Ahmet Turan Alkan yani Üstad, benim handiyse 36 yıllık arkadaşım. 24 Mart günü Üsküdar Belediyesi tarafından düzenlenen Muhsin Yazıcıoğlu’nu anma programında Prof. Dr. Mustafa Delican’ın oturum başkanlığında birlikte rahmetliyi anlattık. Üstad, ‘Lütfü varken benim fazla konuşmama gerek yok’ diye iltifat etse de Muhsin Başkan hakkında elbette onun da söyleyeceği çok şey vardı. En azından Sivas’tan hiç çıkmama kararı verdiği yıllara ait Ahmet Turan Alkan’ın anlatacağı çok özel şeylerin haddi hesabı yok.
İstanbul’a taşındığından beri tıpkı İstanbul’a taşınan diğer taşralı arkadaşlarıma kızdığım gibi o da beni öfkelendiren ‘ya bari sen böyle yazma’ dediğim yazılar yazdı.
Ama 4 Nisan tarihli Suriye ile ilgili yazısı gönlüme su serpti ve ‘maya’nın her zaman ‘cultura’dan da, ‘civilisation’dan da önemli olduğu iddiamı doğruladı.
Üstad, İbrahim Karagül kardeşim gibi medyanın dış politikadaki tek tipliliğine, içine düşürülmekte olduğumuz furyaya itiraz ediyordu.
Öteden beri gazete okumadığımı, televizyonu ise sadece Barselona maçı için açtığımı ifade ederdim. İçerde ve dışarıda pespayelik ve paçozluk hüküm sürerken kendine özgü yorumlara kandaki trombosit kadar ihtiyacımız var.
Hele bugünlerde…
O yüzden Ahmet Turan Alkan’ın ‘Kim İtti Bizi Bu Havuza’ başlıklı yazısı farklı bir ses iması veriyor.
Bu kadarcık imaya bile muhtacız yani…
Üstad şöyle yazmış:
‘Kim itti bizi bu havuza?
Suriye krizi, sakın cami avlusuna terk edilen bir bebek olmasın?
Cami cemaatinin en yufka yürekli, en saf, en iyiliksever üyesine, geçici olarak teslim edilen bebeğin velâyeti, kimse sahiplenmediği için zaman içinde bizim yufka yüreklinin üstünde kalır vee…
Son İstanbul toplantısından nâçizâne benim çıkarabildiğim sonuç böyle bir şeydir. “Suriye’nin Dostları”, Türkiye’ye nâzikâne, “Aman bebeğe sahip çıkmaya devam et; biz azığını, çamaşırını tedarik ederiz; bu arada ailesini bulmak için ciddiyetle araştırmalara devam ediyoruz.” dediler veya ben öyle anladım.
…
O günden bu yana Esed değişmedi; biz de değişmedik ama işin garâbetine bakınız ki ilişkilerimiz, Şam’daki diplomatlarımızı çekecek raddede tatsızlaştı ve bu durumdan en fazla zarar gören -elbette Suriye ahalisi ile- biziz. “Suriye’nin dostları”, ellerini ateşe sokmadan açıktan para desteği ile ağızlarını boru gibi yaparak Suriye’ye bahar rüzgârları üflüyorlar. Her üfleyişte siviller katlediliyor, bîgünâhlar zarar görüyor. Sanki sürüm sürüm sürünsün diye özellikle "Sürünceme modu"nda bırakılan bu süreçte (kakofoni veya aliterasyon!) Suriyeli bigünâhların sırtından geleceğin yöneticileri daha şimdiden iktidar pozisyonlarını paylaşıyor gibidir.
Katliama uğrayanları, bugün itibarıyla "eğitim zayiatı" yarın ise "devrim şehidi" sayacaklardır; âdet öyledir; oysa ki ödümüzü patlatan, yarının Suriye’sinde bahar klimaları çalışıyor olsa bile, ahali arasında sittîn sene sürecek veya sürdürülecek kanlı çatışmaların su basmanı (Basement!) seviyesini bulmuş olmasıdır. Suriyeli siviller her gün can derdinde iken uzaklarda veya yakınlarda bir yerde Avrupalı, Amerikalı, Rus, İranlı ve Arap politikacıların meseleyle ilgili olarak ancak bir briç partisinde olduğu kadar taktik efor ve endişe sarf etmeleri utanç verici.’
Ancak üstada bir hatırlatma yapmamız lazım. O da bizim bu havuza kendi irademizle girdiğimiz.
Her şey âyan beyan ortada idi…
Havuza olan sempatimiz, ayazda terlemelerimiz, kaşınmalarımız, havuzun yanına şezlonglar hazırlatmamız, mayolar sipariş etmemiz böyle bir sonucu kaçınılmaz kılıyordu.
Ne yani bir ‘stratejik derinlik’ lafı, bir ‘çok yönlü dış politika’ imajı bizi kurtarır mıydı?
Enstitüye tez mi hazırlıyoruz?
Fakültede ders mi veriyoruz?
Ya da burası Malezya mı?
Burası Anadolu ve burada asırlardır başka yerlerde anormal olan normaldir. Ayılar, tilkiler, çakallar, sürüngenler ve envai çeşit yaratığın ilişkiler yumağında derviş-gazi olarak hayatiyetinizi idame ettirecek ve yine de başkalarına kan vermeye devam edeceksiniz.
Kolay değil; tarihte de kolay değildi…
Şimdi global statüko bizim Suriye’ye girmemizi istiyor. Hem girmemizi hem de İran’ın olası müdahalesini durdurmamızı…
Yoksa gerisi laf…
Yani ömrü uzun olsun Hayreddin Karaman Hocanın iyiniyet söylemleriyle dış politika imal edilemez.
‘Bu AB süreci iyi, ama girip girmememiz önemli değil, hatta girmesek daha iyi… önemli olan içerde askerin burnunun sürtülmesi’ çıkarsamaları ile sürdürülen politikaların gölgesinde barındığımız yapının sahipleri tarafından ilanihaye içerde bazılarına fırsatlar verip durması mümkün değildi…
Her şeyin bir karşılığı vardır. Ne diyeyim her yamulmanın…