Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Nihat Genç’in Edebiyat Dünyasında Mekânlar 1: Cınıvız’ın Dağları

featured

Nihat Genç’in edebi dünyasında mekanlar, özellikle dağlar ve ormanlar, onun kimliğinin ve sanatının ayrılmaz bir parçasıdır. Elias Canetti’nin “Kitle ve İktidar” kitabından da etkilenen Genç, doğayı sadece bir arka plan olarak değil, aynı zamanda direnişin, onurun ve hakikatin sembolü olarak ele alır. Özellikle Hüseyingazi Tepesi gibi yerler, onun için Anadolu’nun ruhunu ve geçmişle olan bağını temsil eder. Genç’in eserlerinde mekanlar, onun kavgacı üslubuyla iç içe geçmiş, düşüncelerine ve duruşuna efsunlu bir derinlik katmıştır.

Bazı insanlar ağaç gibi ayakta ölür. Ya da dağ gibi dimdik, sıralı, yüksek, yukarıdan bakan, kendine mahsus edası ve sözüyle, esintisiyle, nefesiyle, soğukluğu ya da gölgelemesiyle…

Nihat da ayakta öldü.

Dağ gibi, ağaç gibi…

Dağların tepesindeki ormanın ortasından yükselen ama ne hikmetse arada yükselen bir kayanın üzerinde yükselen meşe gibi…

Belki kavak gibi uzun değildi, ama onurlu ve sağlam duruyordu kayanın üzerinde.

Elias Canetti dik durma ile dağ yahut ağaç arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Hep ayakta durma ânı önemlidir. Kalecinin Penaltı Ânındaki Endişesi adlı kitap Nihat’la bizim tıpkı Martı Jonathan gibi başucu kitabımızdı.

Hep dik durabilir miyiz, bir yalçın kayalık gibi, onurlu bir sıradağ gibi, bir ağaç gibi…

“Kanatları suya değmiyor martıların

Böyle uçsak bile böyle duramayız

Böyle yakalayamayız avımızı

Böyle tepeden inme, bir çırpıda”

Eylül Seneleri’nde 1983’te yayınlandı bu şiir, Nihat’a ithaf etmiştim. Nihat o zaman pek canıtez idi ve bütün o arakesit ikliminde biz içerideyken ne var ne yok okumuştu. İhtilal her şeyi güya rafa kaldırmıştı ama gönüllerimizdeki yarım kalan heyecanları, titreşimleri yok edememişti. Belki siyaseten bir kitinleşme yaşanabilirdi ancak Türk gençliği için her şey bitmiş değildi. Bu geçici kaos, birbirine kırdırarak ikbal gözetenlerin devri de er ya da geç geçecekti.

Her şeye rağmen ayakta kalmalıydık.

Ayakta, Mucuk’un haykırdığı gibi. Mucuk kim mi? Bizim koğuşta 16 yaşında örgüt kurmaktan hapse girmiş mahalle arasındaki oyunlarını polisin ciddiye almasıyla başlayan ve hiçbir yarın bırakmayan alfabenin, kendine mahsus kuş dilinin mucidi:

“Sımsıkı daş gibi, dimdik, Mucuk geliyor şimdik…”

Ayakta kalmalıydık! Nasıl mı? Nasılsa öyle… Dergi çıkararak, gazete basarak, dernek kurarak, yazarak, haykırarak, özeleştiri yaparak…

Hemen millet gazetesini çıkardık, üç ay yürüdü, ardından Genç Sanat’ı kurduk.

Ayakta durmalıydık. Yürümeye başlayan çocuklar gibi, yeniden

Yeniden ve biteviye…

Canetti bize bunu söylüyordu:

“Ayakta durma

Ayakta durmaktan övünmemiz, ayaktayken hiçbir desteğe ihtiyaç duymadığımız için kendimizi bağımsız hissetmemizden kaynaklanır. İster insanın çocukken ilk kez ayakta durmasının anısı, ister doğaları gereği, neredeyse hiçbiri iki ayağı üstünde duramayan hayvanlar karşısındaki üstünlük duygusu buna katkıda bulunmuş olsun, ayakta duran bir insanın kendinden emin ve kendine yeterli olduğunu hissetmesi olgusu sabittir.

İnsanın oturma ya da yatma pozisyonundan ayağa kalkması özel bir çabanın sonucudur ve ayağa kalkışı kendisini olabildiğince uzun boylu kılar. Uzun süre ayakta duran biri ya bir ağaç gibi yere sımsıkı bastığı için ya da korkmadan ve
saklanmadan kendisini bütünüyle gösterdiği için, dayanıklılığını ve direnç kapasitesini sergiler. Ne kadar sabit durursa, dönüp etrafına ne kadar az bakarsa, o kadar etkileyici olur. Göremediği halde arkasından gelecek bir saldırıdan bile korkmadığını gösterir.

Ayakta duran adamla etrafındakiler arasında bir mesafe varsa, duruşunun etkisi artar. Kendi başına yalıtılmış bir biçimde, başkalarına yüzünü dönmüş; ama bir şekilde onlardan ayrı ayakta duran bir insan özellikle etkileyicidir.

Sanki kendisi tek başına hepsinin yerine ayakta duruyor gibidir. Onlara yaklaştığında, onlardan daha yüksekte durmaya özen gösterir; aralarına girerse, bu insanlar onu omuzlarına alıp taşıyarak, üstünlüğünü yeniden kurarlar. Bağımsızlığını kaybetmiştir; ama artık, adeta hepsinin üzerinde oturuyordur.” [1]

Nihat Genç’in ‘nev’i şahsına münhasır’ edebiyat dünyasındaki kavramları, onun aktüel kavga, siyaset, veryansın, tartışma, köşe yazarlığı üslubundan ve olaylar silsilesinden ayırmak kabil olsaydı; kendisi de bunu dener ve belki yazılarında zaman zaman elde etmeyi düşündüğü büyük yazarlık- büyük romancılık payesine erişmek için dizini kırıp şaheserini vermeye hamlederdi. Denedi ama Bahattin Karakoç’un “acelem var” şiirini daha ilk yazarlık yıllarında içselleştirmişti.[2]

Zaten böyle bir tasnif bence Nihat Genç’i anlamamak da olurdu. Zira onun dağları, dağların arasındaki yarlar, ortasından geçen kâh haşin kâh durgun akan ırmaklar, yükselen hep dik duran ağaçlar, özellikle Karadeniz yaylaları, Toroslar, Eğin-Kemaliye kanyonu, o Karanlık Kanyon ve Fırat… sonra ormanlar, zeytinlikler, meralar, bu yurdun otları dahi kutsaldır, çiçekleri, börtü böceği hepsi onun sanatının en felaketli anlarında bile ilham perileri olmuştur. Sanatının ve kavgasının… Bu kavga, sanki her devirde başka başka çevreler, arkadaşlar, başka başka siyasilerle sürdürülen çoğu kez de tamamlanmayan işler güçler gibidir; olsun, Nihat çok değişmiş sanılsa da aslında hiç değişmeyen: delişmen, haşarı tabiatıyla annesinin ona seslendiği gibidir: Cınıvız.

Mekânlar bizatihi onun yazarlık serüveninin her aşamadaki heyakilleridir. İster halk ağzındaki, ister Nasreddin Hoca’dan miras, ister Batı ya da Doğu literatürlerindeki bir anlatıyı kullanırken olsun, ister kendi yarattığı bir mesel olsun anne ya da sevgili, kâh seven kâh terk eden kadından çocukluk yüzlerine, baskın erkeklerden fırıldak siyasetçiye, sahibinin sesi medyamenden Amerikan köpeklerine kadar zaman zaman üslubunu sertleştirdiği ve/veya kahvehane sohbetine döndürdüğü demlerde bile bazı paragraflar, yüreğine yeni soluk getiren açılar, işte o saygıyla ördüğü doğal mekânlardır.

O mekânlardır ki, efsunlu bir arka-plan katar Nihat Genç’in iddialarına, duruşuna…

Hüseyingazi Tepesi, Hamamönü, Hemhüm Camii, Kemaliye’nin suları, konakları, dağları. Toros’un geçit vermezliği, Karadeniz’in onurlu dalgaları, ormanlarının dik duran, toprağa sıkı tutunan ağaçları, Anadolu’nun eşsiz bozkırı onu Neşet gibi toprağa bağlar. Bu Toprağın Sesi’ne, ruhuna gizemine, hatta inişli çıkışlı tabiatına…

Künfüçyüsçü Mensiyüs (MÖ 372-289) da Nihat gibi dağların doğal görünümünün tahribatına karşıdır, ormanların yok edilmesine… Nihat’ın sesi Mensiyüs’ün günümüzdeki yansımasıdır sanki.

“Mensiyüs ağaçların kesilmesini ahlaki yozlaşmayla bağdaştırır: Bir insanın erdemini yitirmesi, ağaçların balta ve nacaklarla kesilip bir dağın çıplak bırakılması gibidir. Orman örtüsü dağların tabiatında vardır.”[3]

Dağların doğasının peşinde olmak, onlarla dünyasını, dâvâsını, vistasını şekillendirmek her edebiyatçıda maya olarak yerleşik olmalıdır.

Mekânlara eklemli insanlar… felsefeleri, şahsiyetleri ile…

Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş ve aile yadigârları…

Yaralı bilinç, yaşanan çileli ömür, maskelerin ardını görebilme yetisi…

Annesi, İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif’i ilk şiirlerini okuyup tenkit ederken şöyle demiş:

“İncesini ipe, kalınını sapa dizmişsin.”

Akif de kendi poetikasını tanımlarken “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” demiştir.

Nihat Genç’in bu çağın soylusu olarak sanatında hakikat güneşini arkasına alarak önüne bakma kabiliyetini gözettiğini söyleyebiliriz. Artık önüne ne geldiyse… Dönemsel olarak metinlerarası çelişkiler bu kabiliyeti rencide etmemektedir. Çünkü o, zaten yine o metinler arasında çoğu kez insanın hata yapmasını, kusurlar işlemesini normal sayan müsamahaya sahiptir başkaları konu olunca. Kendi yapıp ettiklerini de bu çerçevede hiç kibre kapılmadan serdedebilmektedir.

Veryansın’daki ellerini –ki el kavramını da bir vakit masaya yatırmak gerek; zira el, Nihat’ın eli hele ki çok özel kızlı konuşmasına rağmen konuşmasına destek veren hatta onu hızlandıran bir maniveladır, yazdığı zaman da daha laptoplar icat edilmediği dönemlerde daktilonun tuşlarına en seri basan parmakları haizdi- kaldırarak âdeta tanımlayarak, hatta çizerek anlattığı dağlar:

“O dağ bedenlerine, o yalçın kayalıklara baktığım zaman aklım kalır. Sanki orada ilahi bir şey var.”

Dağların ütünde dağlar var, dağların arkasında dağlar, servetlerin serveti, ötelerin perdesi gibi…

Portakal gibi patates gibi soyulması doğaya ihanet ediyormuşuz gibi!

Zenginlik hazineler madenlerinde mi ilahi duruşlarında mı ben başka şeyler söylüyorum!”

Şimdi tamahkâr, sınır tanımaz vahşi madenci İliç’in evlatlarını kandırıp zehirlediği ve bir de İliç’in altında unuttuğu yetmiyormuş gibi Kemaliye’nin, Egin’in dağlarına, dağların altındaki altınlarına göz dikmişe benziyor. Bir de korkunç bir hadnaşinaslıkla, neymiş efendim;  gerekirse Kemaliye’yi taşırlarmış…

Dağların o müthiş servetini sen ne bilirsin ey müstemlekeci? Nihat’ın anlattığı dağlar değeri ölçülemez işte o dağlardır.

“Dağların üstünde dağlar var, dağların arkasında dağlar, servetlerin serveti, ötelerin perdesi gibi!

O yüksek demirden granit tepelerde ruhumuzu eğiten felsefe okulları var!

O yalçın tepelerde düşüncemizin yuvası var!

Göklere meydan okuyan duruşuyla içimizde yükselen ve hiç bitmeyen yücelikleri var!

Dağlar arkası dağlar, yukarılara bakan derin gözleri, yağlı boya tablolar ve kart postalların, en yakışıklısı!

Dağların arkası dağlarda kaynayan kazanlar var!

Manzarası neden büyüler bizi?

Aklımı başımdan alan dağlar!

Düşüncemizi sonsuzluğuna taşıyan!

Sanki ruhumuz ebediyyen o tepelerde taş kesilip donup kalmış!

İçimize kök salmış sıra sıra yüksek yalçın tepelerin ve dağların görüntüsü!

Düşüncemiz sanki taştan heybetten kalıbına oturmuş!

Dağlar, bir soyut bir kelime bir fenomen, sanal hiç değil, ağırlığı cüssesi heybeti olan, gerçek bir varlık, adına dünya diyor doğa diyoruz, insan uydurması bir tartışma hiç değil!

Manzarası kendinden de neden yüksek, nereye çağırır bizi?

Gümüşhane’nin demirden dağları, aşıyorsun, Erzincan’ın el değmemiş göz görmemiş, altın rengi ve kurşuni ve toz rengi tepeleri, Allahım genişlikler içinde bu ne yücelik!

Ne zaman görsem yolu uzatırım, ne keyiflidir uçakta pencere yanı, Toroslar’ı seyretmek, Isparta’nın ve Niğde’nin dağları!

Terör yüzünden kırk yıldır giremediğimiz Erzincan’ın ıssız tepeleri, ne kadar sert ve soğuk ve uzak, düşlerinizi eriten, donmuş öfkeden tepeler!

Açık havada Borçka’nın Arhavi’nin tepeleri ve o yüksek tepelerin de üstünde kat kat sıra sıra bulutlar içinde karlı tepeler, akıl almaz yüksekliklerde işte karşınızda Kafkasya dağları!

Kaf dağının ardı gibi, ulaşılmaz tepeler, taşkın duygular, sonsuz yücelikler, zihnimizde bir şölen başlıyor!

Zihnimiz hangi yemeği istiyorsa işte karşınızda sofraların sofrası!

Dünyamızın mucizevi, doğal mabetleri, gözlerimizi ruhumuzu alıp, kayıplara ötelere karıştırır!

Aşağılarda çok mu aşağılandık, bu yüceliklere neden hayranız!

O granit tepelerin bir ruhu mu var!

Orada ebediyen asaletiyle bize yolu gösteren, yaşlı ve kahraman bilgeler mi var!

Yalçın tepeler hayal dediğimiz şeye neden bu kadar yakın durur, ve bakışlarında küstahlık ve kibir ve bilmişlik, neden hiç yoktur!

Hem çok büyük hem çok güzel olmayı nasıl başarmışlar?

Güçsüz anlarımızda bize sanki bir saltanat bir egemenlik uçsuz bucaksız bir imparatorluk, bağışlıyor gibi, açıyor bahçelerini biz de kuşları gibi cıvıldayalım diye!

Poz verir gibi duruşlarında, çok tutkulu ilahi sözler saklı, çeliğin demirin aşka gelmiş taş olmuş hali!

Allahım bu ne mükemmel suskunluk, lezzetlerin en güzeli en yükseklerde saklı?

Düşüncemi alıp tepe tepe yücelerde gezdiren!

İçimdeki yer çekimini kaldıran ancak oradan baktığımda rahat eden!

Durduğum yere o da bana bakıyor derin gözleri, içimde bir şey kabarıyor, anında ömürlük yorgunluğumu alıyor!

Hiç el sürülmemiş başka hiç kimse görmemiş akşam güneşiyle sim sim parlayan geniş alınlarıyla gümüş tepeler!

Saldırmıyor, hücuma geçmiyor, hiç korku eziyet vermiyor, üstünüze düşmüyor, dağlar arkasında dağlar, düşüncemin buz gibi derinliklerini eritiyor, şırıl şırıl akıyor, buluyor yolunu, buluyor sesini düşüncem, yüksekliği başımın tacı oluyor!

Özgürlüğün doğduğu vatanı bu tepeler mi?

Dağlarda başka tür bir irade mi var, yüksekler yücelerle sessizlik, şarkılarla renklerle heybetiyle ahenk içinde!

Bu granit tepeler içlerinde neyi saklıyorlar böyle, sımsıkı!

Kapkara bulutlar geçip gider ve yakıcı güneş gelip geçer ve kar ve yağmur ve kuşlar gelip geçer, sanki onlarda Tanrı’nın sağlamlığı, sanki onlarda kırılmaz bir şey, yıkılmaz bir şey var, Tanrı’nın evi gibi, doğanın en cesur askerleri, düşüncemizin kalelerini bekleyen ordusu!

Neden bir an için olsun umutsuz inançsız amaçsız bir görüntü vermezler, neden, ulaşılmaz bir gücün sahibi gibi dururlar ve tek tek taşlarını düşürse de her bakışınızda yeniden boy verir enginliklere kök salarlar!

Ve varlıklarına inandırırlar sizi, işte dünya dersiniz, işte dünya, işte dünya, işte dünyayı bekleyen kutsal nöbetçiler!

Granit tepelerin bizden uzak tuttuğu gizlediği bir şey mi var, milyonlarca çağdır aynı yerdeler, sonsuz ömürleri bize ölümsüzlük mü bağışlıyor!

Geçici olmayan, uçucu olmayan, ölümlü olmayan, hayal gibi kaybolmayan, asla hüsrana uğramayan ve hiç şüpheye düşmeyen, insanın öz varlığı, bir direniş mi öğretiyor?

Seni beni bizi, yücelerin yücesine kim taşıyor?

Neden dağ başlarında ilahi bir hayranlığın sevinci içindeyiz, kat kat karanlık ve kalın perdeler açılır, pırıl pırıl semalar içindeyiz!

Sapasağlam duruşları, yalnız dağ başları insan büyütür, başka tür pencereler açılır, bakışlarımız dindarlaşır!

Kaskatı sert duruşları, dünyaya hiç taviz vermeyen, ruhumuzun hazineleri!

Hiç erimeyen hiç vaz geçmeyen, ruhumuzu kimliğimizi dilimizi düşüncemizi ilahi bir tutkalla kendine bağlayan!

Bir yanı bahçeler çayırlar ormanlar içinde renk renk cümbüş içinde bir yanı kopkoyu lacivert karanlığa gömülü, başı ötelere uzanmış, vücudumuz ve ruhumuz gibi, ve dünya dediğimiz, aynı bedende!

Ve her biri heykel gibi, neden hepsi, en yakışıklı çağında en gencimiz gibi!

Hem ihtiyar bilge bir profesör, hem sevgilimiz gibi!

Kimse çözemedi dağların bu ürküten heybetli duruşunu, işte bir bakışıyla askere alıyor gibi, işte sert bakışları, komut verir gibi!

Bir yanardağ olup henüz lavlarını fışkırtmadan işte orada duruyor dimdik içimizi patlatan, saf coşkunun semalara yükselen ilahi çığlığı!

Sanki insan denen varlığın öz yurdu gibi, sanki eşiğinden aşınca, ruhumuz öz vatanına öz anne babasına kavuşacak gibi!

Zihnimin alamadığını, düşünceye sığmayanı, muhakeme, idrak edilmeyeni, ufkunda hayranlıkla gezintiye çıkartan!

Doyumsuz lezzetler içinde baka baka işte o tepelere, kırışıklıklar iniyor işte suratımız yaşlandıkça, gider ayak ömrün, hayretiyle, sert kemikli topografyasına dönüşüyor suratımız, seyrinde donakaldıkça!

Ne güzeldir düşünceler içinde yükselen düşünceler, dağlar gibi semalarda yüceleşen, ve kafatasımızı parçalamadan, dağlar gibi bozulmamış yerinde duran!

Zihnin açıklayamadığı, gözün görüp inanamadığını, bakışlarıyla, kemiklerimizi tavında dövüp demirleştirip şekilleyen, şüphe yok, insan evladı özgürlüğü bu manzaralarda öğrendi!

Dalıvermeyin bir bakış emeksiz zahmetsiz manzarasıyla büyütür sizi!

O kurşun bakışların, insanı çok erkenden öldürdüğünü, aklı karışıkların örtüsünü kaldırdığını, görürsünüz!

Özgürlük, hadi, istediğin yere gidebilmektir diyelim, dağlar arkası dağlardan nereden yol bulur düşüncemiz, ruhumuz istediği tepelere ötelere uçuvermek için bahane mi arıyordu?

İçimizdeki yer çekimini kaldıran ancak oradan baktığımızda rahat eden, uçurumumuzun yuvası!

Her insan evladının zihninde uçurum kıyısında çatısız ama terası çok geniş bir evi vardır, tıpkısı ikizidir, yastıklı yorganlı evinin!

Dile getirilemeyen bir şey var o yalçın tepelerde!

Dağlarda mı apoletlerini madalyalarını takıp süslenip püslenip görülmek istiyor, bizlere!

Aya güneşe bulutlara göklere kılıcını çekmiş kahraman gibi bize mi poz veriyor, bu havalı gösteriş, başka kime olacak, ben yoksam o da yok, o yoksa ben de yokum, ama işte varım, sonsuzluk dediğimiz sınırlarınız, işte bu kadar, aramızda dağlar var!

Ağırlık fiziki bir güç hacim yoğunluk değil, zihnimizin ufukları dağlar, dünyamızı tohumlayıp büyüten, sonsuzluğuna çeken, o kartal gözler başka derinliklerine süzülüyor!

Zihnimizde belki o yüksek tepeler gibi ‘görülmek’ istiyor, başkalarına da göstermek istiyor, belki mahrem iç ziynetlerini!

Dalgın bakışlarımız granit taşlarını kabuk kabuk soyup, kalbine ulaşmaya çalışıyor, ama o halinden çok memnun, dingin huzurlu duruşunun!

Zihnimiz de kimbilir dağlar gibi harika ve gizemli bahçelerine çağırmak ve çırçıplak ifşa etmek istiyor kendini!

Dağlar arkası dağlar, soyunduğumuz yer, ebediyet karşısında çırçıplak soyunmak için bahane aradığımız, yer!

Belki de bizim de taşlarımızı düşürmemizin vakti geliyor, soyundukça güzelleşen!

İçimizdeki, o ben, belki de dağlar gibi kalıcı, ve dünyaya sabit, ve en ince en kırılgan ucu, ulu göklerde dağlar gibi, ‘ben’ dediğimiz şey yoksa o yüksek tepelerde mi geziniyor!

Yaşlı gövdesi atalarımız gibi tarih gibi, kaderimiz gibi, yaratıldığımız ilk gün gibi, vatan dediğimiz ayağımızdaki prangalar gibi, ama o yüksek iri gövdeleri, çok sabırlı bilgelerin deha beyinleri gibi ve sanki sonsuzluk mahkemesinin acımasız yargıçları!

Hayal gücümüzü rengarenk zengin çeşit çeşit toz pempe pırıl pırıl rüzgarlarla savurur ve savaş ve bitmeyen fırtına, çağlar değişir ama dağlar bildikleri hep o yerde neden durur ve kimi bekler!

Dağların duruşunda bir kesinlik var, işte ben en yükseğim ve buradayım, diyen, varlığım işte bu, kimlik ve cüce şarlatanların soyut kelimeleriyle oyalanmayın, diyen!

Dağlarda, saf insan var, cinsiyetsiz, yaşsız, etnik dini farkı olmayan ve ama benim de insan gibi ego ve benlik gibi otantik ve varoluşla ilgili ilahi bir hikayem var, diyen! İnsan kendine merak saldıkça vurur dağlara!

Şöyle mi diyor, hiç kimse bana Tanrı’ya karşı geliyor diyemez, hiç kimse bana kafir o bizden değil diyemez, dağlar arkası dağlar, kendinde kendisi olan ve hiç yaralanmayan ve hiç kendinden kuşku duymayan!

Bir söz bir lakırdı bir dedikodu bir tartışma hiç değil, dağ işte, varlığıyla varlığımız aynı toprak aynı kan aynı nefes, karşımızda ebediyen duran!

İstediğin kadar hayatının alışkanlıklarını geleneklerini düşüncelerini değiştir, ama hakikat bu, yücelerin yücesi, yerini hiç değiştirmeyecek, aynı anda hem dünyanın hem de ötelerin öznesi, nefes nefese düşünce, yaşadıkça işte o yüksek tepelere sen istemesen de adımların değil zihnin tırmanacak!

Dağların arkasında dağlardan metafiziğe giden bir yol var, sonsuzluk duygusunu içimize sokuverir, dağ başlarında çok zamanlar unuttuğumuz o muhteşem yalnızlığımız var!

Türkülerin bilgelerin sözleriyle gezintiye çıkartır, ne zaman zihnimde gezintiye çıksam, çok güçlü bir maceranın başladığı hissine kapılırım, dağlar arkası dağlar  öteleri sayfa sayfa okutur!

Dağlarla yüzleşince hiç çelişmeyiz kendimizle, yalan dolan arınır gider! Sanki bir şeye inanmanın mecburiyetinde hiç değiliz! Sanki dağların arkasında dağlarda kaybolacağımıza hiç inanmayız, dağlar, ‘hiçliği’ mi, bomboş gündelik endişeleri mi, fuzuli yükleri, alır elimizden!

Asla yanılmayacağımız bir kesinlik verir, asla yolumuzu değiştiremeyeceğimiz, ötelere, bedenimizden ruhumuza açılan bulutların üstünde bir köprü!

Artık hiç bir şeyi sorgulamak istemeyen güzellerin güzeli, en güzeli, dağların arkası dağlar, sebebini sen de bilemezsin ama hep yoluna hep yollar açar!

Zihnin nehir suları gibi şırıl şırıl akar ve çöpü pisliği katıp önüne pirüpak tertemiz yıkayıverir!

Bizi çürüten bizi öldüren bizi kandıran bizi oyalayan şeylerin endişesini elimizden alan, dağların arkası dağlar, gözlerimiz adımlarımız yol aldıkça yükümüzü hafifleten!

İnsan ve bitki ve hayvan, hepsi sırlarını aça aça düşünce düşünce tohum tohum renk renk saçarak hayatını yaşıyor, ama kayalar başka, sanki, güzelliğini kıskançlıkla içinde saklıyor!

Bir gençlik mevsimi yaşayıp sırlarını tek bir iklimin rüzgarı karıyla, savurmak istemiyor!

Granit tepeler, sımsıkı, tutundukları ve gizledikleri şey neyse, açığa vurulmayan herkese gösterilmeyen, bilgelik mi öğretiyor!

Ne bir rüzgar bekliyor ne bir dost, o muhteşem yalnızlık, destansı manzarada, hava pırıl pırıl açık, ve sağlam bir yürek ve özgür bir kafa, ve dopdolu ve çepçevre bir genişlik, bahçelerin bahçesi, bir insan olarak yaşadığınızı hissettiğiniz o an, şükür dediğimiz dünyaya nihayet adım attığımız, o an!

Belki de dağların heybetinde zamanı küçülten vakti iklimi umursamayan bir şey var, dimdik uzamlarında zamanı eriten zamandan daha güçlü bir saydamlık!

Dağların ufuklarında geçmiş ve gelecek aynı anda, her şey geçer gider ama sanki bu poz verişte saklı insan duruşumuz!

Zorlu sınavlardan volkanlardan geçmiş ve ruhumuza eklenmiş içimizde hiç bitmeden tüten ateş!

Dağlar arkası dağlar, yücelerin iradesiyle, içimizdeki boşluğu dolduran, yalnız ve ölümlü değilsin, diyen!

Ve neden fırtına kuşları gibi düşüncemizin tepelerinde uçar, uçmakla düşünce ne kadar yakın!

Ne zaman yolum düşse o ulu yüce tepelere, durdurun şu arabayı, derim, kütüphanelerde arayıp bulamadığım, donma derecesinde düşüncemi ayaklandıran!

İki dünyayı da ferahlandıran!

Düşüncenin uçurumların aleviyle eriyip ötelerin kalıplarına döküldüğü o ilahi tapınak durmaksızın hep bizi çağırıyor!

Ne zaman o uçsuz bitimsiz tepelere vursam, tepelerin ardında başka tepeler, fırtınalarla bir alametin bir kıyametin tam ortasına düşerim!

Sanki hayat terazisine ağırlığımı koyduğum, işte bu koca koca dağlar, düşünceden dağlar, insan dengemi tövbe ettirir gibi sıfırdan ayarlar!

İşte tarihim, işte öz varlığım, bu yüce dağlar ve türküleri, derim, sanki aynada ruhumu görmüş gibi kendime gelirim, sanki bu ölümsüz mevsim hiç bitmeyecek!

İnsana iradesi ve sabrını ve özgürlüğünü ayna gibi yansıtan, dağlar arkası dağlar, çarpıp sert bakışlarına, geri döner yankısı, sabah akşam her gün bir ömür içimde ürpertisiyle tınlar ve düşüncelerimi sonsuzluğuyla durular ve bitmez o yankının sesleri rüyalarımın şarkısı!

Büyüklük kahramanlık ve öfke ve dünyalık oyalanmalar, silinir gider, ve geri dönülmez o yolda, kalbim, dağlar kadar büyük bir çelenk!

Hayatla dopdolu!

Ey insanlar, yol bitmemiş imkân tükenmemiştir, dağlar arkası dağlar, içimizdeki gizli savaşları bitiren!

Ayak basılmamış el değmemiş, dağların düşünce coğrafyası, işte endamı boyu posu cüssesi, doğayla yıkanmış tertemiz elbisesi, hayatın!

İsteseniz de dizginleyemezsiniz, isteseniz de içinizden çıkartmanız mümkün değildir, içinizdeki aşkın o mesafeleri kısaltan ulu tepeleri!

Sonsuzluğa ulaşılmaz diyenleri nezaket ve yumuşaklık ve alçak gönüllüğüyle, iman ettiren, o bir çıkar yolu öğreten, o yüce tepeler!

İstesiniz de söndüremezsiniz, içimizdeki kutsal ateşin körükçüsünü, harlı harlı yanar içinizde, o karlı tepeler!

Çok yoksul ve kimsesiz ve giysilerimiz hırpani ve bedenimiz çok zayıf olabilir, ama kayaların sakladığı?

Kendimizle buluştuğumuz, insan olduğumuzu, düşüncemizi, sonsuz güveni altına alan!

Granit tepeleri, hiçbirimize uzak olmayan, taş olup donmuş suratımız ruhumuz işte o kutsal ateşi saklıyor!

Kuşların uçup uçup bir daha geri dönmek istemediği, o muhteşem manzarayı, insan oluşumuzu, tamamlıyor!”[4]

Dağlar, insan oluşumuzu tamamlayan ilahi öğeler gibi her bakışta ayrı bir ders verir sevgilisine.

Şehir, Kemaliye’dir onda.

Dağların arasında huzur içinde uygarlık… hapishanesi kilitli bir şehir…

Konakların arasından dağların o pırıl pırıl soğuk içimli suları akar. Herkesin herkese merhabası vardır.

Şehir Hamamönü’dür onda.

Hemhüm Camiindeki derviş…

Şehirle dağın bileşkesi Hüseyin Gazi Tepesidir. Şehre kimliğini kazandıran Horasan erenleri ile hemmizaç bir şehirleşme anlayışı örer istikbali…

Toplukonutlarla tarumar edilmiş, betonlaştırılmış, ne istediler de vermedik ki belediyeciliği değil.

“Hüseyingazi Tepesi, Ankara’nın en yüksek tepesidir, iyi bir soyunma odasıdır, ihtiyacım olan şeyi tabii ki hâlâ bilmiyorum, zirvede ODTÜ’lü neşeli dağcılar gördüm, evden kaçmış bir horoz gördüm, boşuna peşine dolaşıp eştiği  yerleri didikledim, sonradan öğrendim, yaban tavuğu olmalıymış, Hüseyin Gazi Türbesine sabah akşam sırtında heybelerle yürüyen şalvarlı kadınlar gördüm, en son evi gördüm, elli metrelik kuyu açıp, kendi suyunu kendi çıkartıyor, terk edilmiş onbinlerce çam fidesi gördüm, İsa’yı öldüren adam Pilatus’u gördüm, orda öyle, bizi bekliyorlar, dağ çiçeklerini gördüm, gözlerini oydum, dağ çiçeklerinin kampanasıyla uyudum, dağ çiçeklerinin kampanasıyla her sabah evden yeniden tepeye çıktım, bir zaman sonra, Döne’nin şaplak attığı kel çocuğu gördüm, mümkün değil, Döne kimseye zırnık koklatmaz, para verdiğine asla inanmam, öğrendim ki, öğrendim ki, çocuk, kan kanseriymiş, yardım etmek için, şaplak bahanesi, yalnız biz miyiz böyle incelen, ramazan davulcusu sokağa girdiğinde üç dört arabanın alarm zili birden çalmaya başlıyor, her gün üstünde yorgun argın gittiğimiz bu sokakta, ne kaldı elimizde, Döne’nin anneannesi, yetmiş yaşında, çiçekli entari istemiş babasından bayram için, ne kaldı elimizde, bir çiçekli entari.. Gündelik bönlüklerle zehirlenmemek için büyük bir köprüye ihtiyacım var. Şu sese çok ihtiyacım var, hayatı karşıdan karşıya geçebilmek için: hoşça kal tatlım.”[5]

Tam otuz sekiz virgülü bir cümlenin içinde kullanmış. Yoksa, Hüseyin Gazi Tepesine otuz sekiz dönemeçle mi çıkılıyor?

Hüseyin Gazi Tepesinde yatıyor Hüseyin Gazi Hazretleri. Anadolu evliyalarından, gazidervişlerden.

Arkadaşı Mürsel Baba Beypazarı dağlarının tepesinde, o da Mamak’taki bu tepeden sanki onu görüyor. Birbirleriyle haberleşir gibiler.

Hani şairin:

“Adım adım, taş taş mülkü tapulamışlar” dediği…[6]

Nahit Genç’in hayatı roman, yazdıkları hayattan kesitler. Hayatın İçinden. Hayatın İçinden sayfası 1982’de mapusluk hayatımın hemen sonrasında çıkardığımız gazete. Hayatın İçinden adında tam sayfa yapıyorum. Nihat’ın ilk yazılarından biri bu sayfada yayınlandı. İmza: Nihat Suat Genç.

Mamak ve Hüseyin Gazi hatıralarımızı onunla çok paylaşmıştım.

Mamak’ta askeri tutukevinde Hüseyin gazi marşları ile koşardık.

“Hüseyingazi dağımız

Genç kızlardır rüyamız

Piyade piyade…”

Hüseyin Gazi için çok Mamak şiiri yazdık.

“Hüseyin gazi ses vermez

Duvar gelir üsteni nefes vermez

Eskimiş oyuncağın heves vermez”

Mamak kapısından çıktığımda tam karşımdaydı Nihat. Sarıldık birbirimize

Nihat Ahmet ve Ali abi…

Özgürlüğün 80 sonrası serencamında Hamle yılları, Doğuş yılları, Yeni Düşünce yılları, Belde yılları, Çete yılları, Leman ve Veryansın’a uzanan yüksek yüksek dalgalar üstünde sörf yapabilme tutkusu…

Kafes adlı romanda Muhip sanki Nihat ile konuşmaktadır. Kafes, kafeste ilerleyen bir böcek, dağlar, ırmaklar ve tutkularla örülü kayıtsızlıklar, mesuliyet ve ahlâkla perçinlenmiş görev aşkı hep birbirini dürtmektedir.

Mekân konusunda Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabını içtiğini biliyorum. Nihat’ın eserlerinde mekânın onda çocukluğundan başlayarak en az annesi, babası, aşkları, arkadaşları kadar belirleyici olduğunu biliyoruz.

Canetti der ki:

“Orman insandan daha yüksektir. Etrafı çevrili olabilir, her türden çalıyla kaplanarak aşırı büyümüş olabilir; içine girilmesi zor olabilir; bir uçtan diğerine geçmek daha da zor olabilir ama orman gerçek bir yoğunluk taşır. Onu orman yapan, bu yoğunluğu yaratan yapraklarıdır; yapraklar da başımızın üstünde dururlar. Birbirine sarılmış tek tek ağaçların yaprakları yekpare bir çatı oluşturur, ışığı engelleyen ve kapsamlı bir gölge yaratan işte bu yapraklardır.

İnsan bir ağaç gibi dimdik durur ve kendisini diğer ağaçların arasına sokar. Ama ağaçlar insandan daha uzun boyludur ve insan onlara bakmak için başını yukarıya kaldırmak zorundadır.”[7]

İnsan bir ağaç gibi tek ve dimdik durur, durmalı ve diğer ağaçların arasında da mensubiyetini bulmalı.

Nazım’ın dediği gibi:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine…”

Halk içinde Hak ile yaşamak da böylesi teklik çokluk terkibi olsa gerek…

O yüzden erenler Mürsel Baba, Hüseyin Gazi hem halk içinde yaşayıp topluma maya çaldılar hem de böyle yükseklerde, ormanların da ucasında ufuklarla söyleşip birbirlerine selam gönderdiler.

İlk insandan günümüze dağlardaki, bayırlardaki ağaç kadar orman kadar insana yakın ve onu var eden çok az şey vardır.

“İnsanın çevresindeki, başka hiçbir doğal fenomen her daim insanın üstünde, aynı zamanda ağaç kalabalığı kadar yakın ve çoğul nitelikte değildir. Çünkü bulutlar geçip gider, yağmur buharlaşıp uçar, yıldızlar da uzaktadır. İnsanı yukarıdan etkileyen bütün doğal fenomenler içinde hiçbiri ona orman gibi her daim yakın değildir. Ağaçların tepeleri erişilebilirdir; ağaçlara tırmanılabilir, meyveleri toplanıp aşağıya indirilebilir; çünkü insanlar onları yiyerek yaşamıştır.

Orman insanın bakışlarını kendi büyüme yönüne çeker. Orman düzenli olarak yukarıya doğru büyür; ağaçları yaklaşık olarak eşittir; aslında bu eşitlik yalnızca yönlerindeki birörneklikten ibarettir. İnsan bir kez ormana girdi mi kendisini bir barınakta hisseder.

İnsan ormanın en büyük yoğunluğa sahip olduğu, büyümenin devam ettiği tepe noktasında değildir. Tersine, yoğunluk başının üstündedir ve onu korur. Böylelikle orman saygıyla karışık korku duygusunun ilk imgesidir. İnsanları, başlarının üstündeki koruma karşısında duydukları şükranla yukarıya bakmaya zorlar.”[8]

Şükranla yukarıya bakıyoruz Nihat, Serkan, Ufuk ve ben.

Hüseyin Gazi Tepesi onda Anadolu’nun ruhunu yansıtması ve orada tazelenmek için uzun soluklu bir nefesi çağrıştırır.

Avukat Ufuk Doğan ile Nihat’ı alıp Hüseyin Gazi Tepesinde Battal Gazi’nin de ata babası olandan feyz almak, oradan Beypazarı’na Serkan Öz’le dağlar üzeri dağlardan Mamak’a ses vermek, ormanların ucasına erişip Mürsel Baba türbesinde tabiatın içinde gece ve gündüz farkını ellerimizle, yüreklerimizle ve beynimizle hissetmek…

“Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”

 

 


[1] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev.Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998 S.415)

[2] Bahattin Karakoç, Ay Şafağı Çok Çiçek, Beyan Yayınları, İstanbul 1998) “Yarına hükmüm geçmez, heybemde azığım yok/ Ecel pusuda bekler ve benim acelem var/ Karanlığın çiğ sesi kalkansız karşılanmaz/Çırpınır tutunacak dalı olmayan kuşlar/ Benim de acelem var” diye başlayan ve son mısrada “Yüzü ak gitmek için bugünden acelem var!” diye biten şiir.

[3] Joachim Radkau, Doğa ve İktidar, çev. Nafiz Güder, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009

[4] Nihat Genç, Poz Veren Dağlar, www.veryansıntv.com

[5] Nihat Genç, Soğuk Sabun, son sayfa, Mitos Yayınları, İstanbul 1994

[6] Ali Akbaş’ın bir şiirinden. Ali Akbaş da Kahramanmaraşlı, Abdurrahim Karakoç ve Bahattin Karakoç gibi. Bu üçü de bizim edebiyat ortamımız içinde Nihat ve benim ağabeylerimizdi. Üçünün arasında bir soğukluk oldu mu Nihat’la beraber çözerdik çoğunlukla.

[7] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev.Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998 S.90)

[8] Canetti, age, s 91

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.