Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Galip Erdem’i Hatırlamak Üstüne…-3

featured

Bugün 1980 ihtilâlinden başlayan bir bunalım yaşıyoruz. Aradan geçen çeyrek asırdan fazla zamana rağmen milliyetçiliğin üçüncü dalgası hâlâ flu bir manzara arz ediyor; Beşiktaş nasıl yurt dışında ülkeyi layık-ı veçhile temsil edemiyorsa, milliyetçilik de içerde esen envai çeşit rüzgârın üstüne uluslararası arenada kendini anlamlandıramıyor, ülkesini temsil edemiyor, hep baş belası bir fikir ve aksiyon olarak hatırlanıyor.

1944 Olayları, Beşiktaş’ın şampiyon olduğu devreye rastlıyordu. Beşiktaş şampiyon olurken Türkçüler, 3 Mayıs 1944’te yargılanmaya başlanmıştı.

Faşizm rüyalarıyla emperyalistler arenasında geç kalmış bir intikalin peşinden koşan Almanya ve İtalya, sömürgelerdeki paylarının peşinde yeni ideolojiye sığınıp koşturuyor; bu arada komünist Rusya ile İngiliz-Yahudi emperyası buluşuyordu.

1938’lerde yükselen Faşizm yıkıntıya uğruyor, 1944’lere doğru artık Almanya, işgal ettiği topraklardan geri çekilmek zorunda kalıyordu.

Müttefiklerin kazanacağı belli oluyordu. Türkiye’de ise tek parti iktidarı hüküm sürüyordu ve İsmet Paşa, Türkiye’yi savaşa sokmamak için çok uğraş vermiş ve fakat bu çok pahalıya mal olmuştu. Halkın hafızasında bu dönem karne dönemi olarak yer alacaktı. İsmet Paşa Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı ittifakı içinde yer alması gerektiğini düşünüyor, buna göre tek partili siyasi hayattan iki partili bir siyasi hayata geçmenin zaruri olacağını anlıyordu.

Sovyetler Birliği ise galiplerin tarafındaydı ve Türkiye’den Kars’ı ve Ardahan’ı talep ediyordu. Sovyet tehdidi karşısında Türkiye’nin dış siyasetinde yeni tercihler ve açılımlar için hazırlanılırken iç siyasetinde ise bir arınma gerekiyordu. Üç tarzı siyasetin Türkçülük versiyonuna dayanılarak kurulduğu söylenen Cumhuriyet bu sefer Türkçülüğü yargılamak zorundaydı kendini kurtarmak için.

Kimilerine göre muvazaa kokan bu yargılama ile tabutluklarda milliyetçilere işkenceler yapıldı ve bu yargılama, böylece Türkçüler Günü, sonra da Türkçüler Bayramı olarak anılır oldu.

Beşiktaş şampiyon olurken milliyetçiler tabutluklarda kalıyor, mahkemelerde yargılanıyordu.

Başta Nihal Atsız, Necdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan olmak üzere birtakım yazarlar, öğretim üyeleri, öğretmenler yanında Alparslan Türkeş de genç bir teğmen olarak yargılanıyordu.

1960 İhtilalinin radyodaki gür sesi Türkeş’in siyasi hayatının başlangıcında da 44 olayları ve 3 Mayıs Türkçülük Bayramının önemli bir yeri vardır.

Türk milliyetçiliğinin Cumhuriyet sonrası tarihçesi içinde kendine bulduğu birinci mesnet halkası işte bu 1944 Türkçülük Olayları mahkemesi ve onun yarattığı mağduriyet ortamıdır. Bu mahkeme ve mağduriyet ortamı üzerine bina edilen ideolojik kurgu, 60 ihtilali sırasında ihtilalin gür sesi olarak ortaya çıkan Albay Alparslan Türkeş için ilk başta bir zafiyet teşkil ediyordu. Çünkü ihtilâl, aslında bir ihtilalci kadronun eseri olmasına rağmen bütün orduyu kuşatan bir müdahaleye dönüşmüştü. İhtilâlin kudretli albayı için 1944 olayları öne çıkarılacak bir şey değildi. Ama Hindistan sürgünü dönüşü politikaya atılacak olan Albay Alparslan Türkeş için 1944 Türkçülük Olayları, oturacağı kaideyi işaret ediyordu.

Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nden doğmuş bir partiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO’da ve Batı ittifakı içinde yer almaya karar vermiş Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi elzemdi. Bu yüzden Dörtlü Deklarasyon ile tek partili hayata son verilmesi ve yeni bir partinin zuhuru kaçınılmazdı. Aslında halkın büyük teveccühünü kazanan Demokrat Parti de halk tarafından kurulmuş değildi. O da tepeden inme ve muvazaa ilişkileri içinde kurulmuş bir partiydi ve ülkenin uluslararası konjonktürel durumu ile ilgiliydi. Demokrat Parti 1960 İhtilâli ile uzaklaştırılınca yerine aynı kültürel ve siyasal tabana hitap eden Adalet Partisi ile birlikte iki yeni partiye ihtiyaç vardı. Milliyetçi kültürel tabanın biraz İslâmî hassasiyet bakımından önde veya ayrı olanları için MSP, milliyetçiliği Adalet Partisi ekseninden daha sağda sayılan MHP geleneği böylece tebellür etti.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluşu –CKMP’nin MHP’ye evrilmesi- sürecinde yepyeni bir ideolojik ve doktriner bir çizgi icat edilmeliydi. Bunda 1944 Olayları bir mesnet oluyor ve 3 Mayıs Türkçüler veya Milliyetçiler Bayramı her yıl kutlanmaya başlıyordu.

Milliyetçiliğin birinci dalgası Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan Türkçülük siyasi akımının ve 1911 ve 1912 yıllarında Balkan bozgunu sonrasında yaşanan travmanın itelediği üç boyutlu milliyetçiliktir.

Birinci dalga iç içe üç dalga halindedir. Bunlardan birincisi Osmanlıcılık ve İslamcılık ile hemmizaç olan emperyal Türkçülüktür.

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”

Mısralarında adı geçen Turan ülkesine erişmek amacı taşımaktadır. Ziya Gökalp bir başka şiirinde ise “Türkiye büyüyüp Turan olacak” demektedir.

Emperyal milliyetçiliğin hedefleri tutturulamayınca ikinci dalga, emperyal mirastan vazgeçmek zorunda kalışın reel-politik zeminidir. Türkiyecilik diyebileceğimiz bu akımın ardında da Oğuzculuk gibi bir hedef bulundurulmaktadır.

İç içe üç dalga halindeki milliyetçiliğin bu birinci dalgası, kısa bir zaman dilimi içinde 1910-1920 arası çok büyük deneyimler kazandı. Büyük çileler çekildi. Büyük savaşlar, büyük kayıplar, büyük yıkımlar, büyük kopmalar, büyük heyecanlar, büyük hazırlıklar hepsi hepsi genç Osmanlıları ve Cumhuriyet fikriyle yananları pişirdi, çelikleştirdi.

Birinci milliyetçilik dalgasından koskoca imparatorluktan Anadolu ve Trakya coğrafyasına çekilme, dağılma, çözülme de yaşandı; yeni bir diriliş, Cumhuriyet inşası, yok olma tehlikesini bertaraf edip bağımsızlığı elde etme gibi moralce yüksek kılan oluşumlar da yaşandı.

İkinci Cumhuriyet dalgası 70’li yıllara doğru milliyetçiliğin siyasi organizasyona kavuşması, partileşmesi olarak yorumlanabilir. Bu dalga, daha sonraki otuz yıla damgasını vuracak ve bir yandan siyaseti bölmede kurgulandığı gibi, bir yandan da milliyetçilerin siyasî organizasyon sahibi olmalarıyla özgüvenlerini geliştirmelerine kapı aralayacaktı.

Beşiktaş her iki milliyetçilik dalgası ile at başı bir kaderi paylaşıyordu. Beşiktaş’ın kaderi ile milliyetçilerin kaderi birbirine benziyordu.

Bugün 1980 ihtilâlinden başlayan bir bunalım yaşıyoruz. Aradan geçen çeyrek asırdan fazla zamana rağmen milliyetçiliğin üçüncü dalgası hâlâ flu bir manzara arz ediyor; Beşiktaş nasıl yurt dışında ülkeyi layık-ı veçhile temsil edemiyorsa, milliyetçilik de içerde esen envai çeşit rüzgârın üstüne uluslararası arenada kendini anlamlandıramıyor, ülkesini temsil edemiyor, hep baş belası bir fikir ve aksiyon olarak hatırlanıyor.

 

BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR?

1980 ihtilali sonrasında çıkarılan Yeni Sözcü gazetesinde yazan Galip Erdem, dönemin gizli dilini Beşiktaş mazmunu etrafında geliştirmişti. Beşiktaş, Türkiye’nin ve mahkûm edilen milliyetçilerin ahvâli idi…

Galip Erdem’in “Beşiktaş Nasıl Kurtulur” (Yeni Sözcü, 1981) başlıklı yazısı şöyle:

“Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye televizyonu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadi­yen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acayip sesler geliyor, hiç anlamıyorum. Bir türkü olsa dinlerdim: Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibem/Kan damlar yüreğime/Anam anam garibem,” Bir Horyat da fena sayılmazdı: Düşde gör/Hayâlde gör düşde gör/Düşenin dostu olmaz/Hele bir yol düş de gör.” Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi. Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre.” Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.

Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş’ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş’ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn’u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş’ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!

Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt’ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid’e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor’u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?

Beşiktaş’ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir? Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar! Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul’un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor’un ajanları ve Trabzonspor’un uşakları da vardır. Şu hâlde bir: Beşiktaş’ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye’nin her yerinde, hatta Türklerin yaşadığı diğer ülkelerde “koyu” Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.

Son zamanlarda Beşiktaşlılardan çok, diğer takımlara mensup olanların “Beşiktaş nasıl kurtulur?” konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş’ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.

Yanlışlık nerede, suç kimde? İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye’nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş’ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş’ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal’ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir “Beton” Mustafa vardı, Harbiye’de oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.

Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.

Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mensubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş’ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor’un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş’ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?

Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş’ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş’ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş’ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz’a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan’ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş’ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?

Şimdi de Beşiktaş’ı kurtarmanın asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş’ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pek çok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılara ve Trabzonsporlulara vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.

Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanm şefkatli yumuşak­lığı ile çekilecektir.

Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır…”

 

DEVAM EDECEK

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!