Bir yandan susuzluk, bir yandan açlık, bir yandan savaş; bütün bunların üstünde bir de elektrik üretiminin durması ile Suriye’nin bir felaketin eşiğinde olduğunu ileri süren yazı, ‘Su Savaşları’nın başladığına hükmediyor. Teşrin Barajı Müdürü ve başka izlenimlere göre 500 yerine 200 metreküp su geliyor Suriye’ye ve bu da bütün üretimlerin üçte birin altına düşmesine sebep oluyor. Yazıya göre: “Türkiye Cumhurbaşkanı suyu bir silah olarak kullanıyor ve 60 milyon insanın muhtaç duruma düşmesine sebep oluyor. Zaten toprağı ve suyu pejmürde petrol üretimi sonucu kirlenmiş olan ülkede bir çevre felaketi yaşanıyor.”
1997’de yayınlanan Su Barışı – Türkiye ve Ortadoğu Su Politikaları adlı araştırmamızda altını çizmiştik ve daha sonrasında toplanan bölgesel ve uluslararası bütün su forumlarında dile getirmiştik.
Birleşmiş Milletler Hukuk Komisyonu’nca hazırlanan Uluslararası Su Sözleşmesi zaten mânidar olan sınıraşan sular ve kıyıdaşlık meselelerinde bizi hayli zorlayacağa benzemektedir. Zira sözleşmeye göre artık küresel câmia, ‘sınıraşan sular’ı da ‘uluslararası su’ kapsamına almakta ve havza bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gereken su havzalarındaki komşuları birbirine düşürebilecek birçok manivela işaret etmektedir.
İsrail’in su kaynakları bakımından zengin ‘Golan Tepeleri’ni ele geçireceğini, Suriye ve Irak’ın Türkiye’den haksız yere su taleplerinde bulunacaklarını, Fırat ve Dicle üzerinde geçen asırda çok kan döken petrol yerine şimdi de su savaşları meydana getirerek ve demografik yapı ile de oynayarak ikinci bir İsrail anlamına gelecek Kürdistan’ın bu gelişmelere paralel olarak hayata geçirileceğini daha 1997’de yazmış ve geç kalmadan bir Ortadoğu Su Barışı tesis etmemiz lâzım geldiğini ısrarla vurgulamıştık. Sadece bir gazeteci gibi işaret etmemiş, bir teknik sorumluluk bilinciyle nasıl bir ‘kıt kaynak su yönetişimi’nin bölgede inşa edilebileceğinin de ipuçlarını vermiştik.
Yine defaatle altını çizdiğimiz bir husus da şuydu: Bütün Arap tezlerinin arkasında İsrail var!
Evet su forumlarında, su ile ilgili Fırat ve Dicle havzasına yönelik bütün araştırmalarda dikkatimizi şu çekmiştir: Arap araştırmacılarla Yahudi araştırmacılar ABD’deki su ile ilgili strateji ve hukuk şirketlerinde birlikte mesai yapmaktadırlar.
Savaştan pek evvel bile Suriye ve Irak tezlerinin ve dışarıdan gazel okuyan diğer Arap uzmanların Türkiye’yi köşeye sıkıştırma hamleleri vardı. Türkiye OTK(Ortak Teknik Komite) ile Üç Aşamalı Plan öngörmüş ve 90’lı yıllardan beridir de bu tezinin arkasında durmaktadır. Fakat diğer ülkeler teröre verdikleri destekte hiç ama hiç inhiraf etmediler.
Der Spiegel’in bugün yaptığı geçtiğimiz yıllarda sıkça tekrarlanan lakırdıların devamından ibarettir.
1995’te de John Bullock ve Adel Derwish Su Savaşları adlı bir kitap yazarak Ortadoğu’yu artık dünyanın diğer bölgelerinde mesela Nil, Ganj, Rio de Jenorio, Lesotho havzalarında bile rastlanmayacak bir büyük çatışmaya zemin yapmağa çalıştılar. 199’de yayınlanan Su Barışı tezimiz buna cevap idi.
Ancak, bugün temcit pilavı gibi pişirilip önümüze getirilen mesele etrafında “it ürür kervan yürür” diyemeyiz. Türkiye, suyun kıt kaynak yönetişimi olduğunu kabul eden yeryüzü duyarlılığını arkasına alarak suları hakça ve âkil yöneterek, kirliliği kontrol ederek, su ve toprak kaynaklarını koruma ve geliştirme yönünde rehberlik ederek bir Ortadoğu Barışı tesis etmeliydi şimdiye kadar.
Türkiye’nin birikimi buna elverir ama siyasî irade lazımdır.
1997’de atılan adım bir zaman ve kalite yönetimi ile taçlandırılsaydı bu noktaya gelinir miydi? i
Arap su uzmanları Yahudi dostlarıyla Türkiye’yi sıkıştırırken İsrail, su zengini Golan Tepeleri’ni çoktan ele geçirdi. Artık “Yarmuk Sularını Suriye İsrail’e versin, Türkiye’de Fırat ve Dicle’den aşağı kıyıdaş ülkelere gerekli suyu temin etsin’’ tezine bile ihtiyaç duymuyor İsrail.
Suriye bin parça, Irak zaten bölünük; sıra böyle giderse Türkiye’nin mi olsun?
AB sürecini yarım bırakmış Türkiye’nin içerdeki ortalama siyasî öngörüsü “Ortadoğu bataklığına düşmek” sendromundan ibaret.
Hâlbuki Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar üçgenindeki bütün unsurlar zaten içimizde. O zaman yapılması gereken, bu üçgenin avantajlarını kullanabilmek ve aleyhimize işlenen unsurları lehimize çevirmeye çalışmaktır.
Biz ise her gün ekranlarda ‘ev’ derken zâtıâlilerinin neyi kastettiğini tartışıp duruyoruz.
Gelecek Cumartesi o ‘ev’den bahsedeceğim. EVE DÖNÜŞ’ten…