Babil Krallığı Fırat’ın üst kısımları dahil olmak üzere Mezopotamya’nın tamamını egemenliği altına aldı. Uygarlığın başlangıcını oluşturan şehirleri, sulama sistemleri tamamen bozulan Sümerler başka halkların içinde eriyip gitti. İnsanlık bu uygarlığı 20 yy’a kadar öğrenemedi. Hatta öğrendikten sonra bile anlamakta zorluk çekti. Mezopotamya’ya uygarlık getiren, tarım yaparak yani ekip biçerek, üreterek birlikte yaşamayı geliştiren, sonra güvenli ve eğitimli şehirler kuran Sümerler, ırmaklardan suyu yükselterek tarlalarını nasıl sulayabilmişlerdi? Bu kültürü nasıl ortaya çıkarmışlardı? En önemlisi nereden gelmişlerdi?
Geçenlerde sosyal medyada bir konuyu paylaştım. Dünyanın ilk kurulan şehri Eriha mı, içinde yaşayan insanları için daha güvenli, yoksa bugünün modern kentleri mi, mesela İstanbul mu?
Esenler mi? Sultanbeyli mi? Fatih mi? Trabzon mu? Ankara mı? İzmir mi?
Yeryüzünde ilk kentleşme ve dolayısıyla ilk uygarlık girişimi Filistin(Eriha), Zagros Dağı etekleri ve Sümerler’in kurduğu Ur ve Uruk kentidir.
MÖ 10 bin ila 7000 yılları arasında kurulan bu kentlerin aynı zamanda Tarım Devrimi yani üretim yapabilme yetisine sahip olan insanlığın uygarlıktaki ilk adımlarına sahne olmuştur. MÖ 5000’lerde doğru kentlileşen bu üç bölgedeki ilk yerleşimleri elbette MÖ 7000’lerdeki yapıları itibariyle kent olarak kabul edilmese de kentlerin ilk nüveleridir.
Fakat nüvesinin toprakla adım adım işlendiği açıktır.
Toprak ve Su yönetiminin, iş bölümünün; ürün, su ve toprak üçlemesinin insan kabiliyetleri ile buluştuğu bu kentler, Batı’nın uzun asırlar bihaber olduğu, keşfedildiklerinde bile batılı aydınların yine de Avrupa’yı mesnet yapma iddialarını sürdürdükleri bir gerçeklikti.
Bundan Eski Toplum yazarı (ki Marks ve Engels’in kaynak kişisiydi) Lewis Henry Morgan ve Marx ile Engels de vareste değildir.[1]
Bazı tarihçilere göre, Türkistan coğrafyasından gelip Tanrı’nın doğudaki askerleri olarak suyu kullanmayı, yönetmeyi iyi bilen ve bu bilgiyi yazdıkları tabletlerde (yazının da mucidi oldukları için) Tanrı’dan aldıklarını açıklayan Sümerler, sanki Maveraünnehir’deki alışkanlıklarını Mezopotamya’da da sürdürmüş ve Birinci Tarım Devrimi’ni yaparak ekip biçmeyi, ikilemeyi, üçlemeyi, nadasa bırakmayı, gelecek sezon için tohum saklamayı kuşaktan kuşağa aktarmış ve bir aradalığın getirdiği iş bölümü ile de güvenli kentler inşa etmişlerdir. İnşa ettikleri bu kentlerde yaşayan insanların eğitimleri için de bugün bile hayranlıkla öğrenilen eğitim metodları, kurumları geliştirmişler.
Akkadlarca işgal edildikleri ve önce efendi sonra köle oldukları Sargon’un büyük imparatorluğu içinde bile eğitimcilik rollerini devam ettirmişlerdir. MÖ 1750’de eriyip gidene kadar…
Roma’dan önceki devirleri ve bu devirlerde Anadolu’da ve Mezopotamya’da yaşananları iyi kavramadan Sakarya ve Fırat arasında sürdürülebilir bir yönetim gerçekleştirmek kolay değildir. En azından bu topraklarda hüküm sürmüş devletlerin meziyet ve zafiyetlerini idrak etmeden giderek her yolu mubah sayan emperyal siyasetler karşısında özgürleşim ve varlığını idame ettirmek çetin iştir. Israr edersiniz etmesine ama çok vatan evladına ve büyük maliyetlere yol açarak olarak bunu gerçekleştirebilirsiniz.
Son zamanlarda eski açılım ezberinin yeniden gündeme getirilmesi Hz Muhammed’in şu sözünü hatırlatıyor: “Akıllık bir mümin bir delikten iki kez ısırılmaz!”
Ben, sıklıkla günü yaşarken mesela Avrupa Ekonomik Topluluğu,ardından Avrupa Topluluğu, ardından Avrupa Birliği ile görüşmeler muvacehesinde yaptığımız saçmalıklara şahit olunca Viyana’daki kuşatmalarımıza dönüp kâh Sultan Süleyman’ın kâh Kara Mustafa Paşa’nın ordusunda vazife yapmayı düşlüyorum. Keşke Tuna daha iyi anlaşılabilse ve daha iyi yönetilebilseydi diye…
Tuğrul Beyin Rüyası tiyatromu da boşa yazmadım. Magna Carta sözleşmesinin Avrupa’nın demokrasi tarihine mehaz yapılması saçmalığına karşı Selçuklu Konseyinin ilk demokrasi denemesi sayılması gerektiği hep kafamı meşgul etmiştir.
Sümerler’i iyi anlayabilen bir Türkiye yönetimi bugünkü emperyal sıkıştırmalara karşı Fırat ve Dicle havzalarının hatta Nil’in, hatta Altaylardan Tuna’ya diye edebiyatını yaptığımız Turan ufkunu daha gerçekçi havza projeleri çerçevesinde kavrayabilmemize öncülük niye etmesin?
Ama nerede?
Böyle bir fırsat varken ne iktidarda ne de muhalefette olanların buna ne ufukları el veriyor ne bilgileri…
Aşağı Fırat ile Yukarı Fırat’ın Birliği Meselesi
Tarih öncesinin çok eski çağlarında insanoğlunun hem fiziki-biyolojik görünümü farklı idi hem de yaşama biçimi elbette. MÖ bir milyonuncu yılda da insanlar vardı ve bir şeylerle uğraşıyorlardı. En azından hayatta kalabilmek için…
İlk insanlara ait Çin’de, Hindistan’a, Cezayir’de, Güney Afrika’da, Kenya’da, Uganda’da kemik parçaları bulunmuştur.
MÖ 700 binlerde insanoğlu taşı yontmaya başlamıştı. Taşla, toprakla, etrafındaki bitkilerle uğraşan, vahşi hayvanlarla mücadele ederek bazısını yakınında tutabilen insanoğlu avadanlığını geliştirdi. İlk zenaatı ile birtakım aletler üretti.
Yontma Taş Devrinin başlamasıyla hayatta kalma mücadelesi ve beslenme şartlarında iyileşmeler yaşandı.
“Yeni çalışma aletlerinin çıkışı, insanlığın bütün yaşantısını değiştirdi. Bu aletler sayesinde avcı çok daha büyük bir başarı umuduyla büyük yabani hayvanları, filleri, gergedanları, hörgüçlü yaban öküzlerini, ren geyiklerine ve atları vurabiliyordu. İnsan, aynı toprak parçasından artık çok daha büyük bir ürün elde edebiliyordu ki, bu da daha uzun zaman aynı yerde kalmasına imkân veriyordu. Av için en uygun olan yerlerin (hayvanların su içtikleri yerler, orman kenarları, hayvan yayılma yerleri) yakınında, insanlar, geçici konak yerleri kuruyorlar, bu konak yerlerine yakın mağaralarda veya saçak halindeki kayaların altında barınıyorlardı.[2]
Buzulların erimesi ile birlikte yeni bir çağ başlıyordu artık. İklim değişiyor, verimli ovalar ortaya çıkıyordu. Bu arada ateşi bulan insan da avadanlığını zenginleştiriyordu.
“Avadanlıkların ilerlemesi, insanların başlıca faaliyeti haline gelen avlanmanın yaygınlaşmasına yardım etti. Sürek avları düzenlenerek, hayvanlar bataklıklara sürülerek ve buna benzer büyük topluluklar halinde avlanılmaya başlandı. Sık sık, insanlar, avı bol olan yerlerde uzun molalar veriyorlardı. Bu molalarda, mağaralar, inler gibi doğanın sunduğu sığınaklarla yetinmeyerek kötü havalardan korunmak için duvarlar ve saçaklar inşa etmeye başladılar.”
Bataklıklara sürülen hayvanlar faslından Fırat ve Dicle havzasının özellikle aşağı yani güney bölgelerinde, Basra Körfezine yakınlaştıkça yerleşim yerleri oluştuğunu söyleyebiliriz.
Alet ve araçların yani avadanlığın zenginleşmesi yeni el sanatlarını geliştirdiği gibi, bir arada yaşamanın da yaratıcılığını artırdı. Köyler-kentler oluştukça bu barınmayı daha işlevsel kılacak ve karşılaşılan felaketlerden ders çıkarılarak alının tedbirlerle daha sağlam inşa faaliyetine geçecek bir gayret gösteren insanlık kendine mahsus kültürü de meydana çıkarmaya başladı. Bu süreç, kolektif çalışmayı da geliştirdi.
Irmak yakınları toplanmak için en elverişli yerlerdi.
İnsanoğlu önceleri bitki köklerini, kabukları, meyveleri, tohumları, böcekleri, kertenkeleleri, hayvan yumurtalarını deniz yosunlarını yiyerek beslenmesini sağlıyor, geçimini sürdürüyordu.
Hüdayinabit olarak doğada hazır bulunan bitkilerin tohumlarını taşta ezip un ufak ettikten sonra mayasız hamuruyla üstüne bir de ateşi bulunca ekmeğini yapabildi.
10-12 bin yıl önce küçükbaş hayvanları evcilleştirmeye başladı.
James Davis hayal kurarak bizi o yıllara götürmek istiyor.
Bir insan topluluğunun bir yabani koyun sürüsüne rastladığını düşünün diyerek başlıyor hikâyesini anlatmaya…
“Koyunlardan birini ya da ikisini öldürüp yerler, oysa hayvanların sayısı yiyebileceklerinden fazladır, dolayısıyla sürüyü haftalarca gizli gizli izlerler. Arada sırada yemek için herhangi bir koyunu, çoğunlukla da sürüden ayrılanı öldürürler.”[3]
Avcılar, bir gün, koyunları sürebilecekleri ve bir ucu açık öteki ucu kapalı vadide kıstırırlar.
İşte ondan sonra ağıl hazırlama ve koyunları ağıla koyup besleme dönemi başlar.
Giderek iptidai bir seleksiyon ve ıslah çalışmaları da başlamış olur. Koyunlar yavaş yavaş evrimleşir.
“Çobanların ağıla koydukları diğer hayvanlar da yararlı biçimlerde evrimleşir. Doğada yaşarken tehlikeli olan inekler uysallaşır, buzağıları sütten kesildiğinde bile süt vermeye devam ederler. Zayıf, etsiz ve çevik yabandomuzları, besili, besleyici domuzlara dönüşür.
Çobanlarımız elbette ki yalnızca etle beslenmemektedir. Hepsi, ama özellikle de kadınlar, başka yiyecekler de toplar. Bu yiyeceklerin en önemlileri ovalarda ve ovaların çevresindeki bataklıklarda kendiliğinden yetişen tahıllardır: Arpa, mısır, pirinç ve buğday. Tahılları toplamak kolay olur: Bitkilerin saplarını salladıklarında tohumlar sepetlerine düşer.
Tohumları Su ve Tarla ile Buluşturmak
Tahıl tanelerinin tohum olduğunu fark ederler (büyük olasılıkla da kadınlar). Yiyecek bulmanın zor olduğu yıllardan birinde, daha fazla tahıl bitkisine sahip olmak umuduyla toprağı kazar ve tohumları toprağa saçarlar. Yeri dal parçalarıyla kazmanın ve tohum ekmenin doğanın sunduğu yiyecekleri toplamaktan çok daha büyük bir çaba gerektirdiği açık. Ama ürünleri topladıklarında yemek ya da kışa saklamak için daha fazla tahılları olur.
Artık tarımla uğraştıklarından, belli bir yerde kalmaları için (sürüleri dışında) bir nedenleri daha vardır. Tarım için uygun hale getirilen bir araziyi yalnızca bir yıllığına kullanmak akıllıca değildir. Bu nedenle, aletlerini ve tohumlarını saklayabilecekleri büyücek kulübeler inşa ederler. Kulübelerin çevresine, sığırların kaçmasına, hırsızların girmesine engel olmak için bir çit, ardından bir duvar inşa ederler.
Tarım ve köy yaşamı işte kabaca böyle başlamıştı. Bu değişim, münzevi bir dahinin tarımı düşünüp bulmasıyla ve bu büyük buluşa ilişkin haberin dünyanın dört bir yanına yayılmasıyla yaşanmadı. İnsanlar tarıma yukarıda anlattığımıza benzer biçimde geçmiş olsa gerek. Küçük insan toplulukları, yavaş yavaş, ne yaptıkları konusunda neredeyse hiç düşünmeden, hayvanlarla ve bitkilerle ilgilenme biçimlerini değiştirdiler. (Sırası gelmişken, bu değişim, insanoğlunun cilalamak ve bilemek suretiyle şekillendirme yoluyla daha gelişmiş taş aletler yaptığı Neolitik Çağ’ın (Yeni ya da Cilalı Taş Çağı] başlangıcıyla aynı zamana rastlar.)
Tarım yalnızca 10.000 yıl içinde dünyanın neredeyse her yerinde yiyecek toplayıcılığın yerini aldı. Bu hızlı ve yaygın değişim sağlam bir açıklama gerektiriyor. İşte bunlardan biri: Belki de belli bir dönemde insanlar yiyecek kaynağı sıkıntısı çektiler. Dünya çapında bir kuraklık insanları daha fazla yiyecek bulmak için yeni yollar aramaya itmiş olabilir. Etkileyici bir açıklama ama tarihçiler böyle bir kuraklığa ilişkin henüz herhangi bir kanıt bulamamıştır.
Kim bilir, değişimin nedeni belki de yetersiz kaynak değil, artan talepti: Dünya nüfusundaki ani bir artış sonucu doyurmaları gereken boğaz sayısı artan insanlar, kolay bir yaşam biçimi olan yiyecek toplayıcılığını bırakıp, daha zor, daha verimli bir iş olan tarımı öğrenmek zorunda kaldılar. Böyle bir nüfus artışı yaşanmış olabilir, ama bunun kanıtını bulmak güç, büyük olasılıkla da imkânsız.
Kısacası, tarımın neden dünyanın büyük bir bölümünde neredeyse aynı zamanda ortaya çıktığı bir sır olmaya devam ediyor.
Arkeologlar, yiyecek toplayıcılığından tarıma geçişin izlenebildiği yerleri ortaya çıkardı. Bu yerlerden biri, deniz seviyesinden 250 metre aşağıda bulunan Kudüs’ün yakınlarında bir vaha olan Eriha’dır. İlk yerleşimden bu yana, Eriha’da yaşayan her kuşak, arkasında toprak ve süprüntüden bir katman bırakmış. Sonunda katmanlar düz arazinin üzerinde yaklaşık 21 metre yüksekliğinde bir tepecik oluşturmuş. En alttaki katmanlar başlangıçta gezgin avcıların Eriha’da bir su kaynağının yanında sıkça konakladıklarını gösteriyor. Ceylan avlıyor, baştan savma yapılmış kulübelerde ya da çadırlarda kalıyorlardı. Su kaynağına adandığı düşünülen bir tapınak da kurmuşlardı.
Daha sonra insanlar yavaş yavaş yerleşmeye ve tarım yapmaya başladı. İlk çiftçiler buğday ve arpa ekiyor, büyük olasılıkla keçi yetiştiriyorlardı. Daha sonrakilerin sürülerine göz kulak olmada kendilerine yardım eden köpekleri vardı. Tarım devriminin tamamlanması 1.000 yıl kadar sürdü. 1.000 yılın sonunda kalabalık bir köyde yaşayan iki-üç bin kişilik bir insan topluluğu haline gelmişlerdi. Kerpiçten
yapılma küçük, yuvarlak kulübelerde yaşıyorlardı, ama köylerinin çevresine sağlam bir duvar örmüşler ve dokuz metre yüksekliğinde bir kule inşa etmişlerdi. Civardaki tepelerde ve çölde yaşayan avcı-haydutlardan korkmalarını gerektirecek kadar refah içindeydiler.
Güneş altında kavrulan Eriha’dan çok uzakta, Avrupa’da, karla kaplı Alpler’in ortasında tuhaf bir Buzadam yaşıyordu. Çöldeki su kaynağının kenarında yaşayan insanlar gibi, Buzadam da insanların toplayıcılıktan tarıma geçtikleri dönemin insanıydı. 1991’de, o zamana dek bir buzulun altında kalan cesedi İtalya’da bir dağ geçidinde yürüyen turistler tarafından bulundu. Ceset bozulmamıştı, suyunu kaybedip kısmen mumyalaştığı için korunmuştu.” [4]
Muhtemelen çoban olduğu düşünülen bu adam hayvan postundan kepenek giyiyordu, yanında da bazı aletler taşıyordu. Çakmaktaşından kama, yay, oklar, bakırdan yapılmış balta, birkaç mantar, çakaleriği…
Buzadam çok eski çağlara ait değildi. Madenlerin işlenmeye başlandığı döneme aitti. İnsanların tarım yapmayı artık öğrendiği bir dönem…
Bir okla vurulup dağın tepesindeki çukura düşen ve sonra kan kaybından ölen adamın üzerini karlar sonra da buzullar kaplamıştı.
Buzullar eriyince ortaya çıktı buzadam. Belki iklim değişikliği ve küresel ısınma sonucu ileriki yıllarda yine böyle eriyecek buzulların altında belki tarihe ışık tutacak ne çok şey bulunacak, kim bilebilir?
Marx ve daha çok da Engels’in eski komünal toplumları açıklamak için başvurdukları temel kaynak olan Morgan’ın Eski Toplum adlı eserine göre insanlığın topluluk tarihi üç çarpı üç dönemden oluşuyor.
Yabanlık
Barbarlık
Ve Uygarlık…
Bunlar da kendi içinde üçer döneme ayrılıyorlar. Alt, orta ve üst aşamalar…
İnsanlar elbette birdenbire uygarlaşmadılar.
Fakat uygarlaşmada ve ilk yerleşimlerde suyun önemli bir etkisi var insan topluluklarının sosyalleşmesi evresinde…
Fırat ve eşi Dicle ırmaklarının bu süreçte birincil rolleri var.
“Yine de uygarlaşmanın ilk yaşandığı yerin şimdiki Irak’ın güneyindeki bölge olduğu söylenebilir. Burayı gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın. Asya’nın güneybatısında Dicle ve Fırat ırmakları, Türkiye’nin güneyinden Basra Körfezi’ne dökülene kadar Irak topraklarında 1200 km boyunca yan yana akıyor. Bölgenin eski adı Mezopotamya, Yunancada ‘Irmaklar Arasındaki Ülke’ anlamına geliyor.”[5]
‘Tarıma elverişli bu topraklar o kadar düz ki kalın bir kitabın üstüne çıkıp her tarafı görebilirsiniz.’ Davis’in hoş cümlelerinden biri.
“Yoksulun Gücü Yoktur”
Yaşadıkları yere ülke diyen esmer başlı Sümerler, artık biliyoruz ki, Orta Asya’dan yani Türkistan denen bölgeden buralara gelip tarım devrimini gerçekleştirmişler.
Sümer tabletlerinden de öğreniyoruz ki onların tarımı bilmelerinde tanrısal motiflerin baskın bir yeri var. Sulamayı bildikleri anlaşılıyor.
“Su, paha biçilmez su, yaşamlarını biçimlendirdi. Başlangıçta belki de bataklıkların ortasında yaşamışlardı. Bir Sümer söylencesi, çok eski zamanlarda bir tanrının suların yüzeyine sazlar yerleştirdiğini ve sazların üzerine çamur dökerek bir kulübenin zeminini oluşturduğunu anlatır. Günümüzde de bu bölgede, bataklıklarda yaşayan insanlar, saz döşeli zeminlerine her basıldığında çamur fışkıran saz kulübelerde oturuyor. Bizim bildiğimiz Sümerlerin çoğu ise bataklıklarda değil, ırmak kıyılarında yaşamış.
İlk çiftçiler kanallar açmayı öğrendi, böylece ırmak taşkınlarında önce suyu tarlalara doğru yönlendirebiliyor, sonra da toprakta tuz birikmesine engel olmak için tarlalardaki suyu boşaltabiliyorlardı. Irmakların uzağındaki tarım arazilerine su taşımak amacıyla kanal ağını yavaş yavaş genişlettiler. Köyler büyüdü, kentlere dönüştü.
Toprak bereketliydi, sulamayla arpa, buğday, susam ve hurma yetiştirilebiliyordu. Satacak gereksinim fazlası ürünü olan çiftçiler komşularının arazilerini satın aldı ve zengin toprak sahiplerine dönüştü. Aynı dönemde Sümerlerin bir kısmı da ticaret yapmaya başladı. Eşeklerin çektiği arabalarla Sümer ülkesinin doğusundaki dağlarda yaşayan insanlara arpa, susamyağı, kurutulmuş balık ve giysi taşıyorlardı. Geri dönerken kendi bölgelerinde olmayan şeyleri getiriyorlardı: Değerli madenler, bakır, sedir ağacından kereste ve tapınak inşaatı için taş. Tüccarlar, sazlardan ve hayvan postlarından yapılma tekneleriyle ırmak boylarına kurulmuş başka kentlere de gidiyorlardı. Böylece büyüyen kentler birbirleriyle ilişkiye girdi ve ortak bir uygarlık kurdular.
Tek başına yaşayan köylüler kanallar tasarlayamaz, kazamaz ve kanalların bakımını yapamazdı. Kazı işini yürütecek ve çölden gelen haydutları uzaklaştıracak şeflere gereksinimleri vardı. Dolayısıyla bütün büyük kentlerde bir şef ortaya çıktı. “Büyük insan” olarak adlandırılıyorlardı, vergi toplayıcıları, yargıçları ve kanal denetçileri vardı. Bazen tüccarlar ve zengin toprak sahipleri büyük insana kendi isteklerini bildiriyordu, oysa köylülerin, işçilerin ve kölelerin hiç söz hakkı yoktu. Bir Sümer sözü şöyle der: “Yoksulun gücü yoktur.”
Öte yandan bu ilk uygarlıkta kadınlara o kadar kötü davranılmıyordu. En az 5.000 yıl süresince başka pek çok yerdeki kadınlardan daha fazla yasal hakka sahip oldular. Bir ev ya da arazi sahibi olabiliyor, ticaret yapabiliyor ve mahkemelerde tanıklık edebiliyorlardı.”[6]
Kadınların Sümer toplum yaşantısında ve ekonomide önemli işlevleri var.
Bir kere dokumacılıkta endeler. İkincisi tarımda da öndeler. Ama asıl görevleri yine tanrılar tarafından verilmişti. Yemek pişirmek, bahçecilik, dokumacılık… Bugün olduğu gibi ev ekonomisi ve mutfak kültürü…
Tarımsal faaliyetlerin birçoğunun tabletlere göre Tanrı Enki tarafından başkaca tabletlerde de başkaca tanrılar tarafından işin vasfına göre öğretildiğini anlıyoruz.
Balık tutmak, tarla sürmek, kanal kazmak, tuğla yapmak, inşaat işleri erkeklerindi.
Zigguratlardaki (hem tapınak hem ambar hem yönetim merkezi) faaliyetlerin takibi iin de kayıt işleri takip gerekiyordu. Bu kadar işleri akılda tutmak zordu.
Sümerlerde yazının ortaya çıkışı bu ihtiyaçtan doğdu.
Başlangıçta yazıcılar bütün zamanlarını iş anlaşmalarını ve mal listelerini kaydetmekle geçiriyorlardı. Fakat sonra Sümerler yazılı sözcüklerle yapılabilecek başka şeyleri keşfetti. Artık “büyük insan”ın savaşlarda kazandığı zaferlerle ilgili böbürlenmelerini binaların üzerine kaydedecek yazıcıları vardı. Din adamlarının ilahilerini kayda geçen yazıcıları vardı. Zengin babalar, çocuklarına davranışlarına dikkat etmelerini söyleyen mektuplar yazmaları için yazıcılara başvurdular. Bilge-yazıcılar, yepyeni aşk, ölüm ve zafer şiirlerinin yanı sıra, o zamana dek bellekten belleğe aktarılan eski zaman söylencelerini de yazıya geçirdi. Sümerler belleklerini güçlendirmeyi ve zihinlerini genişletmeyi öğrenmişlerdi.
Sümerler artık uygarlaşmıştı ve onlar da bunun farkındaydı. Oysa güneydeki ve batıdaki çöllerde, kendileri kadar ilerleme göstermemiş kaba saba insanlar vardı, onları böyle görüyorlardı. Çöldeki göçebeleri nasıl betimlediklerine ilişkin bir örnek:
“Tahıl nedir bilmeyen MARTU… Ne ev ne kent bilen MARTU, dağlardaki kaba saba insanlar… [Tarım yapmak için] diz çökmeyen, çiğ et yiyen, hayatları boyunca hiç evleri olmayan, öldükten sonra gömülmeyen MARTU…”
Bazı köyler büyüyerek 35.000 kişilik küçük kentlere dönüştü. Bunların arasında Nippur, Uruk, Kiş ve Ur kentleri de vardı. Kentlerin hepsi ırmaklara bağımlı olduklarından, birbirlerine oldukça yakındı, Ur kenti Eridu’dan görülebiliyordu. Zaman geçtikçe büyük kentler küçük kentleri denetimi altına aldı, böylece bu büyük kentler
artık yalnızca kent değil, birer kent devleti oldular. Sınırları boyunca hendekler kazıldı, işaretler konuldu.
Daha büyük devletler ve savaş daha katı kurallar gerektirdi, bu nedenle “büyük insanlar” yerini, tanrılar tarafından seçildiklerini iddia eden güçlü savaşçı krallara bıraktı. Savaşçı krallar komşularıyla su hakları ve toprak için savaştı ve yendiklerinde sınır işaretlerini kaldırdılar. (Şöyle bir özlü sözleri vardı: “Gidip düşmanın toprağını alırsın, düşman da gelip senin toprağını alır.”)
Kralların saraylarında adamları, eşleri ve cariyeleri, çok sayıda yazıcı, sürüyle hizmetçi, piyade bölükleri, atla çekilen iki tekerlekli arabalarla savaşa giden mızraklı süvarileri vardı. Ur’da hükümdarlar öldüklerinde çok büyük mezarlara yerleştiriliyor, ardından hükümdarın saray müzisyenleri, muhafızları ve cariyeleri (pahalı giysiler içinde) acı vermeyen bir zehir içiyor ve kadehleri hâlâ ellerindeyken efendilerinin
yanına uzanıp ölümü bekliyorlardı.
Bu hükümdarlardan biri Uruk kralı Gılgamış’tı. (Artık tarihin, bazı insanların, çoğunlukla da kralların isimlerini bildiğimiz dönemine geldik.) Yaşamı hakkında fazla bir şey bilmiyoruz, ancak Sümerler Gılgamış ile ilgili şiirler ve öyküler yazmış, onu bir kraldan tanrısal bir kahramana dönüştürmüştü. Öykülerdeki Gılgamış anlaşılması
güç bir adamdır; yalnızca büyük eylemler yapmakla kalmamış, yaşam ve ölüm ile ilgili önemli sorular sormuş biridir. İlk şiirde Gılgamış, Kış hükümdarının Uruk’u yakıp yıkmasına engel olur. Fakat insanların can verişini gördüğünde ve “ırmağın sularında yüzen cesetlere” gözlerini dikip baktığında kendisinin de bir gün öleceğini üzülerek anlar.
Kaçınılmaz sonuna varmadan önce adını bütün dünyaya duyurmaya karar verir, o ve arkadaşı Enkidu, yurtlarını terk edip serüvenlere atılırlar. Bu serüvenlerden birinin ardından Enkidu, bir tanrıçanın Gılgamış’a verdiği ama Gılgamış’ın kaybettiği davulu ve tokmağı bulmak için büyük bir cesaretle ölüler dünyasına iner. Fakat ölüler ülkesinin yasaklarını çiğnediğinden geri dönemez. Gılgamış bilgelik tanrısına kendisine yardım etmesi için yalvarır, sonunda Enkidu’nun ruhu yeryüzüne geri döner. İki dost kucaklaşır ve Enkidu Gılgamış’a ölümden sonra yaşamın ne kadar kasvetli bir şey olduğunu anlatır. Son şiirde Gılgamış ölür.
“Sümerler tarafından kurulmalarından yaklaşık beş yüzyıl sonra bağımsız kent devletleri devrinin sonuna gelinmişti. Birkaç kent devletini birden yöneten ilk Sümer hükümdarı Kiş kralı Etena olabilir. MO 2800 dolaylarında, “bütün bölgeleri istikrara kavuşturmuştu.” Birkaç yüzyıl sonra, şimdiki İran’dan gelen bir halk bütün Sümer ülkesini ele geçirdi ve yaklaşık bir yüzyıl boyunca yönetti. Ardından, MÖ 2350 civarında yine Sümer halkından biri Umma kralı Lugalzagesi bütün Sümer ülkesini egemenliği altına aldı. Kendi başarılı yönetimi altında herkesin, “güneşin doğuşundan batışına dek” otlaktaki sığır gibi huzur içinde yaşadığını ileri sürdü.
Fakat Lugalzagesi’nin hükümdarlığı sırasında başka bir yabancı tehlike ortaya çıktı. Sümer ülkesinden ırmaklar boyunca kuzeye gidildiğinde, bugünkü Bağdat’ın yakınlarında Akad Krallığı vardı. Akad kralı Şarrukin, Lugalzagesi’nin başkentine saldırdı, kenti ele geçirdi ve surlarını yerle bir etti. Herkesin üzerine tükürebilmesi için Lugalzagesi’yi boyunduruğa vurup kentin kapılarından birinde sergiledi.”[7]
Basra Körfez’ine kadar uzanan ve orada Okyanusa dökülen Fırat ve Dicle’nin beslendiği bütün havza(lar) ve su toplama merkezlerinin bütüncül yönetimi anlayışı ne kadar eskiye gider acaba?
Asırlar sonra, Moğolların, Selçukluların ve Fatih’in stratejilerinde öngörülen havza bütünlüğü Sümerler döneminde de akla gelmemiş değildir.
Savaş Kralı Şarrukin (Sümerlerin bölünüklük nedeniyle gerçekleştiremediği bütüncüllüğü gerçekleştiren Akad Kralı) güneyindeki Sümer ülkesinin tamamını ve Asur ülkesini ele geçirdi hatta Akdeniz’e kadar uzattı sınırlarını…
Sümerler tek tek şehirlerini ve genel olarak ülkelerini Akadlara kaptırmış olsalar da Sümer uygarlığı yaşamaya ve Sümer öğretmenler Akadları da eğitmeye devam etti.
MÖ 1750’ye kadar yaşayan Sümer uygarlığı bu tarihten sonra yok olmaya başladı.
Babil Krallığı Fırat’ın üst kısımları dahil olmak üzere Mezopotamya’nın tamamını egemenliği altına aldı. Uygarlığın başlangıcını oluşturan şehirleri, sulama sistemleri tamamen bozulan Sümerler başka halkların içinde eriyip gitti.
İnsanlık bu uygarlığı 20 yy’a kadar öğrenemedi. Hatta öğrendikten sonra bile anlamakta zorluk çekti.
Mezopotamya’ya uygarlık getiren, tarım yaparak yani ekip biçerek, üreterek birlikte yaşamayı geliştiren, sonra güvenli ve eğitimli şehirler kuran Sümerler, ırmaklardan suyu yükselterek tarlalarını nasıl sulayabilmişlerdi? Bu kültürü nasıl ortaya çıkarmışlardı? En önemlisi nereden gelmişlerdi?
[1] Lewis Henry Morgan, Eski Toplum, çev. Ayşe Tekşen, Alfa Yayınları, İstanbul 2022
[2] Y. Zubritski, V. Kerov, Mitropolski, İlkel Toplum Köleci Toplum Feodal Toplum, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1968, s.29
[3] James C. Davis, İnsanın Hikâyesi, çev. Barış Bıçakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010 İstanbul, s. 11
[4] Age, s. 12-13
[5] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Yordam Kitap, çev. Erkin Özalp, İstanbul 2021
[6] James C. Davis, İnsanın Hikâyesi, çev. Barış Bıçakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010 İstanbul, s. 17
[7] Age, s. 20-21