Yeni entelektüel ister mutlular adına ister sömürülenler adına konuşsun birçok imkâna sahiptir. Asgari imkânlar olmadan zaten entelektüel olunamaz. O yüzden bu imkânların genişlemesini ister entelektüel. Hiçbir zaman mevcut imkânlar ona yetmeyecektir.
Elbette kabiliyetlidir entelektüel ve bu kabiliyetlerini geliştirmek için yeni imkânlara mutlaka ihtiyaç vardır, statüsü ne olursa olsun. İşte bu yüzden sıklıkla kurulu düzene karşı başkaldırır
MAĞARANIN DIŞINDAKİ AJANLAR
Batı’da entelektüelin giderek ajan işlevi gördüğünü tespit eden Cemil Meriç’e göre ajanın fikir hürriyeti de abestir.
Entellektüeller üniversitenin; üniversite de sanayinin emrindedir.
Görevleri imtiyazları devam ettirmektir, insanlığı birleştirmek değil.
Bugünkü iktidar mücadelelerinde harika bir rehberdir Hocanın dolayısıyla Sartre’ın mülahazaları.
Hâkim sınıftan gelmesine lüzum olmasa da sonunda hakim sınıfın iktidarını pekiştirmek için kalem oynatmaktadır entelektüel.
“Kitaptakilerle yaşanan gerçek arasındaki uçurum entelektüeli yaralamaktadır artık o, kutsiyetine inandığı bir davanın alemdarı değil, muzdarip bir vicdandır. Karşısında iki yol var: Kurulu düzenin yalanlarını ilmileştirmek, yani bir hakikat çarpıtıcısı, daha doğrusu bir çoban köpeği olmak veya ezilenlerin yanında yer almak, her haksızlığa karşı gelmek, her yalanı susturmak, her samimiyetsizliği ifşa etmek.”
İlk defa safların ayrıldığını görürüz.
Namuslu aydın çevreye uymayıp hakikatin peşinde koşabilir demek ki..
Koestler’e müracaat edeceğiz birlikte:
“Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı var? … Mutlular pek mütecessis olmazlar. Ezilen büyük çoğunluğun ise hür düşünceyi kullanmaya zamanı da, imkânı da yok. Mevcut değerleri ya kabul eder ya red. Her iki durumda da ne objektiflik, ne de vuzuh söz konusudur. Kısaca düşünmek bu iki zümre arasında (mutlular ve sömürülenler) sıkışıp kalanların işidir. İntelijansiya bir nevi zardır; çeşitli vasıfları olan bölgeler arasında uzanır.” S.353
Yeni entelektüel ister mutlular adına ister sömürülenler adına konuşsun birçok imkâna sahiptir. Asgari imkânlar olmadan zaten entelektüel olunamaz. O yüzden bu imkânların genişlemesini ister entelektüel. Hiçbir zaman mevcut imkânlar ona yetmeyecektir.
Elbette kabiliyetlidir entelektüel ve bu kabiliyetlerini geliştirmek için yeni imkânlara mutlaka ihtiyaç vardır, statüsü ne olursa olsun. İşte bu yüzden sıklıkla kurulu düzene karşı başkaldırır gibidir.
“Üçüncü sınıfın yükseliş devrinde, onun şuuruydu ihtelijansiya. Hassas bir zardı. Burjuvazi iktidara kurulduktan sonra bir nevi zamk oldu: toplumu ayakta tutan bir zamk, cansız ve yapışkan. Artık yeni bir değerler dünyası kurmak istemez; mevcut hiyerarşinin zirvesine yükselmek peşindedir. Bir kelimeyle, ilerleyen burjuvazinin öncüsü olan intelijansiya, bu sınıfın alçalış devrinde bir lümpen-burjuvadır artık.” S. 354
“Devrimci hareketin Avrupa’ya yayılması için aydınlara ihtiyaç yoktu: hayâsız, tenkit zihniyetinden mahrum ve uysal bir bürokrasi yeterdi. Bu bürokrasinin saflarına kabul edilen Batı ihtelijansiyasının bazı üyeleri, önce düşünce bağımsızlığını elde etmek haklarını kaybettiler. Sonra böyle bir kayguları da kalmadı; partinin uşakları oldular, sekter, bağnaz birer uşak.” S.356
Artık onlardan beklenen aydınlatma görevi değil, ayna olmalarıdır.
Bu aradaki bölümler ‘Nazizm’den ‘Sosyalizm’e kadar ardından kapitalizmin entellektüelden beklentilerine ve bürokrasinin kapitalizm öncesi oluşum olmasına rağmen onunla iş tutmasına kadar olan evreleri değerlendirmekle geçer.
‘Nazizm, Avrupa kıtasının intelijansiyasını yok ederken ne yaptığını biliyordu.” (Koestler). S356
“Burjuvazi telaş ve endişeye kapılınca kanunsuz baskılara göz yumabilir. Fakat bir burjuva hâkimiyeti aydınların tamamını tutuklayamaz. Tasvip ettiği hürriyetlerden vazgeçmedikçe tasvip etmediği hürriyetleri imha edemez. Burjuvazi aydınları(aslında bir kısmını) korurken aslında kendi davasını savunmaktadır. Sosyalist ve faşist hükümetler gibi yazıyı ve sözü disiplin altına almak gücüne sahiptir. “Ne var ki bunu yapmak için burjuva müesseselerini değiştirmek ve hürriyetleri zecrî tedbirlerle kısıtlamak zorundadır.”(Schumpeter). S.358
Bürokratlar aydınlarla kolayca anlaşabilirler. Eskiden kasttılar entelektüel ile arasında aşılmaz duvarlar vardı. Amme idaresi genişledikçe lüzumlu personeli entelektüeller arasından seçer. İntelijansiya olmasa milli devletlerin hiçbirisi kurulamazdı. Zira entellektüel aynı zamanda dilinin koruyucusu ve yaşatıcısıdır. O olmasa öbürü olmaz.
Burjuvazinin acıklı kaderi baş düşmanının hocası olmaktır.
Sonra ‘Sosyalist Aydının Hâl-i pür Melâli’ aktarılır okuyucuya…
Ahlakçılar, ilimciler ve demogoglar üçgeninde geziniriz.
“Hülasa edelim: Aydın hiçbir çağda ve hiçbir ülkede bağımsız bir sınıf değildir. Sofistler sarsılan bir toplumda gelişmeye başlayan sosyal tabakaların öncüsüydüler. Rahip, uzlaştırıcı bir dünya görüşünün yapıcısı ve yayıcısıydı. Filozof, üçüncü sınıfın bayrağını taşıyordu, üçüncü sınıfın yani yükselen burjuvazinin. Onun bir parasıydı: düşünen parçası.
Sahnede sosyal bir yeni sınıfın türemesi ikiye böldü aydını.
Bir kısmı kaderini hâkim sınıfa bağladı bir kısmı ona isyan etti.
Aslında aydının ortak tavır almasını beklemek abes olacaktır.
“Tekniğin kültürü arka plana itişi aydınlardan bir bölüğünü yalnızlık içine atmaktadır. Bu sıkı uzmanlaşma başka bir düzenin özlemini kamçılar. Aydın ücretli bir işçinin ticari bir teşebbüse bağlanışı gibi katılmaktadır topluma; oysa bir fikir adamının bir insan topluluğuna katılması gibi bütünleşmek ister.” S.367
Burası çok önemli… Aydının yabancılaşması bahsi… Aslında tekniğin aydını dönüştürmesi bir anlamda…
“Rusya’da bu nisbî yabancılaşma daha serttir, zira teknisyen, fikir adamından daha çok itibardadır.”
Sovyet’te sanatçılar kendilerini işte bu yüzden ruh mühendisleri olarak tanımlarlar.
Sovyet aydını ekonominin devletleşmesini tabii, Amerikan aydını da özel teşebbüsü tabii sayar.
“Düşünce ürününü satmak mecburiyeti de, devlet ideolojisine boyun eğmekten daha az hazin değildir. Orospulaşmak veya yalnız kalmak: işte fikir adamının kaderi.” S.368
“Evet.. fildişi kule yok artık. Aydın ister istemez politikanın içinde. Ama politikanın çok çetin, çok insafsız mecburiyetleri var. Yarın için adalet müjdeleyen, bu adaletin gerçekleşmesi için en kıyıcı araçlara başvurur. Kan dökülmesin diye direnen, şartlar arasındaki eşitsizliği kolayca sineye çeker. Devrimci cellat olur; tutucu hayâsızlığa döker işi.” S.369
“Aydın bağlanmamazlık edemez ve eyleme katıldığı gün eylemin zalimliğini sineye çeker. Ama hiçbir zaman unutmaması gereken şeyler var: Düşmanının ileri sürdüğü deliller, geleceğin kararsızlığı, dostlarının haksızlıkları, dövüşenler arasındaki gizli kardeşlik.” S.370
Bugün de; yerli ve milli gibi iğdiş edilmiş iki kavramın arkasına saklanıp dışarıda senaryo icabı dövüşenlerin manzarası karşısında hakikati perdeleyip yerli ve milli olan(!)a hizmet ettiğini sanan yüzlerce aydın yok mu?
“Benda ‘önce hakikat, sonra vatan’ diyor. Bu mümkün mü? İki millet dövüşürken, (yahut) yükselen bir sınıfı eski imtiyazların yerini almaya hazırlanırken hakikatı nasıl söyleyebiliriz?” s.370
Uzun sayfalar boyunca Koestler’in tezlerini kendi cümleleri arasında tekrarlayan Cemil Meriç sonunda rehberinin marazi tespitlerine işaret eder. Koestler sonunda aydını nevroz hastalığı ile tarif etmektedir zira.
“İntelijansiyanın nevroza istidadı olduğunu kınayanlar pekala maden işçilerinin vereme istidadı olduğunu da kınayabilirler. Profesyonel bir hastalıktır bu, aşağılanmadan ve utanç duymadan böyle olduğunu kabul etmeliyiz.” (Koestler) s. 372
Ve bu bölümü şöyle bağlar kısaca, mağaradan gözleri sayesinde çıkabilen üstad:
“İşte Batı aydınlarının kendileri hakkındaki ifşaları. Zavallı ülkemiz, bu hasta, perişan intelijansiyanın hayranı!” s.372
Bütün bu, üstelik de altını ısrarla tasdiklemediği görüşleri yeter mi, bir çırpıda bütün bir Batı entelijansiyasını değerlendirmeye bu cümleler?
Sonra Benda’nın ‘Aydınların İhaneti’, Aron’un ‘Aydınların Afyonu’ tabirleri etrafında dönen spekülasyonlar…
Sonra daha trajikomik halleri aydının. Şezlongtaki aydınlar…
Ve Dreyfüs davası… Bir yanda Fransa, diğer yanda adalet…
Sağa göre entellektüelin tarifi ile sola göre entellektüelin tarifi bölümleri tamamen Mağaradakiler’in yazıldığı evredeki bölünmenin küresel yansılarından bizleri haberdar etmek adına girişilen entelektüel bir gayretten ibaret.
Önümüzdeki bölüm tamamen ansiklopedist Cemil Meriç’in birçok yazarın entelektüel tarifini özetlemesinden ve aralarına kendi özgün cümlelerini katmasından ibaret spekülasyonlarla geçmektedir. Aron, Valery, Schumpeter, İenosco, Gehenno, Maulnier…
Arada isimlerden ülkelere geçeriz: Amerika’da entelektüel, İsrail’de entelektüel, İtalya’da entelektüel…
Bir örnek: “sıkışmış bizdeki entelektüel bölümü…
Attila İlhan gibi okuyucusunu sıraya sokuyor Cemil Meriç.
Hangi Batı, Hangi Sol vs. bahsi gibi…
Bu Ülke ile sarmalanan, kuşatılan fethedilen okuyucu için bu kadar yeter. Gerisi Kırk Ambar’a bırakılmıştır.
Türk Aydınına Göre Aydın bölümü gerçekten yetersizdir. Cemil Meriç, burası için ayrı bir mesai harcayacak onları başka kitaplarına konu edinecektir.
Burada sadece Ziya Gökalp, Mustafa Şekip, Mümtaz Turhan, Toker Dereli’ye müracaat eder hocamız.
Gökalp değerlendirmesi de tek paragraftadır ve pek eksiktir. Aydınların halktan kopması ve halka gitme ilkesi etrafında üç beş cümle, o kadar.
Mümtaz Turhan’ı ise üç kuralından ötürü haylıyor: münevver yüksek tahsilli olacak, milli terbiye ile yetişecek ve yetiştirecek, ihtisasa gidecek.
“Demek ki Mümtaz Turhan için münevverin başlıca vasıfları sıkı bir talim ve terbiye görmekten ibarettir. Gerçi bu terbiyeden çok şeyler bekliyor üstad: sosyal ve milli vazifeleri öğretmek, (acaba bu vazifeler hangi fakültede öğretilir); karakter ve şahsiyeti geliştirmek (çağdaş eğitim şahsiyet geliştirmek için ne yapıyor ki?). Sonra eğitimci Mümtaz Turhan’ın ezeli teranesi: ihtisas.”
“Kısaca Turhan’ın münevverden anladığı sadece uzman. Olaylar karşısında belli bir davranış söz konusu değil. Yani herhangi bir Dreyfus davasında takınacağı tavır ne olacak aydının? Suali cevapsız kalıyor.” S.388
Doğru tarifi Toker dereli yapmış üstada göre:
Entelektüeller somut olayların üstüne yükselebilip soyut kademede düşünebilen diye gidiyor. Uzun bir vazife taksimi var onda da… s. 389
“Osmanlı’da sınıf-ı ulema tekrarlayıcıdır. Kuran’ın, hadislerin ve daha önceki imam veya müçtehitlerin tekrarlayıcısı. Tanzimat’tan sonraki aydınlar da tekrarlayıcıdır, Avrupalı yazarların tekrarlayıcısı…
Birinciler buna mecburdular. Karşılarında mutlak hakikat vardı. Yani birikmiş bir irfanı yaymaları söz konusuydu. İkinciler de yabancı bir kültürle karşı karşıyaydılar. Bu kültürü ayıklamaları, tenkit etmeleri güçtü. Yabancı bir dünyada, bilmedikleri şartlar içinde gelişen bir kültürdü bu.” S.390
Sağ aydına göre entelektüel şarkı söyleyeceğine bildiriler imzalayan bir ağustos böceği….
Sol aydına göre ise bazen dost bazen düşman… kendilerinden olursa alkışlanmaya layık.
Sağ entelektüel çoban köpeği…
Aslında bu suçlama doyurmaz üstadı ve devam eder: Aslında sağ entelektüel diye bir şey olmaz.
Entelektüelin ayırıcı vasfı tenkid…
İşte burada tenkidin tarihini yazmaya soyunan yazar için birinci saik ortaya çıkıyor. Kitabının, daha doğrusu yazmaya çalıştığı ama yazamadığı kitabının nirengi noktası burası: entelektüelin tarihini özetlemek bir açıdan tenkidin tarihi kitabının ana bölümlerinden birisi olacaktır elbette….
Tenkid tarihi için de entellektüele bir taslak hazırlar:
“1. Entelektüel, zamanının irfanına sahip olacaktır. Ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır.
2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirecektir.
Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmaktır yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğranda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir. Biz de Schumpeter gibi düşünüyoruz. Entelektüel tariflere hapsedilemez. Mefhumu dalgalanışları içinde kavramak, tarihe başvurmakla kabil.” S.391
Mağaradakiler’in son bölümü intelijansiyayı yerinde açıklama adına Rusya’daki entellektüeli anlatıyor.
- Devam Edecek
- DOĞUDAN KOPMUŞTUK, BATIYI TANIMIYORDUK
Mağaradakiler üstadın tahayyül edip bir türlü muvaffak olamadığı Tenkit Tarihi için bir deneme.
Parça parça yazılmış metinlerin sıralaması konusunda bugün bile farklı bir dispozisyon tartışılabilir.
Cemil Meriç’in “izmler idrakimize giydirilen deli gömlekleri..” cümlesi Bu Ülke’de yer almış ve pek de sevilip paylaşılmıştı. Mağaradakiler kitabından da en çok paylaşılan bölüm şu oldu:
“Avrupa’yı tanımıyorduk, ama kendimizi de unutmuştuk. Korkuyorduk düşünceden. Zirvelerde dolaşmamız yasaktı. Batı’yı Batı yapan düşünce fatihlerinin yalnız isimlerini biliyorduk. Ne Locke çevrilmişti dilimize, ne Hobbes, ne Darwin. Hegel ışığı bize kadar gelmeyen bir yıldızdı. Marx, mavi sakalın kırkıncı odası. Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti.” S. 229
Doğudan kopmuştuk, Batı’yı tanımıyorduk. S. 238
“Bu genellemeyi diğer eserlerinde de görürüz: Ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanmamış.” (Bu Ülke, 154)
Hafızasını kaybeden nesiller yeni bir dil öğrenmek zorundadırlar. Anlamak, fikrî bir ihtiyaç olmaktan çıkar, söylememek için konuşulur. Kitaplar sesli bir sükutun abidesi.. s.238
Her denemeci ya da münekkid, ele aldığı yazarı ve eserini, içinde bir hayli gezmekten mütevellit kendisiyle benzeştirir ve onun bederine nüfuz ederek sanki o olur birkaç yerinde yazılarının…
Ben de birçok biyografi yazdım ve ister istemez yazarın fikirlerini irdeleme hızlanınca sanki kendi ağzınızdan yazarın fikirlerini söylemeye, onunla empati yapmaya başlarsınız.
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim. Kelimeden, sevgiden bir köprü.” S.284
Mağaradakiler’de belki Ecco Homo yani son bölümde olması gereken bir serzenişti bu aralara sıkışmış.
1963 yılının 24 Ocak gününe ait bir not ile başlamış Ecco Homo’ya: Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğunu haykırdığından bahsediyor.
Birinci bahsi de şu cümlelerle kapatmış: “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar? Önce coğrafi kaderle savaş. Cedlerinin toprağından kopuş…
Düşünce dikenli bir taç. İsa’dan Gandhi’ye kadar tanrıya nispeti olan her ulu, tanrıların hışmına uğradı. Tanrıya nispeti olmadan tanrıların hışmına uğramak, hazin.” S.447
1973 yılının 19 Ağustos günü yazdıklarına iki demiş. 60’lara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa. Coğrafyamda Asya yok. Yalnız dilimle Türk’üm.
Ve Hind’i keşfediş: “Hind benim için Asya’nın keşfi oldu. Avrupa’dan görülen Asya.
Ve çalışmaya başladım: Spinoza kırk dört yaşında ölmüş. Nietzche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.
Ve o pek taç yapılan cümleleri:
“Uslupta ilk ceddim: Sinan Paşa. Sonra Nazif, Cenap ve Haşim. Amacım: yazarı okuyucudan ayıran engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini. Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. İsrafil’in sûru kadar heybetli bir dil. Sanatla düşünceyi kaynaştırmak.”
Sanatlı nesri ile fikir akımlarının hepsine ucundan kıyısından dokunan Cemil Meriç planladığı gibi sesini bütün hiziplere duyurmayı başardı. Sonra onların kalelerini birer birer yıktı, yerine bir hisar kurmadı ama olsun; en azından düşünmeyi, şüphe etmeyi, araştırma iştiyakını yarattı.
Edebiyat ile felsefeyi birleştirdi, daha doğrusu tenkit tarihini yazarken denemenin serazat ufuklarında gezindi. Eser tamamlanmamıştı ama olsun, o makaleleler, onca deneme yetti ve arttı bile..
Mağaradakiler’de medeniyet vurgusu daha çok Osmanlı’ya yapılır.
Bir medeniyet mucizesidir o. S.180
Mehmet Genç’in Osmanlı’da Devlet ve Ekonomi’sini, Sabri Ülgener’in Çözülme Dönemi Zihniyetler’ini Açıkgöz Hocaya okudu mu acaba? Belki Ülgener’den haberi vardı ama titiz akademisyenin Weberyan metodu içinde bunalabilirdi. Genç’in kitapları ise çok sonra okuyucusunu bulmuştu.
Sosyalizm ve Osmanlı Osmanlıda ekonomi politik..
Sınıfsız ve demokratik toplum varsayımı..
Üslup ve metod meselesi…
Medeniyet telakkisi…
Bir yandan şanlı mâzîye sahip çıkma alışkanlığı, diğer yanda eleştirmen özgürlüğü iki arada bir derede olan yazarın üslup ve kelime virtüözlüğüne sapmasına neden olur. Her eksikliğin müspet bir izahı olacaktır.
Osmanlı’da ilim yoktur:
Hakikatı bulanların aramaya ne ihtiyaçları var.
Tefekkür tereddüttür, şüphedir; inkârla iman arasında bocalayıştır. S.234
Cündioğlu’na göre Cemil Meriç’in Osmanlı’da ilim olmadığına dair hükmünün onun donanım eksikliğinde aranmalıdır. Kütüphanelerdeki yüz binlerce yazma eser Osmanlı’daki ilmin kanıtıdır. (Cündioğlu,Bir Mabed İşçisi, 149, 159, 185)
Hece dergisinin Cemil Meriç Özel Sayısı: S.131
Cemil Meriç ve MUSTAFA Kemal
Hece Dergisinin özel sayısına devam: Sayfa: 132
Politik önderler ve fikirleri karşısında Cemil Meriç
Politik önderlerin kişiliklerini korur ama eylemlerini eleştirir.
Atatürk, Türkeş, Erbakan, Ecevit, Tanzimat liderleri,
Batı, hangi batı, ne kadar batı?
Doğu hangi doğu, ne kadar doğu?
Eğer bir Tenkitçinin biyografisi Cemil Meriç özelinde yazılacak olsa; bütün bu soruları hem onun eserlerinden hem de ele aldığı eserlerden, yazarlarından ve o yazarların devirlerindeki entelektüel ortam değerlendirmesinden süzerek cevaplandırılması icap eder.
Tenkit tarihinin inşaası devresinde temel kitaplara da göz atmak kaçınılmazdır.
Ahmet Mithat Efendi/ Rıza Tevfik Kamus-ı Felsefe / Selim Sırrı Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı / İbrahim Ethem Terbiye-i İrade / Buchner Madde ve Kuvvet…
19 Asrın Büyük Lügatı…
Ve…
Sayfa 323’te mağaradakilerin yazılış sebebi…
Yurduna dönen adam. Doğu Hind düşüncesinde gezindikten sonra Konya yolculuğu ve “sen bizden değilsin!” ikazı…
“Evet, ben onlardan değildim…”
Söylenemeyenleri söyleme cehdi ile küstürmeme politikasının dayanılmaz kardeşliği ve iç çekişmesi
Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı. Islah aracı oluşu… Hece s.150; Mağaradakiler: s.279
Cemil Meriç’te sol, sağ kavramları…
Aydın namuslu aydın kucağında yaşadığı topluma uymayandır. Hece, 149
Doğduğu iklim ve kültür coğrafyası: Hatay
Dimetoka, Hatay, Fransa, Hind, Osmanlı…
Beden ve ruh dikotomisinin yarattığı yaratıcı zekâ ve fakat herhangi bir akademyaya kabul edilmeyişinin öfkesi ve intikam duygusu… Herhangi bir akademyaya ve/veya herhangi bir siyasi gruba…
Körlük ve koltuğundan âlemi seyrediş… - Aclan Sayılgan(deprem)Pınar Kür, Adalet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmet Özel, Erol Güngör, Salah Birsel, Attila İlhan üzerine olumlu gözlemleri…
Yaşar kemal, Yakup Kadri perspektifi tenkide muhtaç; ancak önyargılarının tahlili şart.
Tenakuzlarından sempati alanı örmek…
Issız liman ve gemisi yürüten kaptan. Tercüme gemisi/ tecessüs gemisi, deneme gemisi…
Lamia hanım, Fevziye hanım; hayatındaki iki kadının üslubuna, hırçınlığına, dinginliğine etkisi…
Ve tenkid dünyasının incelenmesi için üniversitelerde Cemil Meriç’te hangi başlıklar altında doktora tezleri yaptırılmalı sorusu:
Düşünce
Roman
Kavramlar
Tercüme
Tenkit
Kültür
Medeniyet
Hatıra -jurnal
Dergi
İdeoloji
Sosyoloji
İktisat
İrfan
Umran
Tarih
İsyan / yalnızlık / ispat telaşı / üniversite/ ideolojisizlik / tenakuzdan ve üsluptan kale dikmek - SONUÇ
“Hiçbir ‘izm’ insanı kuduzlaştırmaz. Hiçbir ideoloji cinayet fetvacısı değildir. Ama ‘izm’ler Tanrıyı paranteze alan medeniyetlerin dünya işlerini düzenlemek iin tertipledikleri mufassal birer reçete. Vahye dayanan bir dünyaya hitap edemezler. Batılı, bir Kaabil’ler soyu. Doğru! Ama bu insanlar cinayet için cinayet işlemez. Devleti, fazilet ve adaleti gerçekleştirmek için değil, yok olmamak için kurmuştur. Tanıdığı tek mukaddes vardır: çıkar. Daha namert, daha kıyıcı ama daha şuurludur.
…
Çünkü asırlardan beri Tanrısız yaşamaya alışmış, hayatını sürdürmek için yamyamlıktan vazgeçmek zorunda kalmış. Yüzyılların tecrübesi, Aristo mantığı, Makyavel, Hobbes vs gibi yol göstericiler. Evet. Karamazof, tanrının olmadığını yetkili bir ağızdan işitince ağır bir yükten kurtulmuş gibi sevinç duyar. Demek dünya nimetlerinden daha rahat, daha korkusuz kâm alabilecek. Ama Karamazof yine Karamazof’tur. İşkence için işkenceyi hayalinden geçirmez. İşkence bir ‘Sade’ iin de amaç değil araçtır: Kanıksanmış ve hasta bir mizacı alevlendirecek bir çeşit tuz biber. Vahiy, İslamın bütün hayatını kucaklar. İmanını kaybeden bir müslüman aklını da, vicdanını da, insanlığını da kaybetmiştir. Putperestlerin en sefilidir. Sloganlara tapan bir putperest. En kirli en kanlı en sefil sloganlara
Bedeviyetten medeniyete, sloganperestlikten şuura, papağanlıktan insanlığa yükselebilir mi? Yaşarsa belki –daha doğrusu yaşatılırsa!-“ . Mağaradakiler, s. 105
“Allah korkusuna dayanan bir bedeniyet Allah korkusu kalmayınca bedeviyetlerin en sefili olmaz mı?”
Cemil Meriç’in bu sorusu bugün daha ehemmiyet arz etmiyor mu?
Cemil Meriç Mağaradakiler ve etrafında yazıp çizdiklerini ve konuşmalarında yer verdiği konuları Tenkedin Tarihi eseri olarak teşekkül ettirmek için harcadığı mesailerden sayar.
Bir Tenkit Tarihi yazmak en büyük ülküsü idi.
Mağaradakiler kitabının 122. Sayfası böyle bir kitabın yani tenkit kitabının başlangıç yazılarındandır.
Tenkidin tarihine önce hicivden başlar üstad.
Fakat üstadın zaman zaman bahsettiği tenkidin tarihini yazma ameliyesinden sonraki yıllarda onun hakkında pek çok kalem oynatan hiç kimse bunu fark etmez nedense?
Bir tenkidin tarihi yazılıyorsa bu hangi kitabın hangi sayfalarında gizlidir ve bu yarım kalmış emeğin ilk temel taşları hangi yazılarıdır?
“Her çağda sert tepkilere yol açmış tenkid…” diye başlar Önce Hiciv yazısı…
Mağaradakilerin ortalarındadır
Tenkit hakkında eskilerin –Volter’den Diderot’a- yorumlarına değindikten sonra bütün bu zıt yargıların kaynağını sorar hocamız..
Cevap hazırdır: Tenkidin kendisi.
Bir yanıyla dost, bir yanıyla düşman. Janus gibi iki çehreli.
Sonra Sınırlarda Bir Cevelan başlığını alan bölüm, sonra Nereden Nereye başlıklı bölüm.
Denemenin ve tenkidin tarihi bir bölümdür bu.
Kitabın özü…
Bu bölüm de şu cümleyle başlar: Tenkid ne zaman başlamış? Bilen yok. Eski Yunan’da nassçı tenkidin ilk örneklerine rastlıyoruz. Güzel, akla uygun olandır. Tenkidçinin işi her eseri bir bihenge vurmak. Demek ki tenkidçi yazara yol gösteren bir hocadır.
Cemil Meriç aslında kendi mesleğini tarif etmektedir. Yazara yol gösteren hoca…
Sonraki paragraflarda tenkidin her çağda ve her ülkede ayrı seyahati olduğuna ayrı maceraları olduğuna şahitlik ediyoruz. Ve de ayrı tecelliler…
Aslında tenkitçinin de ilk işi hocalıktır hocaya göre.
Hocalara Sorarsak başlığı altında hem kendisine rehberlik edenlerin sözlerine değinmekte hem de tenkidin bir medolojisine ön hazırlık yapmaktadır.
Sainte-Beave’nin şu sözleri rehberlik yapar:: “Hoca olarak vazifem, zevki korumak ve geleneğin bekçisi olmak. Tenkidçi olarak yeniye açılmak zorundayım.”
Parça bölük tarih, parça bölük tenkidin amacı, metodu, usul, içerik vesaire…
Sonunda bize gelir üstad.
“Batı’nın fikir dünyasında epey dolaştık. Çağları ve ülkeleri kucaklayan tenkidin serencamını üç beş sayfaya sığdırmak kabil mi? Celaleddin Mukaddimesi
Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, yan tutan bir kitap tarihten çok müdafaaname. Yazarın yargıları tartışılmadan benimsendi, yani içtimaileşti. Çünkü geniş bir okuyucu kitlesi aynı temayülleri paylaşıyordu.
Hocamıza göre Ahmet Hamdi İsmail Habib’in izini sürdü. Ahmet Hamdi daha çok bilir BATI’yı diyor hocamız.
Bu arada tenkidçinin vazifesini de belirler.
Kimine göre tenkidçinin hedefi iyi anlamak ve güzel anlatmaktır. Kimine göre sanatkarların bir nevi tarih-i tabiisini çizmek. Şu halde, ilim için edebiyat mebahisinde mutlaka yoktur. Enfasilikten(öznellik) nasıl kurtulacağız?
Cemil Meriç İsmail Habib’in tenkidçinin edebiyatın dönemine ait değerlendirmelerini hafife alır. Habib haklı olarak Servet-i Fünun’u incelerken dönemin istibdad dönemi olduğunu bilmemiz lazım gelir diye hatırlatmasını enaniyet olarak telakki eder Meriç.
“Bizim saltanat-ı mutlaka senelerindeki faaliyet-i kalemiyemize zımni bir mücahede denilebilir.” sözlerini, Cemil Meriç çok görüyor.
“Açık değil mi.. şaire bu sitemleri ilham eden Habib’in Servet-i Fünun hakkındaki mütalaalarıdır. Bir kelimeyle eleştirilen eserin bütünü değildir. İncinen bir gururun, yaralanan bir haysiyetin şikâyetleriyle karşı karşıyayız. Hakikat endişesinden ok serzeniş, enaniyet.” Mağaradakiler, s. 130
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı kısaca geçiyor Cemil Meriç. Çeyrek asır sonra İsmail Habib’ten sonra Ahmet Hamdi’nin tenkit sanatına geliyoruz ama nasıl geliyoruz; birdenbire. Hemen de unutuluyor Ahmet Hamdi. Şimdilerde sadece şair ve romancı kimliğiyle hatırlanıyor diye geçiştiriyor üstad.
Tenkidin tarihinden Türkoloji bahsine geçiveriyoruz. O da bir kısa röportajdan ibaret.
Ergün Göze’nin yaptığı röportajda Cemil Meriç, milletlerarası kavramına takıyor ve Türkoloji konferansını toplayan Muharrem Ergin hocayı eleştiriyor.
Ardından Orta Doğu bahsi geliyor.
Bütün rüyaların kanatlandığı ülke, bütün rüyaların ve kâbusların… Müphemin ve meçhulün vatanı.. Kin, öfke, hayal kırıklığı ve sonsuz ümitler: Doğu, duyguların aksettiği perde. Kâh yakın, kâh uzak bazen Afrika, bazen Okyanusya, bazen İspanya veya Rusya
Arzı ikiye bölen ilk topluluk: Roma..
Avrupa kâinatın merkezi saymış kendini ve ötekilerini Asya ile Afrika’ya da kabul ettirmiş. Parsellere ayrılmış meçhul: Ortadoğu, Yakındoğu, Uzakdoğu.
…
Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… kalem sahiplerine düşen ilk vazife, ateş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe mâl olur, tarihe yani ebediyete.. (Kırk Ambar)
Mağaradakiler bir müfredat konusu başlı başına… Bu müfredat programının dersleri ise şunlar:
Eflatun’un Mağara simgesi,
Işığın gösterilmesi,
Mağaranın dışı ve içi,
Işığın kaynağını araştırma,
İntelijansiya,
Terakki,
Tecessüs,
Hürriyet,
İhtilal,
Anarşi,
Dünya, evren, tanrı, insan…
…
Riyazi yani kesin düşünce ancak Avrupalının imtiyazıdır. Doğu alacakaranlık kuşağıdır. Mağara’nın içi neresi, dışı neresi? Eflatun gibi bize aydınlığı gösterebilecek mi üstad? Mağaranın dışına çıkarabilecek mi bizi?
Evet bir mağarada olduğumuzu bilerek girdik bu işe.
Bu Ülke bize bir mağarada olduğumuzu, idrakimize deli gömlekleri giydirildiğini öğretti.
Mağaradakiler bu ön yargı ile okuyucusu ile buluştu. Teşhisleriyle, hatta tenakuzlarıyla mağaranın içinde ve dışında elimizde Cemil Meriç feneri gezinip durduk. Fakat feneri nereye tutuyorduk ki? Fanilamızın içinden yüzümüze doğru tutulan fener bizi bir öcü gibi gösteriyor olabilir miydi?
Tenkit Tarihi denemeleri olan Mağaradakiler yazıları her biri ayrı ayrı deneme… dokunup dokunup geçtiği isimler ve kavramlar etrafında bir bütüncül fikir sistemi elbette kurulamaz. Olsun, üstad bize teşhisleriyle kendi tedavi usullerimizi bulmada rehberlik ediyor en azından.
Doğu ile Batı karşılaştırmasında daha baştan Batı’nın üstünlüğünü kabulle girişilen tenkit denemelerinin hırpalayıcılığı belki yeniden diriliş için gayret fırsatı getirir bizim neslimize kim bilir?
Gençlik ideolojilere kapılanmış, siyasi merkezlerin sayesinde dağılmış ve birçok hizip ortaya çıkarmışsa daha başlangıçta hiziplere taktik ve stratejik açıdan yaklaşmayı bilen bir yeni HOCA ile karşı karşıyayız demektir.
Öyle ya Cemil Meriç, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak istemiyor muydu? Kendisini de okuyucu ile yazar arasındaki engelleri ortadan kaldıran yeni bir yazar tipi olarak tanımlamıyor muydu? Böylece “bütün hiziplere sesini duyurmak” bir strateji ve taktik meselesiydi. Bunu yapabilmek için önce bilinçlerini yaralamalı ve sonra tereddüde düşürüp düşünmelerini ve sonra kendi teşhisleri etrafında arayışa girmelerini sağlayabilmeliydi.
Alacakaranlık düşüncelerinin vatanı olan Doğu, riyazi düşünceye ve matematiksel netliğe nasıl bakabilir, nasıl yaklaşabilirdi?
“İşte bu, Doğu düşüncesinin alacakaranlık mağarası, kitabın varoluş nedenidir. Sorunumuz budur. Mağaradakiler, bu soruna bir çözüm önerecektir.
Ancak Mağaradakiler, ışığı göstermez, hatta hissettirmez bile. Geniş, çok geniş bir coğrafyada entelektüel bir gezintiye çıkarız. Mağaradakiler, bu yönüyle tam bir Cemil Meriç kitabı… Teşhis koyandan tedavi bekleme hakkımız elbette yok. Ama alacakaranlık mağaranın bir uzantısı da bu durumun devamlılığı değil mi?
Avrupa’da entelektüelin izlerini sürerek başlar Mağaradakiler tanımlar çıkar karşımıza… tanımlar, tanımlar, tanımlar entelektüel üzerine: Lügatler lügatler… Okuruz hepsini. Kim, hangi devirde ne demiş, okuruz. Kavramın gramerine, etimolojisine eğiliriz. Yazarlar, romancılar, düşünürler, filozoflar, ideologlar, ekonomistler… hepsi söz alır. Yazar, bu tanımların, bu yaklaşımların hepsini birbiriyle sorgular, birbiriyle kıyaslar; hiçbirini beğenmez hepsini, bir başkasının yaklaşımıyla geçersiz kılar ve sorular tam olarak cevabını bulamaz.”
Hülasa çıkarma meselesinde Abdurrahim Karadeniz de benim gibi düşünüyor: “Okunmadık hiçbir şey kalmadığına kanaat getirince bazen ‘Hülasa Edersek’ deyip bütün okuduklarımızın hülasasını çıkarırız ama bu hülasa çıkarmayı genellikle yapmayız; konuları muallakta bırakırız. Sorular cevapsız kalır.” Hece, s.374
Cemil Meriç’in çağdaşı birçok Türk düşünürü mesela Nurettin Topçu gibi bütüncül bir fikir sistemi vazetmediğini hemen her kalem sahibi takdir etmiştir. Bütün yazıp çizdikleri deneme tarzının üslup, konu, isim, kavram ve kitap zenginliği ile tenkit yazılarıdır. Bir tenkit tarihi girişimleri olarak henüz tamamlanmamış metinlerdir. Bu nedenle hülasa edersek bahsinden sonra asıl kitap meydana çıkarma gayretinin beklenmesi haksız da değildir.
Fakat üstad bu kitabı bir türlü yazmayacaktır. Belki de kendisini sınırlamak istememektedir.
Belki de güvençle nesilleri peşinden sürükleyecek bir iddianın adamı değildir. Belki de tam manasıyla inanmamaktadır. Kendisini adayacağı ve nesillerin adanması için göstereceği bir davanın imkânsızlığı içinde çelişkiler ve tereddütler yaşamaktadır.
“Sami Beyin bir endişesi vardır. Sosyalizmin ‘İştirak-ı emval’ töhmetiyle lekelenmesi. İştirak-ı emval komünizmdir Sami Beye göre.(Şemseddin Sami 1850-1904)” Mağaradakiler, s.303
Afgani için ise sosyalizm dinî bir temele dayanmıyorsa sadece kargaşalığa yol açar. İştirakiyun ise İslam’ın bir parçası.
“Osmanlı aydınlarının sosyalizm karşısındaki tutumu hemen hemen aynıdır. Sosyalizm başka bir dünyada yaşanan bir nevi hastalık. Cevdet Paşa için kaynağı Mezdek’e kadar giden sapıtış. Âli Paşa’ya göre sınırlarımıza sokulmaması gereken tehlike. Şemseddin Sami kısa bir zaman hayranlık dumuştu sosyalizme. Çünkü her yeniliğe âşıktır; hele Avrupa’dan gelen yeniliklere. Afganî sosyalizmin karşısına iştirakiyeyi çıkarır.” Mağaradakiler, s. 306
…
“Tanrı’ya inanan bir sosyalizm, garip bir Hıristiyanlık… Davayı reddetmek kolay şey din problemi, şer problemi. Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar.. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş; münzevi, mazlum, muzdarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi… Tek ortak duygu: düşmanlık… Diyalog yok. Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete.
Hepimiz birer Mabeuf’uz.
Gafletinin cezasını göğsünden yediği kurşunla öder. Bizde Dosto çıkmıyor. Zira Dosto’yu okuyacak saray yok. Saray mı? Kulübe var mı ki?
İnsanı bütün azamet ve sefaleti ile teşrih masasına yatıran büyük romancı o.” Mağaradakiler, s.121
İnançlı bir sosyalizm eşitlikçi ve adaletçi prensiplerini kâinatı yaratan üzerinden sistematize ettiğinden beşeriyet üstünde bir kudretin Hak telakkisinden bir sosyalizm inşa edecektir. Batı sosyalizmlerinin hemen hepsi materyalizmin bir rüknüdür. Bu bahis arasında Nurettin Topçu sosyalizmine değinmeden geçmek olmaz. Topçu Cemil Meriç’in eski solcu günlerinin aşkına bir inançlı sosyalizm inşa etmekten daha fazlasını yapmıştır. O bütüncül bir sosyalizm peşindedir. Gerçek sosyalizmi kurma iradesi ancak kuvvetli bir Allah imanı ile kaimdir. Materyalizmin hiçbir çeşidi Tanrı’dan almaz prensiplerini…
Cemil Meriç sosyalizm konusunda Saint Simon araştırmasından daha ötede bir fikir sistemi geliştirebilmiş değildir, fakat buna rağmen onun da sosyalizminin inançlı bir sosyalizm olduğuna kuşku yok. O da diğer sosyalizmlerin ötesinde bir hümanist sosyalizm peşindedir. Topçu’ya göre ise hümanist sosyalizm bile materyalist felsefenin bir rüknü olduğundan eksiktir.
Mağaradakiler Cemil Meriç’in sosyalizm üzerindeki fikirlerinin de anlaşılması için önemli bir eserdir. Her zaman olduğu gibi bu eserde de isimler ve eserler arasındaki gezintiden zevk almakla birlikte deneme üslubunun sarsıcılığı ötesinde bütüncül bir fikir sistemi için daha geniş bir gayretin eksikliğini görüyorsunuz. Zaten amaç da her türlü hizbin kendisini okumasını sağlamak değil miydi? Hocamız neden kendisini bir fikrin öncüsü olarak ilan etsin ki?.
İhtilalleri açıklarken, onunla ilgili eser ve isimleri ele alırken arada sosyalizme değindiğine de şahit oluyoruz. Büyük bir yayın kuruluşunun kitap eleştiri köşesinin en tipik örneği olan ve gerçekten tenkit bakımından edebiyat bölümlerinde okutulması gereken üslup ve metod ne yazık ki bir fikir sistemi kurmaya yetmiyor.
“Sosyalizmin İhtilal Anlayışı şöyle sonuçlanır Mağaradakiler’de: ‘Evet, tarifler gerçeği kucaklamıyor. Kimi katı, donuk, sınırlı. Kimi, hayatın kendisi: Çılgın, hür, sosyal. Her sosyal sınıfın ihtilal anlayışı başka. İhtilal, tasfiye edilen veya tasfiye edilmekten korkan sınıflar için felakettir, tasfiyeyi yapan ve yapmayı düşünen topluluklar için kurtuluş iyi ama… reformla ihtilali nasıl ayıracağız? İhtilal nitel (qualitatif), reform ise nicel (quantitatif) bir değişmedir. Onarır ve sağlamlaştırır.”
Bir dünya görüşü için yeterli çalışmayı ortaya koymayan koymak istemeyen Cemil Meriç yine de sorar ‘neden bir dünya görüşümüz yok’ diye…
Hıristiyan dünya görüşü, burjuva dünya görüşü ve sosyalizm dünya görüşleri irdelendikten sonra benim de bir röportajımda başa aldığım şu açıklamalarına yer verir:
1. Hiçbir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılamaz.
2. İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.
3. Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli formül yani izm yoktur.
4. Avrupa’yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de sosyalist için de sömürülecek bir alandır.
5. Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır.. s.231
Yazı Sona Erdi!
Yüklenemedi, lütfen tekrar deneyiniz.