Bazen de rüzgâr hep ters yönden eserdi. Kahır ikliminde olurdu bu daha çok. Dâvâ diye her şeylini fedâ edersin ama rüzgâr hep ters yönden eser ve yanlış uçağa binmişsindir. Öyle dâvâlardı ki; yoldaşları çoktu ama yoldan habersizdiler. Büyük laflar ve büyük tuzaklar…
Van Gogh, bir rüzgâr ressamıdır. A Wind Beaten Tree, (Rüzgârın vurduğu ağaç) tablosu ne kadar anlatılsa, yorumlansa azdır.
Rüzgârda sallanan direnen bir ağaç resmi henüz akıl hastanesine yatmadan evvelki yaşantısını tarif ediyor belki de…
Rüzgâr, Sinemayı da üfürmüştür, sallamıştır, kucaklamış, sarsmıştır.
Rüzgâr Gibi Geçti filmi bunların başında gelir. Bu film, Pulitzer ödülü de aldı.
Rüzgâra karşı kanatlarını açmış bir kadın figürü
Zafer tanrıçası bu…
MÖ 3. asırda 5,5 metre boyunda…
Heykeltıraşın Rodos kökenli olduğu düşünülmektedir.
Boticellyi’nin Venüs’ün Doğuşu tablosu unutulur mu? Rüzgârı bir güzelle ancak bu ressamın fırçaları doğru tanımlayabilir.
Rembrandt’ın göldeki fırtınayı anlatan tablosu da rüzgâr teması açısından en önde at koşturur.
Bir de Theodore Gericault Medusa tablosu elbet…
“Ah eden kimdir bu saat kuytuda
Sustu bülbüller hıyaban uykuda
Şimdi ay bir serv-i simindir suda
Esme ey bâd esme canan uykuda
Başka âşıklardan almışsan nefes
Başka yerden, başka vadilerden es
Doğmasın ruhunda ani bir heves
Esme ey can esme canan uykuda”
“Faruk Nafiz Çamlıbel’in bu şarkısında rüzgârın başka vadilerde esmesi talebi var zira o belki de başka âşıklardan nefes almış olmalı…” Usta şâir Yahya Kemal diyor bu sözleri, öyle herkesi methetmeyen biri olarak.
Rüzgârlı bir geceydi ve kaldığım otelin balkonundan sesini daha doğrusu senfonisini dinliyordum. Gerçekten çok çeşitli sesler vardı.
Lâ Havle adlı şiir kitabımda da yer alan şiirin altına Attila İlhan gibi not düşmüşüm:
Kardeş Kalemler’in Nisan 2008 sayısında yayımlandı. Basın İlan Kurumu Genel Kurulu için İstanbul’dayım. Akşam yemeği için dışarı çıkmaya üşendim. Yukarıdaki restoranda bir şeyler yiyeyim dedim. Pijamamın üstüne pantolon geçirmişim. Baktım restoranda yemekler çok pahalı. Kuruma yük olmak istemem. Portakal suyu ve salata istedim. Aslında aç değilim numarası… Bir kâğıt ve kalem rica ettim. Şair zannetsinler diye… Yazmaya da mecalim yok. Fotoğraf çekeyim dedim. Sadece gördüklerimi yazdım:
“İSTANBUL
Sana bir gece ışıkları arasından baktım
Kız Kulesinden, Topkapı Sarayından ışıklar
Yakamozları boğazın ruhuma süzülürken
Nice ümitsiz aşklar aklıma düştü birden
Gece sessiz ve derinden çağırıyordu
Çağrılar birbiri ardınca sıralanıyordu
Bütün yükseklikler teker teker alçalıyordu
Sana bir gece ışıkları arasından baktım
Göz kırpıyordu ne kadar pencere varsa
Ölüme ve yaşamaya dair hikâyeleriyle
Birbirini öldüren ve yaşatan insanların
Derin karanlığıyla suyun her iki yanından
Lacivert, kendinden emin şehre abanıyordu
Kubbeler üstündekileri toprağa yayıyordu
Alemler birer ilik gibi göğe açılıyordu
Göz kırpıyordu ne kadar pencere varsa
Bir bayrak dalgalanıyordu ortasından gecenin
Beyaz ve kırmızı süsü bütün lacivertlerin”
Gecenin rengi, Boğaz’ın çirkinleştirilmeğe çalışılan ama bir türlü becerilemeyen ve hep güzel kalan arka planı ve rüzgâr ile bayrağın sevişmesi…
Bazen de rüzgâr hep ters yönden eserdi. Kahır ikliminde olurdu bu daha çok. Dâvâ diye her şeylini fedâ edersin ama rüzgâr hep ters yönden eser ve yanlış uçağa binmişsindir. Öyle dâvâlardı ki; yoldaşları çoktu ama yoldan habersizdiler. Büyük laflar ve büyük tuzaklar…
SEFER SAYISIZ UÇAK
Bir uçağa bindim ki
Yoktu sefer sayısı
Menzilim na’malumdu
Kırıktı kanadı taşıyacak bulutun
Rüzgâr hep ters yönden eserdi
Öyle bir çift göze değdi ki gözlerim
Melâl ufkundan bakıyor sandım
Kıyametim oldu
Bir dâvâya kandım ki
Büyük iddiaları vardı
Ölüme meydan okuyanları
Yoldaşları vardı, yoldan habersiz
Büyük laflar, büyük tuzaklar vardı
Uğruna her şeyden geçtiğimiz prens
Bizi bir aşüfteyle aldattı
Gördüm, görüldüğünden utanmadı
Sığındığım limanların bozuktu ışıkları
Öylece karanlıkta kaldım
Bir alev topu gibi patladım
Kimse görmedi
Çığlığım ağzıma tıkandı
Farkında bile olmadı gözlerim
Ağladığımın
Bize bir hüzün bile kalmadı
Yoldan habersiz yoldaşlarla dolu davalardan bıkıp usandığında tarihe sarılırsın; tekrar Fatih ile surların önündesin kâh, kâh Alparslan’ın atının üzengisini sen bağlarsın, belli mi olur; uzanırsın Yesi’ye Yesevi’nin hikmetlerini dinlersin aynı kaba kaşığından sallarken… ve deli rüzgâr oluverirsin çilehanesinde…
YESEVİ KARŞISINDA[1]
Atam deyip bardım men
Görmek için cırları
Kaytıp gelip tabsardım
Gözümdeki yırları
Toyda açtım gözümü
Estimdeki düşümdü
Baylaşu sardı özümü
Yâri ilk görüşümdü
Sebep ne ayrılığa
Bu tarihi kim yazdı
Kim bolgan sayrılığa
İçinde o da yandı
Yesevi’ye bardım men
Kara yerge girdim men
Ruhu ruha kardım men
Yüz sürdüm divânına
Haber verdim Yunus’dan
Giz görmedim Janus’dan
Damlaydım okyanustan
Katsın meni yanına
Buharlandım gök boldum
Şanırakta bir koldum
Bütün üylere doldum
Nefes berdim canına
Katnaşuban ünlendim
Bir kez daha kün’lendim
Bir olup bütünlendim
Alperen irfânına
Yesevi’ye borcum bar
Kal’asında burcum bar
Seferinde hurcum bar
Katsın meni kanına
Gelsin erenler çağı
Güle bahşası bağı
Gel kuralım otağı
Dergâhının yanına
Ayttı dervişin biri
Gitsin nefsinin kiri
Girip toprağa diri
Şol sâyın hâtırına
Yaban verdi arakı
Yitti gözümün akı
Oldu kılıcım çakı
Düştüm nefsin ağına
Estinde deli rüzgâr
Gönlünde depreniş bar
Ah! Bugün zamanın dar
Dön diriliş çağına
Peşimde gölge gibi
Gezer uğruğun biri
Durduğum kaya dibi
Döner Tanrı Dağına
Ömrüm geçti kafeste
Sandım büyük hâdise
Bende sabır yoğ ise
Atsınlar zindanına
Görüp ata goğrünü
Yele açıp böğrünü
Atıp atın eğrini
Çık erenler katına
İbrahim sofrası bu
Sofraların ası bu
Yesevi çorbası bu
Düşür er kaşığına
Aşka düşen dolaşır
Hak rengine bulaşır
Gönlü Hakka ulaşır
Döner Hak âşığına
Rehberini doğru zeç
Anadan ve yârdan geç
Tasasız, vakur, güleç
Gir altmışüç yaşına
Koy zamanın cengini
Herkes bulsun dengini
Soyunun çelengini
Geçir kurdun boynuna
Geçti ömür hay huyla
Oylaştık şunla buyla
Ab-ı hayat suyuyla
Ulaş özge sâyına
Nevâi’den söz ayıt
Abay yoluna kayıt
Muhtar ol, özün ayırt
İt ürsün merdânına
Bürgüt kanatlı atın
Devşirsin saltanatın
Dokuz doğur bir batın
Dağıt dokuz boyuna
Toprak deniz dalgalı
Yiğit ulu kavgalı
Öndeki ak tolgalı
Kayıtsın otağına
Yel apardı obadan
Ayrı düştük atadan
Yarlıgasın Yaradan
Alsın ulu katına.
Devamı var
[1] Hoca Ahmet Yesevi’nin türbesini ziyaret ettiğimiz Dünya Yüzü Birinci Kazak Kurultayı sırasında yazıldı bu şiir… 1990’lı yılların başı… belki de Kazakistan’daki Türkçenin uluslararası Şiir Şöleninde… Kazakların neredeyse tamamı tamamını anladı.