Musul’daki Türk Askeri varlığını tenkit edenler iktidara muhalif olmakla milli duruşu birbirine karıştırıyorlar. Milli meselelerde tarihi haklılıkların izini sürmek ve bunun gereklerini layık-ı veçhile yerine getirebilmek ayrıdır, muhalif tutarlı bir söylem geliştirebilmek ayrıdır.
Elbette ki ülkede bir muhalif diskurun eksikliği ve bu diskurun tutarlı projelerinin olması da milli bir meseledir. Fakat ne hazindir ki muhalefet o kadar çok eleştirilecek şey varken iktidarı tam da eleştiremeyeceği mevzularda eleştirmeye kalkmıyorlar mı? İşte o zaman Senato’nun Roma’da neden Sezar’a geçici bir diktatörlük yetkisi verdiğini anlıyordunuz.
Ötesi düşmanla işbirliğine girer ki maazallah…
Musul’da askeri varlığımızı istemeyen Arap Birliği dahil başta Irak hükümetinin tutarsızlığı ortada iken bize dış politikada haklılığımızı kanıtlayacak bin bir fırsatı değerlendirme ve eylem birliği ortaya koyabilecek muhalefet cephesi lazım idi…
Fakat muhalefet partilerinin zaten biri doğrudan iç ve dış düşman argümanının izdüşümü tezi olmayı ısrarla sürdürürken diğer ikisinin ne perhiz ne lahana turşusu kabilinden tutarsızlıkları söz konusu…
Daha önce de Kerkük mevzuu böylesi bir ataletle geçiştirilmişti.
O zaman da (Yeniçağ, 2005) şöyle yazmışım:
“Kerkük’e müdahale konusunda içerde birtakımw güçler daha şimdiden Türkiye’nin elini ayağını bağlamak için görevlendirilmişe benziyorlar. Ortada fol yok yumurta yokken bile “Türkiye Kerkük’e herhangi bir müdahalede bulunamaz. Diplomatik olarak ABD’ye itirazlarını yapabilir ama öyle kuvvet muvvet kaydırmak… yok canım… hi… hoo…. Falan filan…”
Hasan Celal Güzel’in, “Türkiye elbette ki gerekeni yapabilir, gerekirse Kerkük’e girebilir” şeklindeki çıkışına Hasan Köni üstadımızın sırıtarak verdiği cevaplara, ardından derin vukufiyeti ve artık üniversiteli de bir aydın olmanın kabarıklığıyla eski İslamcı yeni liberal değerli Kürt filozofu Metiner destek vererek yeni kurulacak Kürt devletinin ve bölgedeki çok değerli Kürt liderlerin Türkiye’nin menfaatini temsil ettiklerini bütün Türk ve dünya kamuoyuna öğretmesi, Nazlı Ilıcak’ın programını Ortadoğu ve Balkanların en entelektüel programı haline getiriyordu.
Zaman’ın İşlevi
Zaman gazetesinde de İbrahim Kalın’ın yazdığı yazı, milliyetçi sapmalarla zaten son zamanlarda akıl tutulmasına girmiş Türk milletini ya da kamuoyunu benzer bir entelektüel seviyeye kavuşturuyordu.
Kalın’a göre de yapacak bir şey yoktu. Türkiye stratejik derinliğini konuşarak, diplomatik yollarla halletmeliydi. Ahmet Davutoğlu’nun derin stratejik dehası etrafında yeni stratejistler yetişmişti ve Türkiye’nin bir bölgesel güç olarak yeni konumunu bu yeni arkadaşlar tayin ve terfi ettiriyorlardı.
27 Ocak 07 tarihli Zaman’ın Yorum sayfasında Seta Vakfı Genel Koordinatörü ve Holy Cross Üniversitesi’nden olduğunu öğrendiğimiz Doç. Dr. İbrahim Kalın, son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir akademisyen ve aydın tipi çizerek çokbilmişlik üst perdesinden bizim gibi seviyesiz, akıl tutulmasına uğramış, sapla samanı birbirine karıştıran, küreselleşmeyi kavrayamamış Türklere akıl veriyor. Kandil Dağını çok iyi bildiğini, Kerkük konusunda da uzman olduğunu anlıyoruz yazısından. Son yıllarda Türkiye’nin lehine esen uluslararası bir hava varmış ve bu çatışma söylemleriyle bu olumlu havayı heba edebilirmişiz.
“Kerkük sorunu nasıl tartışılmamalı” başlıklı yazıyı okuyunca bu gelecek vadeden hocamız acaba bize ne gibi çıkış yolları öneriyor gerçekten çok merak ettim. Yazıyı okuyunca her zamanki “bizim aydın” çözümlemesi yaptım ve ne yazık ki İbrahim Kalın dosyası kalınlaşmadan kapandı.
Bu arkadaşı da kaybetmiştik. Bu da iman tutulmasına uğramış ve kendi toprağına, insanına yabancılaşmış olan o dışarıda tahsil görmüş yarı İslamcı yarı liberal yeni aydın tipini temsil ediyordu.
Kalın’a göre Türkiye bir daha Kuzey Irak’a askeri operasyon düzenleyemez. Bugünün 90’lardan farklı olduğuna işaret ediyor ki, elhak doğrudur, “bugün farklı ve doğru kanalları kullanmamız gerekiyor.”
Farklı ve doğru kanallarının ne olduğunu arıyoruz. Kalın’a göre farklı ve doğru kanalların daha önce de defaatle söylenegelen fakat hiçbir netice alınmayan kanallar olduğunu görüyoruz. Üstelik de yazısının başında Kandil Dağı ile Kerkük konusunun aynı başlık altında tartışılmasının büyük hata olduğunu belirttiği halde sayın Kalın yazısının sonuna doğru şunları söylüyor: “..Kandil Dağı ve Kerkük konularında asıl muhatabımız olan Bağdat artı Kürt liderler formülünden ısrarla kaçıyoruz. Bu makamlarla görüşmeden, konuşmadan, belli mutabakatlar sağlamadan bu sorunların çözümünde mesafe almamız mümkün mü?” ardından soruyor: “Kuzey Irak’la ilişkilerimizi hep Washington üzerinden mi yürüteceğiz?”
Yeni Aydın Tipinin İnisiyatifi
Bu yeni aydın ve akademisyen arkadaşlarımızdan bir proje, tez, görüş, fikir alacağımız zaman nedense girizgâh cümlelerinin çok iddialı olması gerekiyormuş gibi bir intibaa kapıldıklarına şahit oluyoruz.
Aslında hepimiz aynı eğitim sisteminden ve aynı eski mahfillerden geldiğimiz halde bir kısım sonradan olma akademisyenlerimiz ve aydınlarımız nedense kendi varoluşlarını çok önemseyerek sanki artık daha başka yerden baktıkları izlenimi vermeye ondan sonra görüşlerini açıklamaya çaba sarfediyorlar. Bu eleştirim gerçekte Sayın Kalın için değil. Fakat onun yazısını incelerken yine Zaman’da yazan bazı eski arkadaşların, akademisyen aydınlarımızın tanıdık cümleleriyle karşılaştığım için bu tespitimi paylaşmak istedim.
Bu bir hastalıktır. Geçenlerde Doğu Batı’da yazan böylesi bir aydın arkadaşımızı da eleştirmiştim. O da yazısına olağanüstü bir tespit yaptığını izhar ederek başlıyor önce şaşırtıp, dikkat çekip sonra fikir hazinesinden bizleri yararlandırıyordu. Neydi o? Meğerse efendim bütün sorunlarımızın kaynağı Tanzimat aydınının eski İslam düşüncesinden habersiz oluşuymuş… İlk ağızda “ne güzel… vay be… gerçeği nasıl da yakalamış” diyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz tamamen palavra… bizi düşünce tembelliğine itiyor. Arkadaşımız, Namık Kemal’in sadece yazılarını değil mektuplarını da incelese Farabi’den de İbn Rüşd’den de habersiz olmadığını hatta bugünden daha vukufiyetle tartıştığını görecekti.
Sayın Kalın da yazının başlığından itibaren bizi sarıyor, kendine çekiyor; ama sonunda o da sapla samanı birbirine karıştırıyor. Kandil Dağı ile Kerkük birbirine karıştırılmaması gereken konulardır dediği halde o da kendi cenderesinden çıkamıyor.
“Türkiye’nin yumuşak karnı olan Kürt meselesinin çözümüne yönelik somut ve yapıcı adımlar atmadan ne Kandil Dağı, ne de Kerkük konusunda mesafe almamız mümkün.” Yazı şöyle bitiyor: “Sözün özü: Kandil Dağı’ndan Kerkük’e giden yol yine Ankara’dan geçiyor.”
Kısaca Ankara’nın Kürdistan’ı tanıması sürecine bir katkı da bu değerli aydınımızdan geliyor.
Kürt sorununu kendi sosyolojimizden değil de başkaca perspektiflerden irdeleyen Mümtaz’er Türköne kardeşimize nasıl dikkatimizi çeken ve hatalı bulduğumuz noktaları iletmişsek İbrahim Kalın kardeşimize de yaptığı tespitlere teşekkür etmekle birlikte dersine biraz daha çalışması gerektiğini işaret ediyoruz ve şikâyet ettikleri tuzaklara düşmemeleri gerektiğini hatırlatıyoruz.
(Devamı yarın)