Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Eve Dönüş Stratejisi

Aydınlanma çağının mimarı Avrupa, bir yandan yeni sömürge alanları keşfederken, diğer yandan yeni icatlarıyla geliştirdiği tedhişçiliğini beyaz ırkın üstünlüğüne kanıt teşkil eden medeniyetini her çağda daim ve her mekana kaim kılmağa adadı.

Önce İngiltere, ardından Fransa ve Almanya dünyanın her tarafında yeni keşfedilen zengin kaynakları ele geçirmek için “sözde uygarlık taşıyorum” iddialarıyla eski zaman diktatörlerini aratan işgaller gerçekleştirdiler. Eski Roma, modern zamanların hâkim medeniyetinden daha insancıldı kuşkusuz.

Avrupalı soysuzlar aristokrat düzenin yerine kendi burjuva düzenini geçirebilmek için dünyanın zenginliklerini ülkelerine getirmeği marifet saydılar. Kişiliksiz sızmalarla yeni kıtalara açıldılar. Karşılarına bir güç çıktığında her türlü yalakalığı, üçkâğıtçılığı denediler; ne zaman o gücü alt edebileceklerine inandılar, o zaman acımasız kıyıcılıklar gerçekleştirdiler. Kuzey Afrika, Güney Afrika, Orta Afrika, Uzak Asya, Hindistan, Adalar, Güney Amerika, sonra Osmanlı toprakları… Önce dünyanın bir numaralı devleti olan Osmanlı’ya diş geçiremeyeceklerini bildiklerinden etraftan dolaşma stratejisi benimsediler. Kendi hallerinde kendi medeniyet anlayışlarıyla kendi hayatlarını yaşayan masum Afrika halklarına denizden, kıyıdan sızmalar gerçekleştirdiler. İçerlerde bir yerde ya elmas, ya gümüş, ya da altın madeni yahut da eski hazinelerin izlerini yakaladıklarında yerli halk üzerinde her türlü mezalimi uygulamaktan çekinmediler.

Buharlı gemilerin icadıyla uzak kıtalara erişenler, ardından demiryollarıyla kıtaların içlerine dühul ettiler. Ardından makineli tüfeğin icadıyla sinek öldürmekten daha kolay biçimde yerlileri katlettiler. Yüzbinlerce Afrikalı makineli tüfeklerle yerlere serildiler. Güney Afrika’da, Mısır’da, Fas’ta, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Habeşistan’da, Sudan’da batının acımasız kan dökücülüğünü insanlık unutmuşa benziyor. Çok eski zamanlarda değil 19. Ve 20 asırda gerçekleşti bu katliamlar.

İmparatorluk Çağını Kapatan Makineli Tüfek Çağı

En son Osmanlı’nın üzerine meşhur “Şark Meselesi” icadıyla müthiş bir saldırı gerçekleştirdiler. İçinde sayısız entrikalar, espiyonajlarla…

Geçen asrın başında ve ortasında dışarıdaki acımasız kan dökücülükler, dünyayı paylaşmalar yerini, batının büyük güçlerini birbirlerine karşı da centilmenlik anlaşmasını yıkarak saldırıya geçmelerine terketti. Ellerinde makineli tüfeklerle birkaç batılı maceraperest güdük kralların, kraliçelerin medar-ı iftiharı oldular.

Aralarında centilmenlik anlaşması olan İngiliz ve Alman serseriler birkaç tane makineli tüfekleriyle Afrikalıları yere sererken bunun bir katliam olduğunu hatırlarına bile getirmiyorlar, fakat başka kıtalarda götürülecek zenginlikler ararken karşılaştıkları diğer Avrupalılara rahatsız nazarlarla baksalar da birbirlerine karşı bu acımasız silahı kullanmıyorlardı. Ne zamana kadar? Barbarlıkları ve kana kıyıcılıkları giderek alışkanlık haline geldiği ve paylaşımlarda sınır tanımaz hırslarına gem vuramadıkları zamanlara kadar?.. Ondan sonra artık dünyanın bütün çağlar boyunca görmediği bir kana kıyıcılık, dünya savaşları yaşanacaktır. 

15.yüzyılın başından 19.yüzyılın ortalarına kadar Afrika kıtasının ancak yüzde onunu sömürgeleştirebildikleri halde, Avrupalılar 19.yüzyılın en müthiş buluşu makineli tüfek sayesinde on yıl içinde bu kıtanın yüzde seksenini sömürgeleştirmişlerdi. Cecil Rhodes adlı bir İngiliz ağabeyinin yanında pamuk toplarken genç yaşta İngiltere’nin Afrika istilasına imzasını atmıştı. “1894’de Kraliçe Victoria bir partide kendisini gördüğünde şöyle sorar: “Sizi son gördüğümden bu yana neler yaptınız, bay Rhodes?” Rhodes’in cevabı kraliçe için onur vericidir: “Majestelerinin dominyonlarına iki ülke daha kattım efendim.”*

Ne olduysa zaten 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra oldu. Rusları da kışkırtan İngilizler dünyanın her tarafında sürdürdükleri sömürgecilik siyasetlerine Osmanlı’yı püskürterek devam etmek istiyorlardı. Osmanlı topraklarının daha önce kıyısından dolaşarak dünyayı paylaşanlar bu sefer onu hasta adam haline getirerek hedefe kâh doğrudan, kâh maşa kullanarak varmak istiyorlardı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, ardından Kıbrıs’ın İngilizlerce işgali, Süveyş Kanalının kontrolünün ele geçirilmesi, Kahire’nin işgali ve Sudan.
Sudan’da sert bir direnişle karşılaşan İngilizler, Müslüman direnişçilere yine Müslüman sömürgelerinden topladığı askerlerini sürdü. Çanakkale’de de Türklerin üzerine benzer taktiği uyguladılar. Yüzyıl sonra Müslüman toplumların üzerine yine Müslüman askerlerin gönderildiğine tanıklık yapmaktayız. Bir tek farkla ki, bu sefer İngilizler ABD’nin eteğinde bu birikimlerini konuşturmaktadırlar.

18 ve 19. Yüzyıllar bütün dünyada ipini koparanların modern barbarlıklarıyla kurulu düzenin, nizam-ı âlemin ortadan kaldırılmasıyla geçti. İmparatorluk çağı kapandı. Şark Meselesiyle dünyaya nizam veren Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Fakat 700 yıllık bu dev, çökerken kendisiyle beraber İmparatorluk çağını da kapattı. Prof. Dr. Mehmet Genç’in** ifadesiyle çöküşü kuruluşundan daha muhteşem olan Osmanlı Devleti, sömürgeciler başka başka hedefler gösterseler de, devin etrafından dolaşsalar da nihai hedef olarak hazırlanıyordu. Eğer tarihi doğru okuyabilirsek, yüzyıl sonra yaşananlara bakılacak olursa, Türkiye yine hedefteki ülkedir ve gaye onu kendi kimliğinden, etrafından, medeniyet dairesinden uzaklaştırarak, AB eşiğinde dayanılmaz şizofrenler yaratan beklentilerle oyalamaktır. 

Zafer Yanılsaması

İki kutuplu dünya yıkılırken yeni bir yüzyıla on yıl vardı. Bu on yıl içinde tarihini, değerlerini, birikimini iyi kullanabildiği takdirde Türkiye’yi yeni fırsatlar sahası bekliyordu. Fakat ne yazık ki bu yılları Türkiye büyük bir şuursuzlukla, idraksizlikle geçirdi ve daha sonra hazırlanan tuzağın içine düştü. Bu tuzak bir yandan içerde “entropi” yaratarak kendi gücünü ve enerjisini kendi kendisini yemeğe götürdü; diğer yandan da uygulanan ekonomik politikalarla IMF’ye muhtaç hale getirilen ülke komşularıyla ticaret yapamaz duruma getirildi, yönlendirilen bürokrasiyle de hem bütçeler soyuldu, hem de halka ve değerlerine karşı savaş açıldı.

Bütün bu her ü merç karşısında idrak ve şuur sahibi olmaları gerekenler de ne yazık ki bu tuzağın içinde figüran rolü edindiler ve entropiyi hızlandırdılar.

Yenildik. Bir kez daha yenildik ve şimdi bu yenilgiden daha önce de yapıldığı gibi “zafer” kazanmışlık yanılsaması hazırlanıyor. AB’ye gireceğiz, Kıbrıs’ı vereceğiz, 28 Şubat’ta “Türk önde, Türk ileri” diyerek Türkiye’yi kurtardık, borçlarımızı silebilirler, bir hamle daha yapmamız lazım; birçok “ödün” daha vermeliyiz vs…

Yaşasın liberalizm, devletin küçültülmesi, yaşasın kemalizm, yaşasın laiklik. Kahrolsun şeriat, kahrolsun yeşil sermaye, aç kalırız ama devrimlerden taviz veremeyiz… Amerika Büyük Devletleri ne diyorsa o…

Türkiye’nin son on yılda yaşadığı entropinin bir parçası olmamak için henüz 28 Şubat arefesinde “Eve Dönme Stratejisi” diye bir kavramdan bahsetmiştim ve ardından “Milli Sivil Stratejik Konsept” adında bir kitap hazırladım.**

Ne yazık ki bu yaklaşımlar ilgililerce pek değerlendirilmedi.

Dostlar, niçin eve dönüyorsunuz dediler. Daha yapılacak çok iş var.

Birileri yer altına mı çekilmekten bahsediyoruz diye kuşkulu ve ardından muhayyelelerinde canlandırdıkları senaryolardan ürkerek bir “vehim” söylemi geliştirdiler. Giderek korkular depreşti ve korkular yeni kurguları sürükledi.

Kelebek, kelebek olabilmek için bir safhadan geçer, bir hazırlık devresi yaşar. İpek böceğinin kozasının örülmesi ve içerde bir olgunlaşma vetiresi yaşanacaktır mutlaka.

Geleneksel kültürümüzde “inziva” diye bir kavramdan ne yazık ki günümüz aydınları, siyasetçileri, devlet adamları pek nasibdar değiller. Oysa inziva bir derinleşmedir; bir hazırlanma, bir içe dönme ve dışarıda kendini bekleyen yeni hayata daha bir donanımlı çıkma projesidir.

Eve Dönme Stratejisi bir oluştur, bir yoğunlaşmadır, bir gaye-gayret sentezidir. Bir zikirdir, bir duyuştur, bir isyanlı sükûttur ve ardından proje olgunlaştırılıp, strateji-ideoloji kurgusunun yani zihinsel ve matematiksel modelin geliştirilmesinden sonra “eylem planı” ortaya konacaktır. İşte o zaman evin içi de, dışarısı da beklediğimiz gibi, görmek istediğimiz gibi olacaktır. Olmak zorundadır. Çağı dönüştüren bütün ülkücü oluşumlar, bütün medeniyet kurucuları böyle yapmışlardır. Roma’ya karşı ilk Hıristiyanlar; ardından ilk Müslümanlar, Horasan’da pişen Türkler…

Bölünük siyasetimiz, ortak paydamızı oluşturan değerlerin sadece birine dayalı siyasetler ve kurumsallaşmalarla karşımızda geliştirilen stratejilere karşı koyabilmemiz mümkün değildir. Bu bölünük siyaset içinde yer alanlar bizatihi taşıdığı veya iddiasını sürdürdüğü değerlerin düşmanı programlara kapı aralamışlar, kendini bitirme senaryolarında rol almışlardır; kendi değerlerinin başına yeni belalar örmüşlerdir.

Bu durumda bir geri çekilme, tamamlanma ve sonra yeniden mücadele programına ihtiyaç olduğu açıktır.

Yaratıcı Düşünce ve Formül

Her şeyden önce “emanetin ehline verilmemiş olması” yüzünden, insan gücünde, personelde bariz bir kalitesizlik vardır. Kavramsal ve kurumsal olarak yaratıcı düşünceyle “intellect” bir yeniden yapılanma ortaya konamamıştır. Taklit ve kendi kendini tekrar ile tarihe boş öykünmeler gaye büyük olsa da gayretin basiretsizliğine yol açmaktadır. Fikir ve bilgi birbirinden habersizdir. İmkânlar ve sınırlılıklar bilinmediği gibi elde çalışma sahalarıyla ilgili doğru dürüst veri de yoktur.

Öncelikle ne yapılmalıdır:

1.  Eve dönülmeli, evin yabancılaştığımız her şeyi yeniden gözden geçirilmelidir. Korunması gerekenler korunmalı, temizlenmesi gerekenler temizlenmeli, atılması gerekenler atılmalıdır. Eşyanın, tabii ki önce bizim olan eşyanın künhüne varabilmeliyiz.
2.  Evdeki bugüne kadar olan yaşantımızı gözden geçirmeliyiz. Evi, insanlarını, toplumsal hayatını, tarihini, değerlerini, huzurunu, problemlerini her şeyini yeniden yakınen kavramalıyız.
3.  Evin çalışma odasını, kütüphanesini, çilehanesini hazırlamalıyız.
4.  Kendimizi belki kısa, belki de çok uzun bir süre için hazırlamalıyız. Yeniden doğuş için içe doğru derinliği yakalamalıyız; inzivamızı çevreden merkeze – merkezden muhite doğru gel-gitlerle hep derin bir yaratış içinde mukavim kılmalıyız.
5.  “Ben kimim ve bu hal neyin nesi” sorusuna önce benliğimizde sonra merkezden muhite sürekli sormalıyız.
6.  Veri tabanı oluşturmalıyız. Elde somut bilgiler yoksa iddiaların hiçbir anlamı yoktur.
7.  İmkânlar ve sınırlılıkları belirlemeliyiz
8.  Bilgiyi derlemeliyiz. Bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olunamaz. Küçük bir tez hazırlarken dahi konu ile ilgili olarak daha önceki çalışmalar ve kaynaklar tespit edilir ve hıfzedilir.
9.  Sonra bir çalışma programı hazırlanmalıdır. Bunun iki aşaması olacaktır:
a)  Zihinsel model hazırlama
b)  Matematiksel model hazırlama
10.  İdeoloji-strateji ve eylem planı bütünlüğü tahlil edilmelidir.
11.  Kavramsal ve kurumsal bütünlük gözden geçirilmelidir.
12.  Eylem Planı hazırlanmalı ve uygulama programı takip edilmelidir.

Bu aşamalar hemen her konuda, bizi ilgilendiren her sahada içerden dışarıya, merkezden muhite; dışarıdan içeriye, muhitten merkeze sürekli denetlenmeli; beyin, kalp ve uzuvlar arasında koordinasyon hizmetleri sürekli kılınmalıdır. Zamanın, mekânın ve eşyanın bizle olan ilgisi de bütün konuların bu program devinimleriyle at başı ele alınmalı; sonra hemen tamamının doğru tahlil ve terbiyesiyle ortaya çıkacak sibernetik kurgusu hazmedilmelidir. Nefsin bu müthiş kontrolü kişiyi aşkın bir felsefeye eriştirecek ve etraftaki bütün dikeyleri yatay hale getirmesine yardım edecektir.

Eşik Ülke Türkiye ve İngiliz-Yahudi Diktatoryası

Bugün global statükonun Türkiye etrafında oluşturduğu kriz yönetimi, Körfez krizinden, İsrail-Filistin, Balkanlar, Kafkaslar ve ardından Afganistan krizlerinin nihai noktada Türkiye’yi de içine alan bir bir büyük buhrana kapı araladığını iddia etmek yanlış olmaz. Uzun vadede “eşik ülke Türkiye” doktriniyle Türkiye iflah olmaz bir çaresizlik içinde tutulmaktadır. ABD ve AB zaman zaman farklı yaklaşımlar serdetseler de, Türkiye için oluşturulan uzun vadeli doktrinde fikir birliği içindedirler. AB ve ABD’nin bazı evrensel ilkeler ve dünyanın müsbet birikimi bakımından bazen doğru şeyler söyleseler de derindeki merkezin uygulama sahasında çok daha etkin olduğunu söyleyebiliriz. Bu merkez diktatoryası bir İngiliz ve Yahudi medeniyetidir.

Buna karşı mücadele etmek çoğu kere bizatihi onun senaryolarının bir parçası olma sonucunu doğurmaktadır. Bu yüzden medeniyet dirilişçiliğini gerçekleştirmeden, buna dayalı siyasal ve toplumsal kurgulamayı başarmadan, strateji ve eylem planı ortaya koymadan yani kısaca inzivaya çekilip tamam olmadan ucunda ışığı görebileceğimiz bir mücadeleye girişmek, “doğmamış çocuğa don biçmek”, ya da bahar gelmeden kış ortasında çiçek açmağa benzer. Bizim heder olup gitmemiz, daha önceki kaybolan, tutunamayan kuşakların gitmesi gibi belki şahsi anlamda bir şey ifade etmez ama gidenlerle birlikte topyekün ayakta kalma iradesi, son tutamaklar yitip gitmektedir.

Evet eve dönmeliyiz ve evimizin bir yerinde uzlet köşesi kurmalıyız. Bir çilehanemiz olmalı. Tıpkı Hoca Ahmed Yesevi’nin 63 yaşında girdiği çilehanesi gibi. Toprağın altında, mezar gibi daracık alanda bütün dünyayı kucaklayan bir fikir çerçevesi inşa edilmelidir. Türkistan’daki Yesevi dergahı, Horasan’daki sayısız erenin çilehanesi Anadolu’nun, Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecini hazırlamıştır. Büyük çekilme, büyük dirilişin yolunu açmıştır. Türkistan’daki, Horasan’daki evlerin benzeri Anadolu’nun ve Balkanların da her yanına yayılmıştır. Aksaray’daki Somuncu Baba tekkesi, evi, çilehanesi ile Türkistan’daki Yesevi tekkesi, evi, çilehanesi aynı derinleşmenin eşyaya ve dünyaya hâkimiyetinin yansımalarıdır. Bölünük siyasetlerden kurtulabilmek ve yeni çağa yeni birlik projesiyle hazırlanabilmek için öncelikle “çağı kuran irade” kavramını iyi tahlil edebilmek gereği vardır. Bir kelime dünyayı, çağı ve mantalitesini değiştirir tek başına. Kutsal kitaplar kelimedir. Tevrat “önce söz vardı” diye başlar. Kuran’ın ilk emri “oku”, ezberle manasına mıdır? Nasıl ki Marx dünyayı kelimeyle değiştirmiştir. Hegel’in ruhçu diyalektiğini ters-yüz edip maddeci diyalektik haline getirmiş ve bu formülle koca bir ideoloji kurmuştur.

Bugün evden kopanların yapması gerekenler yüz yıl önce mağlubiyetin kaçınılmaz sonucu olarak batıya karşı taktik geliştirme manasındaki Ziya Gökalp sosyolojisinin yeniden tahlil edilerek kültür ve medeniyet ayrımını ters-yüz ederek milliyetçi çizginin yeniden kendi medeniyetinin farkına varmasını sağlamak lazımdır.*** Bu anlamda yeniden ülkücülük bir medeniyet dirilişçiliği manasına gelmektedir. Çelik çomak oynamaktan ibaret değildir. Medeniyet kültür kuran üst sistemdir ve bizim medeniyetimiz şahikasına varmış da yıkılmış değildir; sadece önü barbarlıkla kesilmiştir, gelişmesi durdurulmuştur. O halde formül açıktır. Eve dönme stratejisinin zihinsel ve matematiksel çözümlemesi öncelikle yüz yıl önce yarım bıraktığımız yerden başlayacaktır. Üç tarzı siyaseti Alev Alatlı’nın “saçaklı” mantığı ile paradoksinin engin imkanlarından, fırsat alanlarından yararlanarak mı senteze ulaştıracağız; yoksa bir inziva kültürü derinleşmesiyle yeni bir doğuşun mu sancılarını çekeceğiz, buna karar vereceğiz.**** Melami meşrep afazi çözümleme de belki mevcut şartlar içinde kimileri için doğru, daha doğrusu kaçınılmaz başvuru kaynağıdır; ama herkes melami-meşrep değildir,olamaz; belki bir kısmımızın yedek akçe olarak saklanması lazımdır.

Yahya Kemal eve dönerek Süleymaniye’de bir bayram sabahına erişti. Necip Fazıl otel odalarından kaçıp döndüğü evde her katın ayrı ayrı dünyasını keşfetti.

Eve Dönüş Stratejisinin gerçekte çok safhaları ve programları bulunmaktadır. Bunu bir yazı çerçevesinde açıklayabilmek çok zor. Tarımdan sanayiye, çevreden şehirleşmeye, devletin yeniden yapılandırılmasından yerinden yönetime, dış ticaret rejiminden tarım-sanayi entegrasyonuna, tarım kentlerinden toprak-su muhafazası ve geliştirilmesine kadar bir dizi projeyi içine alan kapsamlı bir planı ihtiva etmektedir.

Son söz olarak “eve dönmek, sokakta kaybolmaktan iyidir” diyerek evdekilere selam ediyorum.

Türk Milliyetçiliği’nin Cumhuriyet’in 100. Yılına Hazırlanma Programı

Önce Program Sonra Eylem Planı

1.  Türk Milliyetçiliği’ni Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan Avrupa eksenli “nationalism”den ayıran; a)insan, b)zaman, c)medeniyet bakımından derin farklılıkları vardır. Bu farklılıklar o kadar derindir ki, modernizm sürecinde handiyse bütün toplumları ilgilendiren temel bileşkeler ve ayraçlar ne kadar birçok batılı düşünce sistemini bazı belirgin “diyalektik” çözümlemelerde buluştursa da, sosyolojinin kimi ortak paydaları bütün dünyaya şamil çıkarsamalara götürse de matematik, fizik ve kimya formülleri kadar net ve kesin farklılıkları muhtevidir. Gerçi bunlar, bu formüller gibi kitabîleştirilmemişlerdir ama onlardan daha doğru ve somut gerçekliktir.

2.  Orhun Kitabeleri’nde geçen “bütün Türkleri topladım; az milleti çok kıldım” hitabı Batı’da herhangi bir toplumun milliyetçilik geçmişinde bulunmayan bir idraki ve millet verisini ortaya koymaktadır. Bu kitabeden bu yana milliyetçiliğimizin tarihinde temel gösterge olan “az milleti çok kıldım” düsturunca devrî olarak birçok baskın unsur etrafında değişken “büyük birlik” stratejileri ve ortak tarih, ortak coğrafya, ortak medeniyet inşaasında farklı üsluplar geliştirilmiştir.

3.  Türk milletinin neredeyse temel hasletlerinden olan büyük empati, özümseme, adaptasyon ve zamanı ilaç addeden müthiş tevekkül kaabiliyeti içine girdiği kültür ve medeniyet dairesini içselleştirme projesi, uzun vadede milliyet unsurlarının birkaçını birden her geçen dönemde müessir kılmağa yetmiştir. İçine girilen veya hamledilen medeniyet dairesi ana unsurları itibariyle köklü bir düşmanlık sergilememişse milletin onda kavi ya da sadık durmaması diye bir şey düşünülmemiştir. Gerek Çin, gerekse Hind daireleri bu bakımdan iyi imtihan vermemişler ve bu iki köklü kültür coğrafyası veya medeniyet dairesi Türklerin onları kanatlandırması ihtimalinden ne yazık ki nasiplenmemişlerdir. İslâm medeniyet dairesi bu bakımdan gerçekten de dünyanın gelmiş geçmiş en büyük saadet halkalarından birini Türklerin asker ve halife vetirelerinden geçerek insanlığa bahşetmiştir. Türkler başta Halife’nin askeri olarark vazifeye atılmışlar, köle veya asker olarak girdikleri dairenin sonra bileğinin hakkıyla halifesi olmuşlar ve en büyük medeniyet projelerinden, dünya barışı sistemlerinden, Nizam-ı Âlem’den birini Osmanlı projesini en büyük “devlet” olarak insanlık saadetine ikram etmişlerdir.

4.  İnsanlığın en büyük düşmanı insanın kendini “Tanrı” yerine koyması girişimidir ki, şeytan ve nefis bu konuda en büyük “günah”ta buluşmuşlardır. Bu günah, bütün çağların günahları toplamından daha fazla bir zulüm içermektedir. Elbette ki büyük zulüm büyük kan dökücülük değildir tek başına. Allah’a koşulan “şirk”ler, “fitne”ler, “zillet”ler “kital”den daha fazla insan coğrafyasına menfi tesir icra etmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de yaratan “fitne kitalden kötüdür” hükmünü boşuna hatırlatmamaktadır. Ve fakat çağdaş zillet, fitne, şirk aynı zamanda bütün çağların en fazla kan dökücülüğünün de sahibidir. Eski diktatörlerin insanın şerefini hiç olmazsa muhafaza eden kan dökücülükleri vardı. Şimdiyse kanını içmekle kalmıyor, zilletin, sefaletin, onursuzluğun her türlüsünü de “tabiî” bir olaymış gibi kanıtlıyor kanırta kanırta, okşaya okşaya…

5.  Bu zillet, fitne ve şirk her ne kadar bugün adına “globalizm” dese ve masum ve nötr bir gelişmenin-sonucun-verinin üzerine otursa da gerçekte liberalizmle başlayan kapitalizme varan ve sonunda emperyalizm olgusuna erişen ortak batı kötülüğünün çirkin yüzüdür sadece…  Hıristiyanları mağara kiliselerine mahkum eden ve Hz. İsa’yı çarmıha geren zihniyette saklı olan bu şirk, fitne ve zillet özünde “seçilmiş” ırkın Yahudinin mayasında gizlenmiş liberalizmden başka bir şey değildir. Bu anlamda kahraman Mel Gibsın’ın –hani o cesur yürek İskoç’un- en son filmine ilişkin büyük saldırı bu insanlık saldırısının boyutlarını vermektedir- liberalizmin saf ve çocuksu yüzüne aldanıp onun yaban bir emperyalizm canavarına dönüşmesi karşısında sosyalizm(ler) “Batı’nın bir vicdan muhasebesi” olarak son bir iki yüzyıldır kimi zeminde tebellür etmesine rağmen günahsız Doğu’ya ihraç edilerek Batı’nın kendi ürettiği kısmî insancıllıktan bile nasibini alamamasına yol açtı. Sosyalizm(ler) henüz çocukluk aşamasında iken onu bir başka emperyal canavara döndüren Marksizm ve Leninizm, Komünizm kara kitabını bütün kutsal kitapların üzerini örten yeni din haline getirmiştir. Batı’nın böylece günah çıkarma ameliyesinden bile kurtularak onu Doğu’nun yeni kutsalı haline dönüştürme süreci başlamıştır. Oysa Kemal Tahir’in altını çizdiği veçhile, Doğu’nun günahı yoktur ki, böyle bir günah çıkarma ameliyesine ihtiyaç duysun. Bu ihtiyaç Batı’nındır ve Batı, bunu bile kendini (nefsini, şirkini, zilletini, benliğini, fitnesini) sıkan bir rahatsızlık saymıştır. Ferdi Tanrı’nın yerine koyan ve her türlü mezelleti hak gören Batı, belki sosyalizm(ler)le işledikleri liberalist, kapitalist ve emperyalist günahların muhasebesini yapabilecekken bundan sıyrılarak fitne silsilesini muhafaza edebilmiştir. Bu anlamda Doğu’nun sadece Türk ve Müslüman coğrafyalarının değil tamamının liberalist-kapitalist-emperyalist halkalardan birine dahil olması düşünülemez. Feodal tarihsel yapısı bile Batı’nın feodal tarihsel yapısıyla asla örtüşmeyen Doğu’nun ne günahın muhasebesini yapmaya ne de buradan günah çıkarmaya ihtiyacı olmamakla birlikte; dünya düzeni için sosyalizmi refere etmesi gayet tabiidir. Aslında buradaki “paradoks”un anlaşıldığı kanaatiyle “bir ben vardır bende benden içerû” esprisiyle meselenin fazla üzerine gidip kafa karıştırmağa mahal yoktur. Bilinmesi gereken şimdilik, Batı sosyalizmle kurtulur, Doğu ise ancak Büyük Doğu ile…  oysa bugün yeni Yahudi-AngloSakson ittifakı tarihte eşine rastlanmamış biçimde bir “büyük birlik” stratejisi ortaya koyuyor. Tarih boyunca bütün hareketliliğini “bölünük” olmaktan alan Batı, büyük çapta ilk defa böylesi bir büyük birlik hedefi ortaya koymaktadır. Bu büyük birlik daha çok şirk, daha çok fitne, daha çok zillet demektir. Buna teşne olan ve böylesi bir günahı ithal eden bizden değildir.

6.  Türk Milliyetçiliği’nin Büyük Doğu halkası içindeki bütün halklara yönelik bütün düşmanlıkları, hesapları -ikinci bir emre kadar- rafa kaldırılmıştır. Türk Milliyetçiliği herhangi bir etnik milliyetçilikle mukayese edilemeyecek büyük birlik coğrafyasına ve büyük toleransına sahiptir. İç-içe halkalar halinde, aile, şehir, millet, Türkiye, Oğuz, Balkan, Kafkas, Ortadoğu, Türkistan, İslam ve Büyük Doğu çemberleri birbirinin rakibi değildir. Bunlar iç içedir. Öyle ki, Sezai Karakoç’un üzerine basarak beyan ettiği cihetle, “Yunanlıya bile sen Ortadoğulusun, Akdenizlisin” ikazını yapacak halka şuuru Türk milliyetçiliğini birinci maddede beyan edilen husus paralelinde her daim etkin ve bir medeniyet projesi olarak canlı tutar. Türk milliyetçiliği velhasıl basit bir Kürt milliyetçiliği karşıtı etnik kimlik tebarüzü değildir. Türk milliyetçiliğinin birinci stratejik çıkarsaması bu büyük birlik ve coğrafya eksenli idrak temelinde Anadolu’nun bölünmez bütünlüğünü her şeyin üzerinde tutmaktır. Böyle olunca da Anadolu’daki bir Kürt, Kazakistan’daki bir Kazak’tan çok daha yakındır, öyle olmak durumundadır. Bu folklor, dil, inanç, coğrafya, ortak yaşama iradesi ve birçok milliyet umdeleri bakımından da böyledir. Elbette ki milliyetçiliğin soya taalluk eden umdesi de vardır ama mutlak doğru olarak belki de sadece geçtiğimiz çağda Almanlar için ileri sürülmüş bir büyük birlik projesidir. Bizim için de soy umdesi geniş bir coğrafyada birlik talepleri için engin bir vasatı hazırlamaktadır; fakat diğer umdelerin ondan geri kalmayan ve daha reel-politik zeminde gözle görülür avantajları ve öncelikleri inkar edilemez bir gerçektir.

7.  Dünya sistemini elinde bulunduran global statüko Türk milliyetçiliğinin muzaffer olamaması için onun umdelerini ve ortak paydalarını ayrı ayrı ideolojilermiş gibi ayrı ayrı kimlik aidiyetleriymiş gibi takdim etmektedir. Geçen yüzyılın başında Şark meselesi etrafında Türkleri Balkanlardan hatta elverirse Küçük Asya’dan atmak hevesi, Batı’nın iğrenç yüzünü ortaya koymuş olmasına rağmen; gerek 1911-12 savaşları, gerek İstanbul’a o müthiş geri dönüşün yaşanması, gerek Batı Türk İmparatorluğunun çökmeğe başlamasıyla birlikte Doğu Türk İmparatorluğu ihtimalinin evrensel bir proje olarak hayat bulamaması sonucunda reel-politik zeminde Anadolu coğrafyasına razı olmuş bir milli mücadele ve ardından cephede yenilmediğimiz ama ruhen karşısında çöküntüye uğradığımız Batı’ya karşı bir stratejik sosyoloji kurgusuyla Batı medeniyetindenim (Gökalp’ın meşhur üçlemesinden biri) çözümlemesi, Batı’ya bize karşı uyguladığı program için ilham vermiştir. Sultan Galiyev’in her Asyatik halk için öne sürdüğü sosyalizm-İslamcılık ve milliyetçilik sacayağı, kurtuluş reçetesi bu ayaklardan biri olmazsa ayakta duramayacağı için hep karşı karşıya getirilmiştir düşman eliyle. Geçen yüzyılın başında gerçekleşmeyen formülün artık hayata geçirilmesi için yine önümüzde bir büyük fırsat vardır: bu karşı karşıya gibi duran üç umdenin et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmayacağı biri olmazsa diğerinin olmayacağının bilinmesi gerekmektedir. Türk milliyetçiliği bu üçlü sacayağının idrakinde olmaz ve bu üç kudreti birbirine karşı tutmağa devam ederse tekrar tekrar yaşanacak olan her hamlede met olma korkusudur yeniden… yine derin bir “entropi”dir. Enerjinin içerde patlatılmasıdır. Oysa bu üç sacayağı matematik, fizik, kimya dengesine kavuşur; başta belirttiğimiz insan, zaman ve medeniyet terkibine ulaşırsa karşısında hiçbir güç barınamayacaktır. Daha doğrusu karşısına çıkmağa cesaret edenleri de yine bir insanlık projesinde hizmete koşacaktır.

8.  Türk milliyetçilerinin 100 yıldır Gökalp’ı aşamadıklarına dair politik zeminde yapılan kimi yorumların doğru olmadığı, Gökalp’ın en azından Erol Güngör gibi kalemlerce bile çoktan aşıldığı malumdur. Bu aşma hadisesi Gökalp’ın önemini inkar etmek anlamında elbette değildir. Gökalp geçen yüzyılın başında önce Osmanlıcılık, sonra İslamcılık ve sonra Türkçülük çizgisinde her Osmanlı-Türk aydınının entelektüel çilesinin haricinde biri değildir. Nihai noktada onun Türkçülük çizgisi önceki maddede belirttiğimiz Batı yerine Doğu Türk emperyası ihtimaline istinat eder. Türkçü-Turancı çizginin daha sonra Türkçü-Türkiye’ci çizgiye dönüşmesi de yine onun sosyolojiyi stratejist olarak biçimleme çabasındandır. Batı’ya “fazla üzerime gelme ben de sendenim” diyen bir stratejidir bu. Yine de bir terkip çabası vardır. Türk milletindenim ve İslam ümmetindenimdir. Bunlara ilave Batın medeniyetindenim diyebilmek için de medeniyetin beynelmilel olduğu varsayımının şekillenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer medeniyet ve kültür tariflerini değiştirirsem ve kültür vazgeçilmez ve milli olur; medeniyet de daha öncesinde sıkça vurgulandığı gibi fen ve teknik olarak algılanırsa o zaman bu tarif değiştirmeler işe yarayacak ve medeniyet değiştirme projesi yeni milliyetçilik heyecanında makes bulacaktır. Gökalp çok da haksız sayılmaz. Belki de her şeye rağmen medeniyet değiştirme projesi kültürü de, dini de, hayat görüşünü de her şeyi her şeyi değiştiriyor olsa da; bu gizli senaryolar sosyolojisine de yüzyıl öncesinden işaret ediyor demektir. Öyle ya  Kızılelma zaten sürekli lakırdısı edilen bir şey değildir ki. Türkler eğer bu büyük medeniyet değiştirme projesini Batı’ya ram olma biçiminde değil de, Batılı olma olarak yansıtabilselerdi, belki içine girilen medeniyet dairesinde daha öncekilerde olduğu gibi bir kanatlanma mevzubahs olacaktı. Bu belki de komünizm heyulasının olduğu dönemde Batı üzerinde bir yeni Türk globalizmi olarak hayata geçirilmesi gereken ve fakat şimdi zamanı geçmiş bir plan olarak değer taşıyabilir yine de. Fakat bugün artık Türk milliyetçiliğinin üç temel sacayağını kendi dev gövdesini bir karikatür gibi devrik tutmak istemiyorsa sağlama almasında fayda vardır. Bu anlamda bir müslümanın “liboş” ve Amerikancı (daha doğrusu derin Am

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!