Hayatı ile Eserini Birbirine Mecz Eden Kahraman
Mehmet Âkif, hayatı ile eserini buluşturabilen çok az sanatkârdan biridir. O, Batı’nın ilmini, fennini, tekniğini alarak geleneği müdafaa etmenin nasıl olabileceğini de göstermiştir.
Meslek ve ahlâk sahibi olmak…
Meslek ve ahlak sahibi olmadan dava sahibi olunamayacağını en iyi bilen Akif’tir.
Şair, yazar, gazeteci, üniversite hocası, cemiyetçi, vaiz, mütercim ve veteriner hekim olarak Mehmet Âkif aynı zamanda örnek bir ahlâkçı ve dâvâ adamı idi.
Fen bilimleri tahsili yaparak ve fakat İslâmî ilimlerden nasibdâr olarak mâzimizden emanet değerleri de medeniyet meşalesini taşıyarak samimiyet ve hüner kavramına layığı veçhile sadık kalmak, bu uğurda hizmetler yapmak, eserler vermek mümkündür.
Sezai Karakoç’un Mehmet Âkif’in o muhteşem eseri Safahat’ın yedi bölümünü tahlil ederken ifade ettiği biçimde önce genel sosyolojik çerçeveyi, ardından spekülatif yapıyı, ardından Hakk’ın sesleriyle bir fikrin doktrin çerçevesinin oluşturulması, sonra Fatih Kürsüsü’nde siyasi yapıyı, peşinden savaş sosyolojisini, gelecek zaman kurgusunu ve en son metafizik örgüyü tamamlamak hepimize bir iş ve iman düzeni terkibi sunmaktadır.
Onun fen bilimleri tahsili yapması, o zamanın da en önemli mesleklerinden veteriner hekimliği (baytarlığı) seçmesi ve edebiyat muallimliği, milli mücadele hatipliği vaizliği, yazarlığı, Sebil-ür Reşad ve Sırat-ı Müstakim dergiciliği yanında bu mesleği bilfiil arazide çalışarak ve Halkalı Mektebi’nde hocalık yaparak deruhte etmesi sadece iman ve fikir yönüyle değil; mesleki olarak da memleketimizin bütün tarım camiasına önderlik etmektedir.
Akif, sadece meslektaş ve fikirdaş olarak değil örnek alınması gereken yüksek bir karakter numunesi olarak da hayatımıza ve iş ahlâkımıza yön vermelidir. Onun veteriner hekimliği sırasında müdürünün görevden alınması karşısında kendisiyle kimsenin bir alıp veremediği yokken istifa etmesi iş dünyası ve bürokrasi hayatımız açısından unuttuğumuz bir davranış kodunu hatırlatmaktadır.
Akif’in samimiyet, hüner ve iş ahlâkı yanında mesuliyet, aşk ve merhamet açısından da örnek bir model olduğunu biliyoruz. Nurettin Topçu’nun vuzuhla ortaya koyduğu mesuliyet, hürmet, merhamet, hüner ve aşk modeli doğrudan Âkif’ten esinlenmedir ve bu büyük felsefe adamının da tıpkı Sezai Karakoç’un Mehmet Âkif kitabı gibi hacimce küçük dev bir Mehmet Âkif kitabı bulunmaktadır. O, bize sahip olduğumuz güzel Türkçe’yi doğru ve zengince kullanmada da rehberdir. Zira o sokak Türkçesi’nden meyhane Türkçesi’ne, cami Türkçesi’nden dergâh Türkçesi’ne, medrese Türkçesi’nden mektep Türkçesi’ne kısacası hayatın bütün alanlarındaki insanların diline yabancı olmayan bir zengin dil kullanmaktadır. Üstelik de bunu geleneğin emaneti kalıplarda, vezinlerde, ölçülerde kullanma becerisi göstermektedir.
Fikir ile şiir, dil ile gönül, iman ile teknik buluşmaktadır.
“Fikir plânında Âkif’in en orijinal tarafı, tenkitçiliğidir. Onun şiirinin özelliklerinden biri olan hiciv, Safahat’ta, batılının haçlı zihniyeti için, doğuyu ezen, sömüren, medeniyet adına ölüm makineleriyle gelen batılılar için kullanılmıştır. Fakat asıl mühimi, bu hicivlerin, bu ağır tenkitlerin daha çok Müslümanlar için kullanılmasıdır. Hiçbir fikir adamının, kendi mensubu olduğu zümrenin insanlarını bu kadar ağır tenkit etmiş olduğunu bilmiyorum. Bu Mehmet Âkif’in samimiyetinin en büyük delilidir. Ve galiba bugün de Mehmet Âkif’e duyduğumuz ihtiyacın temelinde bu çeşit bir samimiyetin eksikliği bulunmaktadır.”
ÖRNEK ŞAHSİYET: HAYATI MI ESERİ Mİ DAHA YÜKSEK?
Ölümünün üzerinden üç çeyrek asır geçmesine rağmen, her dem taze olan fikir ve his dünyası ile aramızda yaşayan düşünür olan milli şairimiz hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Bu boşuna değil. Evlerimizi yüzlerce yıldan beri Kur’an süslüyor. Ondan bu yana da Safahat, Kur’an’ın yanında bir başka kitap olarak bu milletin âdeta kaynak kitabı, anayasaların üstünde mutabakat metni olarak yerini bulmuş gibi… Köylüsünden kentlisine, avamından havasına, her gönle hitap etmesini bilen şair, mütefekkir, devlet adamı, önder, mücahit ve bürokrat… O’nun sayılabilecek daha birçok vasfı var. Mehmet Âkif’in Veteriner Hekimliği, ondan söz edenlerin her nedense ya hiç aklına gelmez yahut ender olarak hatırlanır. Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında Veteriner Hekimliğinin kazandırdıklarının ne kadar önemli olduğu herkesin bilmediği bir konudur.
Mehmet Âkif, yirmi yıl Veteriner Hekim olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında Darülfünun’da Edebiyat dersleri de verdi. Meşrutiyet ilanıyla da dergi çıkararak sosyal sorumluluğun en aktif alanında hizmet verdi. İstifa yoluyla görevinden ayrıldığı zaman Veteriner Genel Müdür Yardımcısı idi. Haksızlık karşısında yirmi yıllık meslek hayatından istifaen ayrıldı. Birincilikle bitirmişti O, Baytar Mektebi’ni. Önemli bir makamda da görev yapıyordu. Nâzırın kendisiyle bir alıp veremediği yoktu. Ama O, müdürünün haksız yere alınması karşısında istifa etmeyi bilmişti.
1908’de dergi çıkarmaya başladığında aynı zamanda meslekî olarak da bir çeşit sivil toplum faaliyetine katıldı. Aynı yıl kurulan Türkiye’nin ilk veteriner derneği “Osmanlı Cemiyeti İlmiye-î Baytariyesi”nin kurucusu oldu. İlk veteriner dergilerinden biri olan “Mecmua-i Fünun-u Baytariye”nin yayın kurulu üyeleri arasında yer aldı.
Mehmet Âkif’in önderlik ettiği mesleki derneklerden bir diğeri 1910 yılında kurulan “Baytar Mektebi Alisi Mezunin Cemiyeti”dir. Bu cemiyet, “Risale-î Fenn-î Baytari” adlı yayın organı çıkarıyordu. Âkif bu dergiyi de yönetiyordu. Mehmet Âkif’i Veteriner Hekimlik mesleğinin meseleleri ile bu derece ilgili kılan neydi? Hiç şüphesiz bu mesleğe olan inancı…
Onun bıraktığı izler üzerinde yürüyebilenler saadete ermişlerdir. Veteriner hekimlik, Halkalı’da ve Darülfünun’da hocalık, Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ür Reşad dergilerinde yazarlık, gazetecilik ve çevirmenlik yapan Âkif, yayınlanan şiirleriyle, oluşmaya başlayan Safahat’ı ile de tanınmaya milletin kalbinde yer tutmaya başlamıştı. Birinci Dünya savaşı sırasında yurt içinde ve dışında çalışmalar yürüttü. Milli mücadele başlayınca da derginin editörü arkadaşı Eşref Edip’e “gidip çalışmak lazım” diyerek Anadolu’ya geçti. Kastamonu’da, Balıkesir’de ve yurdun birçok yerinde verdiği vaazlarla halkı milli mücadeleye katılmaya çağırdı.
Yazdığı şiirler, verdiği vaazlar halkı coşturuyordu. Hele hele Çanakkale Şehitleri diye bilinen ve kahraman ordumuza ithaf edilen şiiri yürekler yakıyordu. Âkif’in şiirleri cephelerde de okunmaya başlamıştı.
Cephelerde okunan bu vaazların arka-planını başka bir yazıda ele alacağız. Fakat burada sayın önemini ve buna başlarken asgari şartı yani meslek sahibi olabilmeyi ve o mesleğin en iyisi olabilmeyi şiar olmaktan çıkaran son dönem Müslümanlarının gaflet ve ihanet çemberini masaya yatırmayı daha acil mesele olarak görüyorum.
MESLEĞİ OLMAYAN ADAM, ASIM OLABİLİR Mİ?
Aslında Mehmet Akif’in meslek sahibi olmayı ahlak sahibi olmanın asgari şartı olarak değerlendirmesi Hoca Ahmet Yesevi’den beri bin yıllık terkibin izini sürenler tarafından temel bir şiar olarak kabulünün çağdaş şairin dilinde tercümesinden başka bir şey değildir.
Günümüzde mesleksiz bir sürü insan katma değere el koyma peşindedir.
Üretmeden tüketme eğilimindedir.
Tüketim kölesidir ama Allah’tan başkasına kul olmayacağını da diliyle güya söylemektedir.
Hoca Ahmet Yesevi bütün Anadolu’yu mayalayan Horasan erenlerinin piri olarak din alıp satmamıştır.
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı