardır. Su mademki hakça ve âkil kullanılacaktır; öncelikle Türkiye’nin sahip olduğu birinci sınıf tarım arazilerinin sulanması ve sonra Suriye ve Irak’ın üçüncü sınıf arazilerinin sulanması gerekmektedir. Türkiye’de bir hektar alanın sulamaya açılması için yaklaşık 10 bin dolar masraf gerektiği halde, Suriye’de aynı alan için sulama yatırımı 30 bin dolardan fazlaya mal olmaktadır. Hali hazırda Türkiye’de sulanabilir arazilerin ancak üçte biri sulanabilmektedir. GAP henüz bölgesel bir projedir ve onu ülkesel proje haline getirebilmek için GAP’ın Orta Anadolu projeleriyle, Doğu Anadolu projeleriyle entegre edilmesi zarureti vardır. İlerde sularımız üzerinde bugünkü kadar serbestinin olup olmayacağı kuşkuludur. Türkiye’nin doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi entegre edilmeli ve birbirine vazgeçilmez bir şekilde bağlanmalıdır. Su transferi meselesi, havzaların birbirleriyle bağlantısının kurulması meselesi, 28 havzanın topyekün bir çevre bilinciyle bir ülkesel proje halinde ele alınması ivedi olarak devreye sokulmalıdır. Suların yıkıcı ve israf edici bir şekilde denizlere akıp gitmesi önlenmelidir. Sürdürülebilir bir ziraat ve sürdürülebilir bir kalkınma anlayışı içerisinde daha kaynağından ve beslendiği havzalardan itibaren suyun dizginlenmesi ve sadece barajlar yaparak değil, etkin bir havza ıslahı ile verimli kullanılması sağlanmalıdır.
Tarımsal sulamanın tamamlanması ve modernize edilmesi sulama yöntemlerinden başlayarak en temel bozuklukların giderilmesi gerekmektedir. Türkiye’de sulamanın % 95’i hala yüzeysel sulama yöntemiyle yapılmaktadır. Borularla ve damlama sulamanın pahalı yatırım olduğu malumdur ama bu bölgesel işbirliği çerçevesinde suyun kıt kaynak ve ekonomik değeri olduğu evrensel ilkesiyle bir bölgesel kalkınma programına sokulması mümkündür. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, bir dekar şeker pancarı için yüzey sulamayla yılda yüz ton su harcandığı halde, yağmurlama sulamayla bu üçte bire düşmekte, damlama sulamayla 7 tona kadar düşmektedir. Hele bilgisayar destekli damlama sulamayla ise sadece bir tona kifayet etmektedir. bu da gerek Türkiye, gerekse bölge için muhteşem fırsatlar yaratmaktadır. O halde bütün bölge ülkeleri petro-dolarlarını damlama sulama tesislerinin yatırımına harcayabilirler ve böylece bölgede bir su barışı tesis edilebilir. Ayrıca ortak gümrük birliği ve ikame teorisine göre bu barış bölgesi enerjiden, sanayiye, şehirleşmeden, tarımsal kalkınmaya bir işbirliğine gidebilir. Bölge ülkeleri geçen yirmi yıllar içinde bunu gerçekleştirmeyi akıl edemediler. Mustafa Kemal’in bölgesel işbirliğini öngören tezi ne yazık ki Atatürkçü geçinen batıcı zangoçlar tarafından algılanmadı. Bağdat ve Sadabat Paktı, Balkan Paktı bize bunun için olağanüstü fırsatlar veriyordu. Sürekli savaşan iki ülke Almanya ve Fransa şimdi hem AB’nin ana mihverini oluşturuyorlar, hem de bu birliğin de ötesinde stratejik işbirliği hatta bütüncül bir yapı kuruyorlar. Biz asırlar idaresini üstlendiğimiz kendi tabii coğrafyamızda böylesi bir işbirliğinin ve bölgesel projenin icabettirdiği aklı ortaya koyamıyoruz. Su savaşları lakırdısı ortaya çıkmadan Türkiye, bir Su Barışı hazırlayabilirdi. Ama böylesi büyük projeleri küçük detaylar olarak algılayıp sözde büyük projeler diye uyduruk üç kağıt ekonomisini, uyduruk Gümrük birliğini, uyduruk ABD eksenli politikaları ve güvenliğini Nato’ya havale eden kolaycı iç politik çekişmeler ve basit düzenlemelerle vaktini boşa harcadı.
Şimdi de yine global varsayımları, bazı evrensel ilkeleri ve teknik dil kullanarak bazı bölgesel işbirliği formüllerini masaya yatırmadan yürürlüğe koyabilir. Bölgedeki yeni şekillenme aleyhimize gelişme potansiyeli taşısa da bu münbit coğrafya ve geleneksel medeniyet damarlarımız bize yeni oyunlar, yeni sahneler hazırlayabilir.
ABD’nin işgale rağmen Irak’ta yeni yönetimi öyle kolay tesis edilecek gibi değildir. Bölünme ve büyüme senaryoları eşzamanlı tartışılmaktadır. Güneyde Şiiler, kuzeyde Kürtler, elbette ki aslî unsur Araplar tatmin edilmesi lazım. Bir Filistin devleti göstermelik de olsa Ortadoğu’da gazı alabilmek, Arap âlemindeki tepkiyi azaltabilmek için kurulması lazım. Filistin için Ürdün, Lübnan ve İsrail topraklarından bir kısmı düşünülebilir; ancak ABD’nin halen bu konuda bile İsrail’i tatmin edici bir formül bulmadığı açık. Uzun vadede İsrail ile ABD’nin derinden derine yeni tartışmalara yol açacak hedef zıtlaşması arzettikleri belli. Fakat global statüko bu tartışmayı sürekli ertelemekte ve sürekli geri dönülmez yanlışlara kapılınmaktadır. Saddam ya da diğer bölge iktidarları, zaten yanlıştılar. ABD’nin yeni korkuları ve tehdit algılaması da yanlış bir yanlışlar didişmesi içinde dünya önümüzdeki dönemi daha büyük acılarla geçireceğe benziyor. Burada mühim olan Türkiye’nin fazla yara almadan, bölünmeden, kendini bütün bu karışıklıktan muhafaza edebilmesidir. ABD’ye tam teslim politikaları tıpkı Saddam gibi bir sonucu kaçınılmaz kılar. Ama ABD’ye karşı olmanın da yerine onun kamuoyunu etkileyecek, onun kendi derin devletinden ve korkularından âri evrensel vicdanını harekete geçirecek global, bölgesel ve milli politikalar üretebilmeliyiz. Hemen aklıma gelen, bu kriz döneminde de kapımızı çalan talepleri bizatihi bizim maniple etmemiz. ABD karşısında sonradan karşımıza çıkacak talepler yerine, krizi bizim didikleyip yarınki projeleri deşifre etmemizin vaktidir. Şu an ABD’nin yapabilecekleri bellidir. İlerde hazırlayacağı senaryolara karşı sahneyi doldurup kendi oyunumuzu sahneye koyabilir ve dünya kamuoyunu da etkileyebiliriz. Türkiye hemen bölgenin imarına soyunabilir. Türkiye ABD talep etmeden Üç aşamalı Plan’ın icaplarını, envanterini ve yatırım programını devreye sokabilir. Yarınki Irak yönetimi ve arkasındaki hesapları açık edebilir ve kendine ram edebilir. Tabii ki bunların uluorta konuşulması da doğru değildir. Türkiye’nin bu coğrafyada bu yüzyılda doğmadığı, kartondan bir devlet olmadığı açıktır.
Su artık ekonomik bir değerdir ve kıt bir kaynaktır. Dünya yüzündeki suların ancak yüzde bir buçuğu tatlı içilebilir su kaynağıdır. Fransa’da artık tarımsal sulama bile sayaçlarla tıpkı elektrikte olduğu gibi ekonomik girdiler arasındadır. Türkiye gerek içerde ve gerekse dışarıda suyun ekonomik bir değer olduğu genel prensibine paralel olarak sularını bir sayaca bağlamalıdır. Bir önceki soruda değindiğim gibi bölgede büyüme ve parçalanma atbaşı ele alınmaktadır. Ancak halihazırda Ürdün ve Kuveyt’in de katılarak bu kadar problemli bir Irak’ta yeni problemlere kapı aralanmasını mümkün görmüyorum. Bununla birlikte ABD himayesinde bir Irak elbette ki Türkiye’yi başta su meselesi olmak üzere sıkıntıya sokacaktır. Ancak suyun ekonomik bir değer olarak piyasa sunulmasında Türkiye bazı “teknik”leri kullanabilirse –ki Manavgat projesi de o kapsamda olabilir, ama öncelikle Kuzey Kıbrıs’ın su ihtiyacı için planlanmalıdır.- yeni avantajlar elde etmesi mümkündür.
Gerçekte suyun dizginlenmesi her mevsimde mansıp ülkelerinin daha dingin bir su akışına kavuşmasını sağlamaktadır. Önceleri kimi aylar periyodunda sellere neden olan, kimi aylar periyodunda ise 100 metreküp saniyelik debiye düşen Fırat suları artık düzenli olarak her mevsim 50 metreküp saniyenin üzerinde bir akış debisine kavuşmuştur. Gerçekte bu sınıraşan sularımızın (bazı yazarlar bunlara uluslar arası su nitelemesi yapmaktadırlar) taşıdığı verimli topraklar sınırlarımızdan geçip gidiyordu. Söylenmeyen bir konu da bu hümuslu topraklardan olmalarıdır. Ancak bunların barajlarımızı da doldurduğu unutulmamalıdır. O yüzden bazı santral barajlardan önce ve sonra yapılan sekonder su depolama sistemleri elzemdir. Türkiye henüz bütün bu sistemi layıkıyle gerçekleştirememiştir. Enerji meselesinde ise , yanlış doğal gaz anlaşmaları yüzünden Türkiye hidro-elektrik enerji imkanlarını doğru dürüst kullanamamaktadır. Hatta bilerek ve isteyerek hidro elektrik santrallerimizin devre dışı bırakıldığı bürokrasinin üzerinde bir yaftadır. Türkiye’nin enerji koridoru potansiyeli bu röportajın sınırlarını zorlayacaktır. Türkiye doğal gazın dışında bütün enerji potansiyellerini harekete geçirmelidir. Bu anlamda nükleer enerjiden hidroelektrik enerjiye, rüzgâr enerjisine kadar değerlendirilmesi gereken daha çok potansiyelimiz vardır. Fırat ve Dicle havzalarımız başta olmak üzere havza ıslahı projeleri devreye sokulmalı, havzalar evvelemirde entegre edilmelidir. Tabii ki sadece su yatırımları ile yetinmemelidir. Tarım sanayi entegrasyonundan, agro-endüstri merkezlerinin kurulmasına, bölgesel kalkınma projelerinin tek tek ve bir ülkesel plan içinde yeniden ele alınmasına zaruret vardır. Bu anlamda GAP’ın devreye girmesiyle alternatif ürün ve sınai tipi ürün plantasyonlarıyla genetik çeşitliliği gözeten organik tarım projelerine ağırlık verilmelidir. Verimliliği artırmak, suyu etkin ve doğru kullanmak yanında pazarlama kabiliyetlerini de geliştirmek önemlidir. Yoksa kanallardan suların akması tek başına bir şey değildir. Tarımda kullanılan su oranının yüzde yetmişbeşlerden aşyağı çekilmesi, içme-kullanma ve sanayi tüketimini artırmak gerekmektedir. Öte yandan verimlilik, örgütlenme ve pazarlama imkanlarının birlikte geliştirilmesi gerekmektedir. Türk tarımı sadece IMF reçeteleri istikametinde tarımsal desteklemesini sadece doğrudan gelir desteğine bırakamaz. Bu tarım arazilerinin giderek daha fazla parçalanmasına ve küçülmesine yol açacak bir tehlike içermektedir. GAP’ta bir agro-endüstri merkezi acilen kurulmalıdır.
Ancak bu agro-endüstri merkezi, tarım ve sanayinin entegrasyonu meselesi ne kadar doğru bir proje olsa da yanlış uygulandığında GAP bölgesine ipotek koyma anlamına da gelebilecektir. GAP Türkiye’nin sadece 55 milyar dolar harcayarak yaptığı barajlardan ibaret bir proje değildir. Türkiye yıllardır başka şeylere yapabileceğinden kısıp bölgeye yatırmıştır. Ayrıca bölgedeki terör ve başka nedenlerle de savunma ve güvenlik bütçesini şişirmiştir. Fırat sadece Atatürk barajından sonraki topraklar için değil, doğduğu Erzurum ve Erzincan’dan başlayarak bütün havza için vazgeçilmez hakları gündeme getirmektedir. Yani dizginlenemeyen Fırat, Karasu ve Murat’ın tahrip ettiği coğrafya ve köylülerinin de hakları vardır. Dolayısıyla GAP yüzlerce milyar dolarlık bir ceremesi olan projedir ve bunun 500 milyon dolar ABD kredisiyle gelecekte ikmal edilecek 500 milyar dolarlık projeksiyona bakılmaksızın peşkeş çekilmesi doğru değildir. Eğer ortak akıl kullanılacaksa ve agro-endüstri merkezi doğru planlanacaksa bunun AB’deki gibi üç aşamadan geçmesi beklenirdi. Tarımın organizasyonu, sanayinin organizasyonu ve tarımla sanayinin birlikte pazarın organizasyonu. AB’de bununla ilgili binlerce mevzuat vardır. Oysa Üzeyir Garih’in geçen dönem bölgede kuracağı agro-endüstrisi projesi doğru fikrin yanlış uygulanmasından başka bir şey değildir. Bu üç aşama deruhte edilmemiş ve bir Amerikan kredisiyle GAP’ın 500 milyar dolarlık geleceğine ipotek konmak istenmiştir. Üstelik de bu proje için yapılan sunumda dağıtılan küçük broşürde bir başlık da dikkat çekiciydi. Water Management of Arap and Esrael Waters. Yani Arap ve İsrail sularının Su Yönetimi. Sayın Garih’e sorduğumuzda “tarımsal sulamanın yanlış yapıldığı ve bu sulamanın yönetimi kastedildiği savunması yapılmıştı. Oysa sulama “irrigation” idi ve Management doğrudan sınıraşan sularımızla yani Fırat ve Dicle’mizle alakalı bir yönetim-su yönetimi planı idi. Bu konuda Su Barışı ve Toprak Su Muhafaza Yönetim Strateji ve Eylem Planı (yanda kapakları sunulmaktadır) kitaplarımızın varlığından haberdar olan sayın Garih, konuyu değiştirerek, ifadenin yanlışlıkla oraya girdiğini ileri sürmüştür. Kısaca, Ermenistan, Kuzey Irak’ta Kürdistan(bazı Kürtlerin Yahudi kökenli olduğuna dair son zamanlardaki kimi sözde araştırmaların da burada hatırlanmasında fayda vardır) yeniden yapılanan Irak ve İsrail merkezli İngiliz-Yahudi misyonu kendine has kırmızı- yeşil, mavi ya da pembe hatlar icad ededursun Türkiye kırmızı hatlarını sürekli yutmaktadır. Bu plan sadece demografik bir düzenleme, bir tarımsal proje, bir askeri strateji, bir terör veya asayiş sorunu değil entegre bir plandır. O halde bu entegre plana karşı topyekün bir müdafaa gerekmektedir. Bu da tarım sanayi entegrasyonundan, doğru su projelerinden, bölgesel planların ülkesel entegrasyonundan, pazarın organizasyonundan, örgütlenmeden, askeri konseptlerin sivil konseptlerle mütemmim kılınmasından geçer. “Hattı müdafaa yoktur sath-ı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır.” Vatan kavramını yeniden icap ettirdiği yeni teknik ve yaklaşımlarla teçyiz ettirilmesinde fayda vardır.”
Yazıdan da anlaşılacağı üzere su savaşlarının farklı yöntemler ve yeni aparatlarla hayata sokulması kaçınılmaz gözüküyor. Terör örgütleri HTŞ dahil bölgede siyasetin bir aparatı olarak kullanılıyor. Uzun vadede Fırat ve Dicle sularına erişmek ve Türkiye’nin diğer su kaynaklarına, havzalarına egemen olmak için değişik senaryolarla aleyhimize bir plan uygulanıyor.
O yüzden Türkiye’ye Saddam’a uzattıkları havuç gibi olmayacak hayaller sunuluyor. Türkiye’nin yapması gereken ise elbette ki bölgede komşuları ile barış içinde bir arada yaşama sanatını geliştirmesidir.
Bunun için de evvelemirde devletin ve ekranların TV yorumcularından arındırılmasıdır. Çünkü onlar Trump güzellemeleri arasına Gazze’nin Filistinlilerden arındırılması adına Filistinli kardeşlerimiz için İstanbul’da ya da İzmir’de bir Gazze mahallesi yapma teklifini bile mübarek bir faaliyet ve kutlu bir görev olarak katabilirler.