“Rüzgârın şiddeti çeşitlilik gösterir ve şiddeti değiştikçe sesi de değişir. Yüksek ya da alçak sesle inleyebilir ya da sızlanabilir; çıkaramayacağı çok az ses vardır. Böylece, diğer doğal fenomenler hayatiyetlerini kaybettikten çok sonra bile canlı bir şey olarak insanları etkiler. Sesinden başka, rüzgârın en çarpıcı özelliği yönüdür; rüzgâra adını verebilmek için hangi yönden estiğini bilmek gerekir. İnsan bütünüyle havayla çevrili olduğundan, rüzgârdan aldığı darbeler kendine özgü bir biçimde fiziksel bir şey olarak hissedilir. İnsan kendini bütünüyle rüzgârın içinde hisseder; rüzgâr her şeyi kendine toplar ve fırtınada ele geçirdiği her şeyli beraberinde sürükler.”
Suyun sesi, rüzgârın sesi ile kardeştir. Suyun sesi diner, rüzgâr diner. Atlılar ve atları rüzgâr kanatlı o ecdat ile derin bir münasebeti vardır hem suyun hem rüzgârın ve doğal olarak atların.
Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatıyor Nazım aslında. O da bir anlamda kendisini ve bütün Türk tarihinin özetini şu Türklük tanımında açıklıyor:
“Bu memleket, dünyanın beklemediği asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedi bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Atatürk’ün şimşek, yıldırım ve kasırga olarak sonra bütün bir tabiatın özeti ve güneş olarak özetlediği Türk, su, gül, bülbül, dağlar, yıldırımlar, kasırgalar olmadan nasıl tanımlanabilir?
Gül ve bülbül gibi sükûnet ikliminin, huzur bahsinin ve şenlikli musıkili bahçeleriyle ve iç ısıtan şehirleriyle mahalleleriyle, hafif esintileriyle toprağa ve suya imzasını atmaya çalışan Türk’ün rahatsız edilişlerinde nasıl kasırgalara, fırtınalara, şimşeklere döneceğini, rüzgâr esenin fırtına göreceğini her çağın insanının tekrar tekrar hatırlaması gerek.
Rüzgâr eken fırtına biçer bir Türk atasözüdür. Gerçekte içe, kendi cemiyetimize hatırlatma olduğu kadar bütün dünyaya bir meydan okuma, bir ikaz olarak da algılanması icap eder.
Rüzgâr tıpkı melekler gibi görünmez ama her kademeden şiddeti ile insanlığın tamamının hayatında önemli bir yere sahiptir.
Yelkenliler onunla yol alabilir, ateş onunla yayılabilir, ormanda ve tüm bitkiler âleminde tozlaşma onunla olabilir.
Gabon atasözünde rüzgârın yüksek ağaçlara kızdığından bahseder; öyle ya yükseklerdeki dallar daha çok sallanır.
Japon atasözünde ise rüzgârlar ne kadar ulusa dağlar öylece sessizdir. Umursamaz.
Afrika atasözün de ilginç canlının genetiğini doğasını hangi rüzgâr değiştirebilir ki. En kuvvetli rüzgâr bile leoparın beneklerini sökemez.
Rus atasözünde tarladaki ekinleri nasıl ki bir rüzgâr estiğinde tutamaz isen ağızdan çıkan sözü de geri ağza sokamazsın.
Denizde de mahkemede de her şeye karar veren orada esen rüzgârdır.
Bu çin atasözü ortamın esintilerinin nasıl yönlendirici olabileceğini ima ediyor.
Rüzgârın önüne düşmeyen yorulur.
Rüzgâra karşı tükürürsen kendi yüzüne gelir.
Rüzgâr esmezse yaprak kımıldamaz.
Rüzgârı avlamak. Ne aradığını bilmeden koşmak, ya da atını bilmediği yerlere doğru dörtnala koşturmak…
Emily Bronte’nin Rüzgârlı Bayır’ı dünya klasikleri arasına boşuna girmemiştir.
Margeret Mitchell’in Rüzgâr Gibi Geçti’si ise sinemada daha çok ses getirdi.
Ursula Le Guin’in Rüzgârın On İki Köşesi kitabı da ilginç…
Mağara bizi kurtarabilir mi? kaçış nereye?
“Tozlaşmayı da rüzgâr sağlar, bazen arılar gibi bir kısım böcekler tozlaşma için taşıyıcı olurlar ama rüzgâr kadar bu işi yapan başka güçlü bir taşıyıcı güç yoktur.
“Rüzgârın şiddeti çeşitlilik gösterir ve şiddeti değiştikçe sesi de değişir.”
Elias Canetti rüzgârın çıkaramayacağı hiçbir ses olmadığı kanaatindedir.
“Yüksek ya da alçak sesle inleyebilir ya da sızlanabilir; çıkaramayacağı çok az ses vardır.”
“Rüzgârın şiddeti çeşitlilik gösterir ve şiddeti değiştikçe sesi de değişir. Yüksek ya da alçak sesle inleyebilir ya da sızlanabilir; çıkaramayacağı çok az ses vardır. Böylece, diğer doğal fenomenler hayatiyetlerini kaybettikten çok sonra bile canlı bir şey olarak insanları etkiler. Sesinden başka, rüzgârın en çarpıcı özelliği yönüdür; rüzgâra adını verebilmek için hangi yönden estiğini bilmek gerekir. İnsan bütünüyle havayla çevrili olduğundan, rüzgârdan aldığı darbeler kendine özgü bir biçimde fiziksel bir şey olarak hissedilir. İnsan kendini bütünüyle rüzgârın içinde hisseder; rüzgâr her şeyi kendine toplar ve fırtınada ele geçirdiği her şeyli beraberinde sürükler.”
Rüzgâr gözle görülemez; ama bulutlarda, dalgalarda, yapraklarda, çimenlerde neden olduğu hareket, çoğulluğunu görünür kılar. Vedalar’ın ilahilerinde fırtına tanrıları ya da Marutlar her zaman çoğul olarak görünürler.
“Sayıları üç kere yedi ya da üç kere altı olarak ifade edilir… Yaşları aynı olan erkek kardeşlerdir, doğum yerleri ve evleri aynıdır… Marutların çıkardığı ses gök gürültüsü ve rüzgârların kükremesidir. Dağların sarsılmasına, ağaçların sallanmasına neden olurlar ve vahşi filler gibi ormanları yiyip yutarlar. Sıklıkla ‘şarkıcı’ olarak adlandırılırlar; rüzgârın şarkı söylemesi. Aslanlar gibi kudretli, saldırgan ve korkunçturlar; ama aynı zamanda çocuklar ya da danalar gibi oyuncudurlar da.”
Rüzgârla nefesin ilişkisine geçer sonra Canetti.
Rüzgârda nefesin yoğunluğu vardır. Öte yandan gözle görülemez oluşu görünmez kitleleri ve elbette ruhları temsil etmesini sağlar. Görünmez kitleler fırtına gibi, vahşi bir kalabalık gibi kükreyerek gelir; ya da Eskimo şamanının aktardığı düşündeki gibi kaçış halinde ruhlardır.”
Nedir o Eskimo düşü?
“Marutların çıkardığı ses gök gürültüsü ve rüzgârların kükremesidir. Dağların sarsılmasına, ağaçların sallanmasına neden olurlar ve vahşi filler gibi ormanları yiyip yutarlar. Sıklıkla ‘şarkıcı’ olarak adlandırılırlar; rüzgârın şarkı söylemesi. Aslanlar gibi kudretli, saldırgan ve korkunçturlar; ama aynı zamanda çocuklar ya da danalar gibi oyuncudurlar.”
“Bayraklar görünür kılınmış rüzgârdır. Bayraklar bulutlardan kesilmiş, onlardan daha yakın, renkleri daha çeşitli, göndere çekilmiş ve sabit bir şekil verilmiş parçalar gibidir. Sallanırlarken gerçekten anlamlıdırlar. Uluslar bayrakları, sanki rüzgâr parçalara ayırabilirmiş gibi üstlerindeki havanın9 kendilerine ait olduğunu işaretlemek için kullanırlar.” (Elias Canetti Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2023, S 94)
Sanki Arif Nihat Asya’yı okumuştur Canetti. Bayrak şairimiz Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un İstiklal Marşı’na koyarak ebedileştirdiği sözü kuşanır.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!”
Onun dalgalandığı yerde ne korku ne keder olacaktır çünkü.
Arif Nihat Asya onun için, Canetti’yi haklı çıkarmak için Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiirini yazmıştır sanki.
Bayrak ile rüzgârın yakın münasebetini hatta aynı frekanstan yayın yapışını en güzel o anlatır.
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!”
Bayrak şairi Arif Nihat Asya’nın bir başka rüzgârlı şiiri de Şehitler Tepesi Boş Değil’dir. O tepede bir göğüs nefes almak için rüzgâr bekliyordur ve bir bayrak dalgalanmak için rüzgâr bekliyordur.
“Şehitler Tepesi boş değil
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
Destanını yapmış, kasideye kanmış.
Bir el ki; ahretten uzanmış,
Edeple gelip birer birer öpsün diye fâniler!
Öpelim temizse dudaklarımız,
Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgârını kesmesin gövdeler
Sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasîdeler.
Geri gitsin alkışlar geri,
Geri gitsin ellerin yapma çiçekleri!
Ona oğullardan, analardan dilekler yeter,
Yazın sarı, kışın beyaz çiçekler yeter!
Söyledi söyleyenler demin,
Gel süngülü yiğit alkışlasınlar
Şimdi sen söyle, söz senin.
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor!
Ve bir bayrak dalgalanmak için;
Rüzgâr bekliyor!
Destanı öksüz, sükûtu derin meçhul askerin;
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?”
Devam Edecek