Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

İslâm Niçin Geri Kaldı?

Bu sualle başlayan bütün konuşmalar ya da bütün metinler baştan yenilgiyi kabul etmiş bir kafa karışıklığının yansımasından başka bir şey değildir. Kim neye göre geri, kim neye göre ileri? Değil midir ki ileri ve geri kavramları tamamen izafi. Batı felsefelerini de, Kelam ilimlerini de su gibi içmiş kimi hocaların iş geri – ileri kavgasına gelince abandone olduklarını, birikimlerine hiç de yakışmayacak kıvırmalara yaslandıklarına şahit oluyoruz. 

Neon lambaları altında ferdî yaşayışı hiç de kapitalist dünya insanının yaşantı biçiminden ayrılmayan kimi İslam davacılarının etiketlerini taşıdıkları değerlere bigâne duruşları “İslâm niçin geri kaldı” sorusunu daha da anlamsız kılıyor. Güce tapınan insan diliyle ne kadar Allah kelâmı ederse etsin, artık başka bir sistemin yani başka bir Tanrı’nın çocuklarıdır. 

Eski zamanlarda kılıç ve kol kuvvetinin peşinde koşan insanlık, bu kuvvetin ispat edilmesi için sahneler hazırlar. Acımasız savaş sahneleridir bunlar. İnsanlığın kuvvetin peşindeki yoğunlaştırılmış enerjisini boşaltacak bu sahneler kafalardan, kollardan, göğüslerden, midelerden, ayaklardan kanlar fışkırtacaktır. Oluk oluk akan kanlar sonra yerini yeni bir nizam beklentisine ve bir sonraki enerji boşaltımına kadar dinlenceye terk edecektir yerini…
Kuvvetle kurulan devletler ve hükümdar, kan depolayacak toplumun göstergeleridir. Onlar, Tanrı’nın yer yüzündeki temsilcileridir. Böylece toplumlar kuvvetlerini ve göstergelerini kutsallaştırarak onlara ilişkin bütün temennalarını ilahî bir ritüel haline getirirler. 

Devlete ruhî bir karakter yaftalayan Hegel elbette ki daha önceki düşüncelerin bir birikimini  yansıtmaktadır.  Ondan sonrası zaten kuvvetin yeni tapınma modelleridir.

Esaretten Kurtulan Ruh Kuvveti Yener Ortaçağ insanlığın kılıç ve kol kuvvetini ilahî bir misyona kalbetme arayışlarının çağıdır. Roma eşsiz Roma, kılıç ve kolun devlet ve hükümdarını dünyanın tek devleti haline getirmeye yönelen bilinç bir Pax-Romanica yarattı. Ruhaniyetleri çürük kol ve kılıcın, ilk Hıristiyanlar karşısında, bir avuç inanmış insan karşısında nasıl çürüdüğüne tanıklık etmedi mi tarih?

Nurettin Topçu üstadımızın dediği gibi; “büyük ruh sahibi insan dâvasını yeryüzünde yayan şüphe yok ki Hıristiyanlıktır. İslâm dini bu dâvayı yüceltti, insanı bütün âlemden daha değerli yaptı. Müslüman ve Hıristiyan bütün mistikler ruhun kuvvetini hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir hizaya yükselttiler.” Yani kuvvet yerini ruha devretti. Bu büyük ruh ideali önce Hıristiyanlığın, sonra Müslümanlığın nefesiyle göğerdi. Ebedîliğe yönelen insan buradan estetik, ilmî, hukukî, etik değerler ve düzenler üretti. İlimde, felsefede, sanatta önemli eserler vücuda geldi. 

Sonra ruhun elinde insanlığın hizmetine koşulan kuvvet yeni arayışlarında ruhu ihmal eti. Yalaka sınıfı burjuvazi derinden derine beslediği isyanını keşifler, icadlar ardından ulus devletler ve sanayi devrimiyle birlikte insanlığın düşünce atmosferinden ruh derinliğini kaybetmesine ve giderek zulmün himaye doktrininin önüne geçmesine sebep oldu. Tarihten ve gelecekten korkan yeni sınıfın bilgiyi, sanatı, maddeyi bütünüyle korkularının eline teslim ettiğinde şüphe yok. Büyük sanayi dâvası son iki asrımızı bizi bizden kopardı. İşte mesele burada düğümlenmektedir. Kapitalist temerküzü tabiatı icabı gerçekleştiremeyen İslâm izafî olarak bu son iki asırdır “geri” yaftalamalarının içerden ve dışarıdan muhatabı olmaktadır. Düğüm 19 ve 20 nci asırlarda atılmıştır. Bu düğümü bir kılıç darbesiyle mi, bir dinamitle mi, nükleer bir savaşla mı bozacağımız bence tâli bir iştir. Bu düğümün ruhu ihmâl ederek,  her hangi bir kuvvet yardımıyla çözülmesini beklemek abesle iştigaldir. Önceki asırlarda da nasıl madden ruha yükselen bir kuvvet sirkülasyonu sayesinde dünya büyük dönüşümü yaşamışsa; yine ruhtan maddeye inen kuvveti önceki sirkülasyonuna kazandırmak, kalbetmek lâzımdır.

Makinenin Dişlileri Arasında NazarlarımızBüyük patronlara râm olan, bütün düşünce kalıplarını liberalizmin hizmetine sunan İslâmî düşünce etiketleriyle böyle bir dönüşümü gerçekleştirmek her halde zor olsa gerektir. Bütün İslâmî kurum ve düşünce kalıplarının bugün gerçekte kendini geri bıraktıran akışa hizmetle vakit öldürdüğünü kabul etmek durumundayız. 

Aç, sefil, çaresiz, cahil, bölünük, üretemeyen, kendi kendini idare edemeyen toplumlar olarak biz, kapitalist ülkelerdeki kürselleşme karşıtlarını, çevreci isyanların, yeni hak arayışlarının arkasından bıyıklarımızı burarak, sakallarımızı sıvazlayarak küçültücü nazarlarla bakıyor ve yeni tanrılara bu isyanın abesliğiyle ahkâm kesiyoruz. Sonra da çıkıp “İslâm niçin geri kaldı” sorusuna muhatap arıyoruz  mokasen elbiselerimiz, ceylan derili koltuklarımız ve İtalyan kesimi ayakkabılarımızla…Makinenin dişlileri arasında gezinen gözlerimiz secdeye kapanırken bu kadar imrenerek asla tek bir nazar fırlatmış olamaz. Patronu Allah’a daha yakın hisseden ve işçiyi neredeyse şeytanın yanına koyan geçen asırdan intikal eden gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içindeki İslâm anlayışı sosyalizm yerine kapitalizmle arkadaşlık kurmanın Kur’an’da yerini aradığı için asırlık bir imtihana yeniden sokuldu. Bu gaflet, dalâlet ve hıyanetten kurtulmadıkça adam olmamız da imkânsızdır. 

Viski Kadehinde Portakal SuyuKapitalist salonlarda sarhoş kapitalistle aynı kadehi paylaşanlar arkadaşı viski yudumlarken portakal suyu içse ne olur? Ne değişir? Bunlar ABD’den aldıkları icazetle İslâm’ı düştüğü bataktan kurtarmaya soyunuyorlar ya, esas lağım suları arasında şifa arayanlar onlardır. 

Bakınız yine Topçu üstadımız bu konuda ne diyor:

“O kadehlerde içilen binlerce gözyaşıdır. Sırıtan lüksün arkasında boğuk feryatların iniltisi gizlidir. Buradaki insanların hepsi birer zâlimdirler de bilmezler. Sanki onların kazandığı nedir? Onlar aslında tabiatın kucağını kaybetmekle dünya cennetinden kovulmuşlardır. İlerlemek ve çağdaş medeniyetlerin seviyesine yükselmek nedir? Bir cehennem hayatının içine daha çok sokulmak değil mi? Sürat asrının hayranları, sinir hastalarıdır.”

Medeniyetimizin bu sinir hastalarının elinde kendi tabii seyri içinde yaşaması ne kadar acı verici, değil mi? Kendi kendisi olamamış toplumun hep başka hayatlara öykünmesi ve sonunda hüsranla kulübesine çekilmesi sonra bir küçük mutluluk yakalaşacakken tekrar başka hayatlara imrenerek yine yabancılaşması bizim tabii sirkülasyonumuz, tabii döngümüz değildir. Sonu hep hüsranla bitecek olan bu hareket, içimizdeki mesuliyet duygusuyla bize yakışana yerini terketmesi lâzımdır. Onun da liboş İslamcılıktan, bekçi köpeği milliyetçilikten daha başka bir şey olduğunu söylemeğe lüzum var mı? İşte o bizi yeni çağda yeni birlik projesine götürecek olan tabiat aşığı, toprakla barışık, kuvveti ruhun emrine veren medeniyet dirilişçiliği manasındaki yeni ülkücülüktür. 

Mes’uliyet ve Ülkücülük

Bir medeniyeti doğuran ve yaşatan, ihya veya ibda eden ancak ve ancak ülkücülerdir. Ülkücü faktör analizidir. İlk Hıristiyanlar da öyleydi, Müslümanlar da. Şimdi bize düşen görev, evrensel ülkücülüğümüzle insanlığı korkakların yarattığı ve tapındığı maddeden ruha döndürecek mes’uliyet ateşini yakmaktır. Mes’uliyet kadroları en küçük bir zaaf bile göstermeliler maddeye karşı. Onları televizyon kanalları, lüks otel salonları, fabrikatör edaları, üniversite kürsüleri, Müslüman liboş yumuşaklığı, bu asırda uydurulmuş cemaat tellallığı, herodian kıvraklığı, zeelod bodoslaması aldatmamalıdır, yolundan çevirmemelidir. 

Kurban gerçek kurban olunca, imam gerçek imam olunca, din bezirgânlarından kurtulunca ümmet; işte o zaman toplumlar da maddeyi ruha yeniden kalbedecek olanı hakkıyla bekler. Yoksa hâl aynı hâl ise vaziyet vahim olmaya devam edecektir; bundan daha tabii ne var?

O halde sorunun “İslam niçin geri kaldı” biçiminde ortaya konulması, geçen iki yüzyılın bilinen türküsünü söylemekten başka ne ifade etmektedir ki? 

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!