İstanbul işgal altındaydı. İşgal Kuvvetleri, istibdada karşı olan kim varsa tutuklamaya başladılar. İstanbul’da böylece huzuru sağladıklarına inanıyorlardı. İşgal Kuvvetleri özellikle İttihat ve Terakki mensubu olanları tutukluyor, ileri gelenlerini ise Malta’ya sürgüne gönderiyordu.
İşgal Kuvvetlerinin yönetimindeki İstanbul’un ahvali ile ilgili ne yazık ki ok acılar yaşanmasına rağmen o döneme ait romanların sayısı fazla değildir. Dönemi en iyi anlatan roman Üç İstanbul adlı romandır.
Mithat Cemal Kuntay’ın romanını her Türk gencinin okuması gerek. İngiliz subaylarının gönüllerini eğlendirme peşinde olan İstanbul sosyetesinin ezik psikolojisini kavramak, bağımsızlığın ve ahlâkın ne kadar değerli kavramlar olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Üç Tarz-ı Siyaset, Fransız Devrimi (1789) ile başlayan yeni dünya düzeninde Osmanlı aydınlarının batılılaşma sürecinde ve yine Batı tarafından hercümerç edildiği dönemde sarılmak zorunda kaldığı ve Devlet-i Âli’yi kurtarma ve ayakta kalma stratejisi olarak Büyük Rus Savaşı, ardından Balkan Bozgunu, ardından Birinci Dünya Savaşı yıkımlarını paralelinde üretilmiş fikirlerdi. Bu fikirlerin yatay düzlemde de pozitivizm, sosyalizm, liberalizm gibi küresel anlam çerçevesi de yok değildi.
Namık Kemal işte bu dönem Türk aydınlarının derin milliyetçiliklerinin fikir babası olarak önemli işlev gördü. Zaman zaman sürgün edilse de saray yönetiminin üzerinde de kavramsal etkisi vardı. mesela Şehzade iken Abdülhamid’in parlamenter sisteme geçme noktasında ve anayasa hazırlama bakımından Namık Kemal’le birlikte mesai harcadığını da biliyoruz. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının bir kronolojik bir çizgi izlediğini her üçünün de devleti yaşatma adına fikir üretme çabası olduğunu kabul etmeliyiz. Üçünün de bazı kişi ve oluşumlarda aynı devirde birbirine karşıtlık gibi sunulduğu da varit olsa da mesela Ziya Gökalp gibi aydınlarda hızlı bir süreç silsilesi taşıdığı ve siyasal durumun sosyal psikolojisi olarak yaratıldığını daha iyi anlıyoruz. Öyle olunca da önce Osmanlıcılık, sonra İslamcılık ve geç gelen bir milliyetçilik ile Türkçülüğün, gündeme geldiği dönemi açıklayan çoğu olayları yorumlama bakımından iç içe bir kavramsal akış silsilesi olduğu doğrudur. Gökalp fikir babası Namık Kemal’in Osmanlıcılık olarak özetlenen milliyetçiliğine başlangıçta sahip olduğu bilinmektedir. Balkan bozgunu ardından yani Hıristiyan tebanın ayrılışından sonra hiç olmazsa Müslümanları bir arada tutabilecek bir İslamcılık ve derununde Turan ideali, Avrupa’dan kovulmak istenen Osmanlı’ya yeni bir emperyal vizyon çizme bakımından önemlidir. Gerek Arapların kopması gerekse Turan idealinin Sarıkamış’tan sonra artık bir hülya olarak yarınlara ertelenmesi müşahhas bir Oğuzculuk ve Türkiyecilik fikrine evrilmeye sebep olmuştur. Kısa ömründe Ziya Gökalp’ın Türkçülüğü üç çarpı üç kavramsal yoğunluk arzetmektedir. Üçlemesi de Azerbaycan’daki fikirdaşı Hüseyinzade Âli gibi Türk milletindenim, İslam Ümmetindenim, Batı medeniyetindenim özetini ideoloji haline getirmiştir. Bu üçlemenin üç tarzı siyasetin yatay ve dikey düzlemdeki bütün çözümlemelerini de Cumhuriyet’e giden son yirmi yıl içinde idrak düzeyine getirdiğini söyleyebiliriz.
İşte İttihat Terakki mensuplarının asker sivil bütün üyeleri Gökalp hocalarının izinde bu üç çarpı üç fikir mülahazalarını beyin ve kalplerinde yaşayan ülkücülerdir.
Veyl mağluplara!
İngilizler İstanbul’u işgal edince başta Musul’da çarpışması gereken ama gerçeği öğrenmek için kalkıp payitahta gelen Ali İhsan Sabis Paşa olmak üzere birçok öncü ordu kumandanı ya da asker ile aydınlar Malta’ya sürüldüler.
Gökalp’in Malta sürgünü sırasındaki hayatı ve yazdıkları, bugün için de hapis ya da esir hayatı yaşayan her ülkücü için ders çıkarılması gereken çıkarımlardır.
Ziya Gökalp, bugün de bize sadece Türkçülüğünün üç çarpı üç kavramsal inşası adına yol açıcı değil, istibdata karşı hürriyet bilinci açısından da rehberdir.
Makyavelizmi yani amaca ulaşmak için her aracı mubah sayan bir anlayış yerine ahlakı öne çıkaran ülkücü için Gökalp gerçekten insanı dimdik ayakta tutar. Yıkılmaz bir kale yapar.
Ümit Özdağ’ın haksız tutuklanması karşısında Ziya Gökalp’ın Malta günlerini; evine, eşine ve kızlarına yazdığı mektuplarını hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var. Ümit Hocaya bir mektup yazdım ve Ziya Gökalp’ın mektuplarını içeren bir kitap gönderdim.
Fevziye Abdullah Tansel iki cilt halinde Limni ve Malta Mektuplarını yayınladı. Önder Göçgün de bu mektupları konularına göre tasnif ederek özetledi.
Bu mektupları okumadan ve Gökalp’ın Malta hayatını bilmeden sadece birkaç yazısını okuyup onun hakkında toptancı değerlendirme yapan kimi İslamcı yazarlar büyük haksızlıklar yaptılar yüz yıl boyunca. Onu ateizm ile suçlayanlar bile çıktı. Oysa Gökalp bu gerek Malta’da verdiği felsefe ve sosyoloji derslerinde gerekse mektupla evlatları üzerindeki açık öğretimle çok farklı ve o mükemmel insanî yanlarını ortaya koymaktadır. Hatta denebilir ki kızlarına mektupla açık öğretim gibi ilahiyat dersleri vermektedir. Satır aralarındaki duygularını tahlil edenler ne kadar iman sahibi olduğunu müşahede edecektir.
Metanet ve ahlak bu mektupların en başta gelen kavramlarıdır.
“Bizim soyumuz metanetli ve cesaretli bir soydur.” Der sıklıkla.
“Kederli zamanlar geçecek fakat mümkün olduğu kadar vücutlarda iz bırakmadan geçsin. Keder, ızdırap gibi heyecanlar sıhhat için muzırdır. Ben burada kedersiz bir hayat geçirmeye çalışıyorum. Sizin de orada öyle yaşamanızı isterim. Allah varken, her şeyin sonunun iyi olacağından emin olmalı. Bizim soyumuz metanetli cesaretli bir soydur. Babalarımız mütevekkil, dindar adamlardı. Biz de onlar gibi metin ve mütehammil (dayanıklı) olmalıyız.”
Yine bir başka mektubunda kızlarına imanlı ve metanetli olmayı öğütlemektedir:
“İnsan, felaket içinde bile zamanını mes’ud geçirmeğe çalışmalıdır. …
Yazı isteyen kışa da razı olmalı. İşte ben böylece kendimi avutuyorum. Siz de benim gibi imanlı ve metanetli olunuz. Çünkü sonumuz hayırdır.”
Bir başka mektup:
“Benim sıhhatim iyidir maneviyatım da çok sağlamdır. Kendi kendimi boş yere sıkmam. Sıkılmanın zararlı olduğunu bilirim. Duygusuz değilim, fakat heyecanlarımın esiri değilim. Bir arif nasıl yaşarsa ben de öyle yaşıyorum.
Yaşamayı farz bildiğim için nefsime galebe gelmeye çalışıyorum. Kendime esaret içinde hürriyet icat ediyorum.”
Onun için felaketlere karşı metanetli olmak olmazsa olmazımızdır:
“Felaket arttıkça metanetin de artması lâzım. Dert arttıkça tahammül de çoğalmalı! Keder çoğaldıkça sabır da çoğalmalı!
Zaman su gibi akar. Allah’ın inayetinden hiçbir vakit ümidi kesmemeli!”
Metaneti ve felaketlere karşı sabırlı olmayı Doğu düşüncesinin felsefeleri arasından da süzmeyi bilir bir mektubunda:
“Felaket içinde yaşamak da bir zevktir. Şarkın dervişleri, kalenderleri, rindleri hep böyle yaparlar. İnsan hayata nasıl bakarsa öyle görür. Benbinler, saadeti felaket, nikbinler(iyimserler) ise kederleri sevinç görürler. Bizim şark filozofları gibi nikbin olmak iyidir. Madem ki ilim var, mefkûre var, bu ikisi de ileri gidiyor; o halde insaniyet gittikçe daha iyi olacak. İlahi bir ahlak ahlaksızlıkları ortadan kaldıracak. Dünyanın işleri nasıl görünüyorsa görünsün ben böyle düşünüyorum, böyle inanıyorum.”
Yaşanan bu zulümlerin Allah tarafından kullarına hele hele haklı kullarına reva görülmesi ona göre mümkün değildir.
Evet, Malta ayrılığı uzamış iki yılı geçmiştir; Gökalp, o demlerdeki mektuplarının birinde şöyle yazar:
“Benim duygularım o kadar incedir ki, dil ile anlatılamaz gönüller birbirini daha iyi anlar. Ayrılık uzadı, uzayacak. Gönlümün tahassürü iştiyakı artıkça artıyor. Bize bu cevri reva gören felek mi, şeytan mı bilmiyorum. Herhalde Allah değil. Allah bizim taraftadır, çünkü hakkı, hakikati, adaleti isteyen biziz.”
Hakkı, hakikati, adaleti isteyenler her halde şeytan tarafında olamazlar.
Şeytan tarafında olanlar hakkı, hakikati, adaleti isteyenlere eziyet edenler, haksızlık edenlerdir.
Her zaman…
Dün de, bugün de…
“Elbette Allah bu işlerin sonunun hayra çevirecek. Düşmandan medet ummak, şeytandan medet ummaktır. Allah’tan gelen felaket, şeytandan gelecek saadetten iyidir. Ben kendini bütün teslimiyetle Allah’a bırakmış bir adamım.”
Ruhun yiğitliği, sabır ile metanetten ibarettir. Bu iki kanada malik olan ruhlar selamete vasıl olabilirler. Hayat ruhların birleşmesiyle daha iyi yaşanabilir. Ruhların birleşmesi en büyük felaketleri mağlup eder. Ben ruhumu uzaktan sizin ruhlarınız ile birleştiriyorum. Siz yakından ruhlarınızı birleştirmez, ayrı ayrı düşüncelere dalarsanız, metanetiniz kuvvetli olmaz. Halbuki metanete ihtiyacımız vardır.”
Bugün de Ümit Özdağ sanki Ziya Gökalp’ın metanet fikirlerini yaşamakta ve yaşatmaktadır. Dışarıdakiler metanetlerini ve ruhlarını birleştirmez ayrı ayrı düşüncelere dalarlarsa şeytandan gelen saadete aldanırlarsa imanları zaafa uğrar.
Esaret altındakiler düşmandan medet umarlarsa işte o zaman mağlup olurlar. Şeytanın saadet tuzakları, Hak’tan gelen felaketleri doğru kavrayamamaya yol açar.
Âkif’in; “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” diye tarif ettiği şeytanın vereceği hiçbir saadet yoktur.
Bugün umumi bir delilik yaşandığı acı bir gerçektir. Bugün derken yüzyıl önceki bugün ile bugün handiyse aynı felaket ve metanet çarpışmasından ibarettir.
“İnsanı ahlaken yükseltecek zamanlar, büyük felaket zamanlarıdır. Mefkûre böyle anlarda doğar ve kuvvetlenir. Akıl böyle zamanlarda vehimleri kovar; irade böyle zamanlarda sinirlere, heyecanlara, ihtiraslara hâkim olur. Bu zamanlar insanları ya sefil, yahut kahraman yapar. Mefkûresiz, akılsız ve iradesiz olanlar sefil olur. Vicdanına, mefkûresine kıymet veren, aklına iradesine tabi olanlar ise kahraman olur. Tarih daima bu gibi zamanları hikâye etmekten hoşlanır.
En fena ihanetler bu gibi zamanlarda yapıldığı gibi en yüksek fedakârlıklar da bu devirlerde görülür.
İşte bugün biz böyle bir devre içinde yaşıyoruz.
O halde aklımıza, irademize tabi olmağa çalışmalıyız. Umumun dediklerine uymayarak, mefkûrevî (ülküsel) ahlak neyi emrediyorsa, vicdanımızda onun seslerini nasıl işitiyorsak, öyle hareket etmeliyiz. Umumi delilik ne zaman geçecek diye beklemeyelim. Biz akıllı olalım.”
Ziya Gökalp’ı her ülkücü, sadece kitabi olarak değil ruhen de yaşamalı ve ahlâkını yaşatmalıdır.
Yüksek vicdan, ahlak ve akıl ile şeytanın tuzağını alt edebiliriz.
Dün de böyleydi, bugün de böyle…