IŞIK DOĞUDAN YÜKSELİR diye bir şarkı yapmıştı Sezen Aksu. Bir zamanlar peşinde koştukları ve açılım süreci için desteğini aradıkları şarkıcının beş yıl önce yaptığı bir şarkıda geçen Adem ile Havva sözleriyle giyotine yatırıp dilini koparmaya çalışmanın sosyal psikolojik temellerini araştırmak gerekir ama sanatçının Cemil Meriç’ten etkilenip doğunun namusunu kurtarmaya çalışmasının sebepleri üzerine ahkâm kesmeye kalkarken neden bu kadar geç kaldığını, kitabın gerçekte 80 darbesinin obskürantist mevsiminde yayınlandığını da tartışmak gerek.
Işık Doğudan Gelir başlığı aslında Cemil Meriç’in aynı adla yayınlanmış bir kitabının başlığı ile aynı olsa da başka bir perspektiften ışığın izini sürüyor.
Malumdur ki Cemil Meriç önce Hind düşüncesini tercüme etti ve sonra bu kitabını yayınladı.
Biz bu başlığa atıfta bulunarak aktüel olan bir meseleyi başka bir tarihsel veçhesiyle tartışmak ve Eworth’ün bir tablosundan yola çıkarak Batı’daki toplumsal psikolojiyi irdelerken kendi mağaralarımızdan çıkabilmenin stratejisini aralamak memuriyetindeyiz.
12 ila 18.asırlar arası Avrupa’yı salgın hastalıklar, kıtlıklar ve savaşlar yedi bitirdi. Nüfus azalması sayesinde beslenme imkânlarının geliştiğini bile söyleyebiliriz. Birçok yerde mezarlar açılıp cesetler yenmiş, kediler ve köpekler kesilip pişirilmişti.
Haçlı seferleri aslında sadece kutsal Kudüs aşkına değil Doğunun zenginliklerini ele geçirme amacına yönelikti. Fakat Roma’nın yerine ikame olan Osmanlı yüzünden Doğuya bakış değişmişti. Bölünük devletler Osmanlı barış sisteminin içine çabucak dahil oluyorlardı. Osmanlılar fütuhata dayalı ekonomi-toplum düzeninin ilanihaye gideceğini bile zannediyorlardı.
Avrupa’da Osmanlı, doğunun zenginliklerinin üstüne haksız yere oturan ve batıyı tehdit eden ve İsa’nın dinini değiştirmeye çalışan bir kâfir ve canavar olarak görüldüğü gibi İngiliz ve Fransız gibi batıdaki siyasî çevreler açısından da İspanya ve Habsburg hanedanlarını sıkıştırmasından dolayı yararlanılacak ortak olarak görülmüştü. Batı hayalperestliği ve emperyal kıskançlığı da buna eklenince bu iki ülke uzak vadede Osmanlı’yı ya yönetmek ya mirasına el koymak ülküsünü hiçbir vakit unutmadı.
Doğuya Bakış adlı eserinde Mac Lean şöyle yazıyor:
“Said’e göre, Oryantalizm Avrupalı özneyi hâkim bir konuma yerleştirmiştir. Ancak İngilizlerin Osmanlılara göreceli olan konumu daha çok bir zayıflık konumuydu. İngilizlerin Osmanlılara bakışı, Türklerin İngiliz olmayı arzuladıkları düşüncesi gibi hayal ürünü düşünceleri içeren ve benim ’emperyal kıskançlık’ olarak nitelendirdiğim durumdan, bu büyük imparatorluğun gücü, nüfuzu, askeri kudreti, refahı ve zenginliği gibi belli özelliklerine karşı duyulan hayranlığa kadar uzanan bir dizi tezatlar içerisinde şekillenmişti. On altıncı yüzyılın sonlarında ve on yedinci yüzyılda yaşamış İngiliz yazarlar, özellikle de Osmanlıların hâkimiyeti altındaki topraklarda gördüklerini yazan gezginler, geri kalmış, zayıf ve ele geçirilip hükmedilmeyi bekleyen ‘oryantalleştirilmiş’ bir ülke ile değil, Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne ve bilinen dünyanın üçte birine hâkim olan bir imparatorlukla karşı karşıya olduklarını akıllarından hiç çıkarmamışlardı. Sömürgecilik söylemlerinin kolonize edilmiş halklar pahasına güçlü sömürgeci özneler yaratması beklenirken, söz konusu İngilizlerin Osmanlılara bakış açısı olduğunda durum son derece karmaşık bir hal almaktadır. Bu bağlamda basit bir hâkimiyet kurma arzusunun yerini istek, bilgi ve gücün yeniden yapılandırılmasıyla oluşmuş bir olgunun, yani emperyal kıskançlığın aldığını görüyoruz.”
Doğuya Bakış’ın özellikle İngilizler açısından emyeryal kıskançlık kavramıyla çözümlenebileceğini düşünen Mac Lean ileriki sayfalarda bu kavrama da açıklık getiriyor:
“Emperyal kıskançlık kavramı ile kastettiğim şey Raymond Williams’ın ‘hissiyat yapısı’ olarak tabir ettiği duruma çok benzer bir anlam ifade etmektedir. Bu kavram, bizim İngilizlerin Osmanlılar gibi büyük ve güçlü bir Müslüman imparatorlukla ilk karşılaştıklarında neler düşünüp hissettiklerini, daha sonrasında da bu düşünce ve hislerin İngilizlerin emperyal Britanyalılara dönüşmesinde nasıl bir rol oynamış olabileceğini anlamamızı sağlayan, çoğu zaman tezatlarla dolu ve bazen de anlaşılması zor kanıtlara bir anlam vermemize yardımcı olacaktır. Kraliçe Elizabeth tahta oturduğunda İngilizler, Yeni Dünya’nın zenginlikleri için İspanya’ya rakip olmaya çalışan zayıf ve nispeten önemsiz bir ulustu. Dindar İngilizlere göre Osmanlı İmparatorluğu baş düşman ve Hıristiyanlığın musibetiydi, ancak tüccar kafasıyla düşünenlere göre Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda Sultan’ın zengin ve görkemli sarayından muhteşem ve kudretli ordusuyla üç kıtaya hükmettiği bir ülkeydi. Henry Blount 1636 yılında ‘Türkler muharebede her zaman üstün ve İmparatorlukları birden bire bütün dünyayı işgal etmiş olan tek modern ulustur’ diye yazmıştı.(Blount’un Londra’da basılan bu kitabının adı çok uzun: İngiltere’den başlayarak Dalmaçya, Bosna, Macaristan, Makedonya, Teselya ve Mısır’a kadar uzanan seyahatiyle ilişkilendirerek Türklerin büyük bir imparatorluk altında nasıl modern bir kondisyon ortaya koyduklarının özetini sunuyor. A Voyage İnto the Levant)
Bu ulusu kıskanmamak nasıl mümkün olabilirdi? İngilizlerin erken modern dönemde Osmanlılar hakkında bildiklerini ve Osmanlılara karşı olan tutumlarını bu emperyal kıskançlık kavramı bağlamında tanımlamak, küçük bir ada ulusu olan İngilizlerin emperyal bir güce dönüşümü sürecini besleyen emperyal fantezilerin ve emellerin nasıl geliştiğinin anlaşılması için faydalı bir strateji sunmaktadır. Bununla birlikte, on yedinci yüzyılın sonuna varıldığında Britanyalıların denizlerde sağlamış olduğu hâkimiyet kendilerine ait bir imparatorluk emeline yaklaşıldığını hissettirmiş ve Britanyalıların Osmanlılara karşı hissettiği emperyal kıskançlık tavrının yerini yeni bir mütehakkim tavır almaya başlamıştır.
Erken modern dönem İngiliz yazarlar Osmanlı medeniyetini, Oryantalizm kavramını ve İngiliz emperyalizminin kültürel tarihini bugünkü anlayışımızı karmaşıklaştıracak şekillerde tasvir etmişlerdi.
Osmanlı hanedanı ve bu hanedanın denizde ve karada hüküm sürdüğü uçsuz bucaksız bölge hakkındaki bilgiler, İngilizler için gerek Doğu pazarlarını kontrol altına almaya çalışan diğer Avrupa ulusları ile rekabet açısından, gerekse de kendilerine uluslararası boyutta geçerliliği olan yeni bir ulusal önem hissi yaratmada başlı başına bir gereklilik olmuştur.
İngilizler İspanyolları ve sahip oldukları imparatorluğu açıkça kıskanıyordu ve Yeni Dünya’nın zenginlikleri için onlarla rekabet etmeye çalışıyordu. Ancak Osmanlılara karşı duydukları kıskançlık daha farklıydı. İspanyol gemilerine saldırıp taşıdıkları altınları ve gümüşleri yağmalamak son derece karlı bir işti, ancak muazzam Osmanlı ordularını rakip edinmek gibi bir düşünce kesinlikle olmamıştı. Zaten Britanya’nın emperyal gücünün anahtarı kara orduları değil deniz gücüydü. Bunun da ötesinde, Osmanlılarla ticari ve stratejik ittifaklar kurmak İspanyol gücünü zayıflatmaya da yarıyordu. İngilizlerin Osmanlı devletine karşı duydukları hayranlık ve kıskançlık on altıncı yüzyıldaki ilk ticari ve diplomatik ilişkilerden başlayıp on yedinci yüzyılın sonuna kadar devam etti. Bu dönemin sonuna varıldığında İngilizler artık kendilerini Britanyalılar olarak yeniden yaratmaya ve kendi doğu imparatorluklarının temellerini atmaya başlamışlardı. Osmanlılar hakkında erken modern dönemde yazılmış bu hayali, edebi ve şiirsel anlatımları yine o döneme ait tarihi belgelerle karşılaştırdığımızda açıkça görülmektedir ki; Osmanlı kültürü ve toplumuna duyulan hayranlık imparatorluk kurma yolunda ilerleyen bir ulus olan İngilizlerin kendileri hakkındaki düşünüş ve tasvir biçimlerini önemli oranda etkilemiştir. On yedinci yüzyıl sonu ve on sekizinci yüzyıl başında imparatorluk kurma emellerinin gerçekleşmesiyle, Osmanlılara karşı duyulan kıskançlık duygusunun yerini belki de her zaman mevcut olmuş olan bir üstünlük duygusundan kaynaklanan dostane bir kayıtsızlık almıştır.”
Tarım devrimi, Sümerlerden başlayıp Ortadoğu, Anadolu ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yayıldığında İngiltere daha bundan nasipsizdi. Romalılar döneminde İngilizler doğunun kültürü ve servetinin farkına vardı. Sonra 7. asırda Hıristiyanlaştılar. Haçlı seferleri ağızlarına bir parça bal çaldı. Fakat adadaki İngiliz bilinci yetmezdi. İç karışıklıklar devam edip durdu. İskoçların İngilizlerle meydana getirdiği kan bağı ada birliğini sağlarken Britanya projesi geliştirildi. Bu daha sonra dünya gücü Osmanlı’yı da hayalî kan bağı ile kendisine bağlama hayalperestliğine ve kıskançlığa yol açtı. Ya bu büyük dünya devleti yıkılacak yahut kendisi için çalışacaktı.
Doğunun zenginlikleri sadece yönetim biçimi değil ipek, baharat gibi ürünler ve atın sağladığı haşmetti. İpek dokumalar İngiltere’ye ilk defa Romalılarla birlikte gelmişti. Çin ve Orta Asya’dan… Aslında Osmanlı bir anlamda Roma’nın devamıydı.
İngilizlerin Osmanlı Dünyası ile İlk Karşılaşmaları
Nennet ve Franses Avrupa’ya ulaşan Doğu halılarının büyük çoğunluğunun Venedik ve Ceneviz gibi İtalyan limanları kanalıyla ya Türkiye’ den ya da bilhassa Mısır ve Suriye gibi diğer Osmanlı topraklarından ithal edilmiş’ olduğunu da kabul etmektedirler. Pekala, bu kadar büyük miktarda Osmanlı halısı ve dokuma ürünü İngiltere’ye nasıl gelmişti? O dönemde İngiltere’ de Anadolu desenli birkaç halı üretilmişti; ki bunlardan bilinen ilk örnek olan ve ‘Venedik Çiçekli Halısı’ denilen halı 1570 yılından kalmadır. Ancak bu tür halılar sayıca çok azdı ve demirbaş listelerinde de bu isimle belirtilmiş oldukları için gerçek Anadolu halıları ile karıştırılmamış olduklarını varsayabiliriz. O dönemde İngiltere kökenli halı tüccarları olmadığı için koleksiyoncular ya daha önce bahsedilen Antwerp’li Peter Vandewall gibi yabancı aracı kişilerle iş yapıyor, ya Akdeniz limanlarında ticaret yapan tüccarlarla doğrudan bağlantı kurma yoluna gidiyor, ya da eğer şanslılarsa bu halıları hediye olarak alıyorlardı.
Richard Hakluyt 1511 yılında Doğu Akdeniz’ de ticaret yapan İngiliz gemilerinin ‘İpekler, Devetüyü [postu], Ravent, Malmsey şarabı, Misket üzümü şarabı ve diğer başka şaraplar, tatlı yağlar, pamuk, Türkiye halısı’ gibi ‘ticari mallar’ ithal ettiğini bildirmişti. Hakluyt doğudan ithal edilen tekstil ürünlerine giderek artan talebin yerli üretimle azaltılabileceğini anlamıştı.
1579 yılında Hakluyt Londra Boyacıları adına Morgan Hubblethorne’u Rusya, İran ve Türkiye’ye giderek bu mesleğin sırlarını öğrenmesi için görevlendirmiş ve kendisine şunları söylemişti: ‘Eğer geri dönmeden önce Türk halısı yapımında ustalaşmış tek bir iyi zanaatkarı ikna edebilirseniz, bu zanaatı Memlekete beraberinizde getirmiş olacaksınız, ki böylece kendi kumpanyanızın işlerini de artırmış olacaksınız.’ Hubblethorne’un yaptığı yolculuğun sonuçlarını bilmiyoruz. İngiltere’ de ilk görülen ilmekli halılar çoğunlukla Marsilya ve Antwerp üzerinden ticaret yapan Venedikli ve Flaman tüccarlardan ithal edilmeye devam etmişti. Bununla birlikte, on altıncı yüzyıl boyunca artan talepten dolayı Akdeniz limanlarından İngiliz gemileri vasıtasıyla Southampton, Sandwich ve Londra limanlarına doğrudan ama yine de gayri resmi ithalat başlamıştır.
On altıncı yüzyılın ortasına varıldığında ‘bu ticaret sahasındaki İngiliz gemilerini sayısı İtalyan gemilerinden sonra ikinci sıradaydı’, ancak 1582 yılının sonuna kadar Osmanlı limanlarından halı ve diğer ticari malları ithal etme işi, tüccarların ve gemi kaptanlarının kendi inisiyatifleri ile ve Osmanlı yetkililerine görünmeden kaçamak yapacak kadar şanslı oldukları zamanlarda yapabildikleri çetrefilli ve rastgele bir ticaret olmaya devam etti.
Tekstil ticaretinin yükselişi
İngiltere’de tüccarlar borçlarını Türk malları ile ödeme taahhüdünde bulunuyorlardı. Bunlar taahhütlerinde İngiltere’ye getirebilecekleri ticari malların bir listesini sunmuşlardı. “Daha fazla Kersey kumaşını dışarıya çıkarabilecekler daha fazla ticari mal getirebilecekler, ki bu mallar burada daha makul fiyatlarla satılabilsin ve böylece de Majestelerinin hem içeriden hem de dışarıdan aldığı gümrük vergisi artsın.
O diyarlardan getirecekleri mallar her türlü Baharat, Ham İpek, Ecza ilaçları, Hint boyası, ve Ham Pamuk ve bunlardan yapılmış iplik ve kumaşlar, Galles, Kuşüzümü, Tatlı Yağ, Sabun, Yorganlar, Halılar ve envai çeşit başka mallar.
Gerçekte de aynen böyle olacaktı, ancak ‘Türkiye halıları, ipek yorganlar, pamuklu kadife yapımında kullanılacak ham pamuk’ gibi mallara ek olarak, 1598 yolculuğu ile İngiltere’ye getirilen mallar arasında’ deri köpek tasmaları’ da vardı. 56 Doğu Akdeniz Kumpanyası’na bağlı tüccarlar ve komisyoncular Osmanlı şehirlerine yerleşmeye başladıkça, halı ve diğer Osmanlı mallarım kendi şahsi kullanımları için toplamaya ve görevlerinden geri dönerken hediye olarak veya pazarlamak için bu malları düzenli olarak İngiltere’ye götürmeye de başladılar. Bu yolla ‘hatırı sayılır miktarda’ halı İstanbul’dan ve ‘İzmir’den ihraç edildi’. 1599 yılında, John Sanderson isimli bir Kumpanya muhasibi kız kardeşi Grace’e bir halı hediye ettiğini kaydetmişti: ‘Türkiye’ den son gelişimde, evlenmiş olduğu için, kendisine bir Türkiye halısı verdim, ki değeri 1.10.0′ den (bir pound on şilin) fazlaydı. Sanderson ayrıca bir din adamı olan erkek kardeşine de toplam üç pound değerinde’ Alh Türkiye yapımı boyalı kitap’ ve toplam beş pound beş şilin değerinde ‘Dört Türkiye halısı’ vermişti. Burada adı geçen ‘Türkiye yapımı boyalı kitaplar’ hiç şüphesiz ki daha önce bahsi geçmiş olan resimli Osmanlı kıyafetleri albümleriydi. Doğu Akdeniz Kumpanyası’nın Londra ofisinde çalışmak üzere geri döndükten sonra Sanderson 1604 yılında İstanbul’a henüz varmış olan genç bir meslektaşına oradan kendisine ‘vasat kaliteli Türkiye halıları’ göndermesini tavsiye ediyordu, zira’ eğer iyi satarsa bu halılar çok karlı mallar’dı.
Sanderson’ın ‘ daha az kaliteli’ halılar gönderilmesini tavsiye etmiş olması, hasır paspaslar yerine ‘Türkiye yapımı’ dokuma halılar kullanma modasının bu halıları bir süreden beri toplayagelmiş olan zengin sınıfına nazaran daha fazla sayıda mütevazı ev sahibine ulaşmış olduğuna işaret etmektedir.
On yedinci yüzyılın ortasına varıldığında, Osmanlı halıları ve diğer döşemeler müreffeh orta sınıfın evlerini süslüyordu. 1687 yılında Dyer Bate adlı bir gemi kaptanının denizde ölümünden sonra Stepney’deki evinde bulunan eşyaya ait demirbaş listesinde ‘yemek odasında bir düzine Türkiye işi sandalye’, ‘üç duvar halısı seti’ ve altı yer halısı mevcuttu. Doğu Akdeniz Kumpanyası’nda genç bir asistan olan Richard Uvedale İzmir’ de görev yaptıktan sonra Londra’daki evini Osmanlı yer ve duvar halıları ile süslemişti.
O kadar çok halı toplamıştı ki; bu halılardan bazıları tavan arasına kaldırılmak zorunda kalmıştı. Bu mallara öyle çok talep vardı ki; İngiltere’ye Osmanlı halıları getirme işinden çok büyük kar elde etmek mümkündü ve bu durum da girişimci denizcileri gerek ticari kar gerekse de kendi kişisel kullanımları için halı ticaretine girmeye teşvik ediyordu. 1676 yılında İzmir’e yaptığı ilk yolculukta kumpanyanın genç memurlarından John Weeks daha sonra yaşadığı ölümcül kazaya kadar geçen zamanda İngiltere’deki evine bir halı ve iki masa örtüsü göndermişti. Kaptan John Hill halı ticareti ile düzenli olarak iştigal ediyordu ve yaptığı hesaba göre İzmir’den aldığı ancak çok daha yüksek fiyata alıcı bulabileceği İngiltere’ye varmadan önce Alicante’ de sattığı iki halıdan kolayca % 23 kar etmişti. Son olarak, bahse değer diğer bir husus da şudur ki; Osmanlı İmparatorluğu ile lüks tekstil ürünlerinin doğrudan ticaretinin yapılıyor olması sadece tüccarların, Doğu Akdeniz Kumpanyası komisyoncularının ve doğudan gelen malları almaya hazır, istekli ve gücü yeten kişilerin kültürel ufkunu genişletmemişti. Halılara ve diğer mamullere ek olarak ‘envaiçeşit Ham ipek’ ithal edilmesi, yeni ve giderek büyüyen bir iş alanı teşkil etmesi nedeniyle Londra’daki çalışan kadınların yaşamları üzerinde muazzam bir etki yapmıştı. 1630’larda Thomas Munn ‘benim bildiğim 35 yıllık süre zarfında Londra şehrinin merkezinde ve kenar mahallelerinde en fazla 300 kişinin istihdam edilmiş olduğu yabancı ham ipek eğirme sektöründe gözle görülür bir büyüme oldu ve şimdilerde bu sektörde 14 000 kişi çalışıyor’ diye yazmıştı. Doğu Akdeniz Kumpanyası’nın önde gelen tüccarlarından birisi olan Munn, dış ticareti ateşleyen ve hiç şüphesiz biraz da abartmaya meyilli bir şahsiyetti. Ancak buradaki iddiası söz konusu yıllarda İngiltere’ye getirilen ham ipek miktarındaki çarpıcı ve sürekli artışla desteklenebilmektedir. Döneme ait kayıtlar 1560 yılında 12 000 libre olan ham ipek ithalatının 1621 yılında yaklaşık 120 000 libreye, 1630′ da 172 000 libreye, 1634’te 200 000 libreye ve 1640 yılında da 220 000 libreden daha fazla bir miktara çıktığını göstermektedir. Bu büyük hacimli ham ipek ithalatından elde edilen kârın çoğunluğu, İran ipeğinin kendi ipek endüstrilerini geliştirmeye başlamış olan batı ve orta Avrupa ülkelerine satışından gelmekteydi.* (Tekstil tarihi ile ilgili olarak Halil İnalcık’ın şu eserine bakılabilir: Halil İnalcık, Türkiye Tekstil Tarihi, Türkiye İş Bankası, İstanbul 2008)
Ayrıca şu da var ki; ham ipek sadece Osmanlı’ya özgü bir ürün değildi ve İngiltere’ de iç pazar için üretilen ipekli malların çoğunlukla Osmanlı veya doğu stilleri ile hiçbir benzerliği yoktu. Bununla birlikte, bu ticaretin işgücü pazarı, moda ve Zante kuşüzümüne olan büyük talepte görüldüğü gibi perakende satış üzerindeki etkisi, o dönemde Osmanlı kültürünün İngiltere’de günlük yaşantı içerisine yaygın ve derinlemesine nüfuz edişinin bir parçasıydı. Matthew Dimrnock’un belirttiği üzere, Shakespeare’in ‘inci işlemeli Türkiye minderleri’ ve ‘Türk duvar halıları’na yaptığı ‘sıradan ev hali’ türünden göndermeler ‘Osmanlı kökenli eşyaların bilindik nitelikte’ olduğunu kanıtlamaktadır.
Yukarıda sunulan çeşitli bilgilerin ortak olarak işaret ettiği nokta, on altıncı yüzyılın ortasından başlayıp on yedinci yüzyıl boyunca devam eden bir süre zarfında, İngiltere’de Osmanlı kültürü ve toplumu hakkındaki bilgilerin ve bunun bir sonucu olarak da Osmanlı ürünleri için duyulan isteğin, benzemeye çalışma ve ticari girişimcilik gibi iki süreç vasıtasıyla kraliyet sarayı ve soylu sınıfından zenginleşen orta sınıfa doğru genişlediğidir.
Buna ek olarak denebilir ki; İngiltere dışına hiç çıkmamış kişiler için bile, büyük Müslüman imparatorluğunun halihazırda Fransız, İspanyol ve İtalyan kültürlerinin birçok parçasına nüfuz etmiş olan lüks ve kıskançlık uyandırıcı yaşam biçimlerine aşina olmak Osmanlı topraklarına seyahat etmiş gezginlerin bildirdikleri sayesinde mümkündü. Maxine Berg’in göstermiş olduğu üzere, on sekizinci yüzyıla varıldığında Britanyalılar ticaretin kendilerine getirdiği zenginlikten ve bu zenginliğin satın alabildiği doğu mallarından dolayı bütün Avrupa’nın gıpta ile baktığı bir ülke olduklarını hayal ediyorlardı. 64 Yağlıboya portreler, muhteşem ve güçlü atlar, pahalı ‘Türkiye’ halıları, işlemeli ipek duvar halıları, diğer ev döşeme eşyaları ve tabii ki gösterişli kıyafetler: erken modem dönemde yaşayan İngilizler için Osmanlı dünyası çekici ve cazip eşyalarla dolup taşan bir dünya idi ve bu nedenle de bir emperyal kıskançlık kaynağıydı.
Ticaret, Din ve Diplomasi
On altıncı ve on yedinci yüzyıl İngiltere’ sinde Osmanlılar hakkında düşünmek sadece dinsel farklılıkları düşünmek anlamına gelmiyordu; çünkü bu düşünceler Doğu’daki ticari malları ve imparatorlukları da içeriyordu. Osmanlılar üç kıtaya yayılmış muazzam bir imparatorlukta hüküm sürmekteydi. Bu konumlarından dolayı Osmanlılar orta Asya üzerinden Hindistan’a ve Çin’e ulaşan eski ticaret yollarını denetimleri altında tutuyorlardı.
1536 Osmanlı – Fransız anlaşması Kraliçe Elizabeth’i harekete geçirdi. Elizabeth’in elçileri o kadar dil döktüler ki sultana ve o kadar hanımlarını acındırdılar ki… sonunda İngilizler de yararlandılar.
Kahve 1650 de Londra ve Oxford’da yaygınlaştı. 1554’te İstanbul’da iki Suriyeli kahvehane açtı. Rüstempaşa camii yanında. Gezginler Türklerin şarap yerine kahve adı verilen bir şey içtiklerini yazıyor.
Kadın hamamı Lady Mary Wortley Montagu 1717 yılında Sofya’da ilk kez bir kadınlar hamamını ziyaret ettiğinde kadınların da tıpkı erkekler gibi bir araya gelip şehirdeki en son haberleri konuşabilecekleri ortak bir alana sahip olmaları düşüncesinden büyük heyecan duymuştu.
“Burası şehirdeki tüm en son haberlerin konuşulduğu bir nevi kadınlar kahvehanesi” diye yazmış ve İngiliz kadınlarına göre daha özgür olduklarını tespit etmişti.
İngiliz malı teneke, çan metali, tavşan kürkü, yünlü kumaşlar karşılığında Doğudan ipek, halı, baharat ve zanta kuşüzümü Afrika’dan şeker, hurma, badem alınırdı.
İngiliz tüccarlar bir nevi yeni haçlı seferi içindeydiler diye yorumluyor Mac Lean… Emperyal kıskançlık ve yeni haçlı seferi…
Osmanlı Akdeniz’i hakkındaki ilk İngiliz yazmaları ticaret sayesinde kurulmuş olan temasın, aslında o topraklara ve o bölgenin egzotik florasına ve efsanevi faunasına karşı duyulan daha geniş çaplı bir ilgi, insanlarına karşı duyulan hayranlık ve kültürlerine ve dillerine karşı olan merak ile ne kadar yakından bağlantılı olduğunu göstermektedir. Mesela 1547 gibi erken bir dönemde cerrahlık konusunda basılmış ilk İngilizce kitap olan Andrew Boorde’un The Breviary of Healthe adlı eseri, ‘anlaşılması zor Yunanca, Arapça, Latince ve Berberice terimleri İngilizce olarak sunmayı vaat ediyordu. Belli ki; Boorde ‘Berberice’nin Yunanca, Latince ve Arapçadan farklı olarak kendi başına ayrı bir dil olduğunu ve bu dilde yazılmış öğrenilmeye değer bilgilerin mevcut olduğunu anlamıştı. Mağribi halklar hakkında ve bu halklardan bir şeyler öğrenme ve faydalı bilgi ve becerileri özümseme hevesi, Kuzey Afrika’daki şeker ve altına karşı duyulan basit arzunun çok ötesinde bir yaklaşımdı.
İngilizce konuşan halklarla Mağribiler arasında kayda geçmiş ilk ticaret anlaşmalarının tarihi on beşinci yüzyılın başlarına kadar gitmektedir.
1794 yılında yazan ekonomi tarihçisi Adam Anderson, ‘İngiliz halkının Fas’taki ilk ticari faaliyeti’nin 1413 yılında gerçekleştiğini belirtmiştir. Thomas Rymer’ın Foedera adlı eserinin sekizinci cildine atıfta bulunan Anderson şöyle yazmıştır:
Görünen o ki; bu Yılda [1413] Londralı Tüccarlardan oluşan bir Kumpanya çok sayıda Gemiyi Fas’ın batı Bölgelerine gitmek üzere 24 000 pound değerinde Yün ve diğer Emtialar ile doldurdu. Ne var ki; bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü bu Ticareti kıskanan bazı Ceneviz Gemileri yola çıkmış bu Londra Gemilerini kendilerine Ödül yapıp Ceneviz’e götürdüler. Bunun üzerine Kral IV. Henry Mağdurlara gördükleri her yerde Ceneviz Gemilerine ve Mallarına Misilleme yapma hakkını bahşetti.
“Türklerin kullandığı iki şey vardır: dünyanın meyveleri arasından pirinç ve toprağın hayvanları arasından develer. İkisi de seferler için uygundur.”
Osmanlının hasta adam olarak gösterilmesi, 19.asırdaki İngiliz emperyalizminin Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdığı dönemle sınırlı değildir. Aslında daha ilk karşılaşmada derin bir kıskançlık ve içten içe bir hesabın görülmesi vardır. Britanyalılaşmada Osmanlı’dan yararlanılmıştır. Bu birlik projesi şimdi onu daha büyük iddiaların peşine sokmuştur. Önceleri Osmanlı’yı hizmetindeki bir aygır olarak görmüş, sonraları tamamen kendi adına bir köle…
- yy’dan itibaren Osmanlı imparatorluğu içindeki güncel gelişmeleri bildirmek batıda basının standart özelliği haline geldi.
“Bir zamanlar Yunanlı efendi şimdi köle ise Osmanlı genişlemesi de aynı sonuçla karşılaşacaktır. “…rönesans dönemi bakış açısını sunmaktadır. İstanbul haritasına hayali olarak baktığı bu anda da King kendisini acıma ve hayranlık hislerine kapılmış halde bulur ki; ben bu çelişkili tavrı emperyal kıskançlık olarak nitelendiriyorum:
İşte burada, acıma ve hayranlığa büsbütün sarılmış halde
Duruyorum, bir taraftan da Sultan’ a bakıyorum;
Düşünüyorum, kibir ve yağmacılık ateşiyle nasıl yaptı da
Böyle geniş toprakları ele geçirdi;
Ve hangi cüretkâr adımları attı da
Asya’nın korkulu rüyası ve Hıristiyanlığın belası oldu:
Nasıl başardı da eline geçirdi ve nasıl işler çevirip
O bölünmüş toprakları bir araya getirdi;
Ve o muazzam cüsseyi nasıl huşu içerisinde tutuyor,
Kanun yerine, zorbaca kurallar koyarak.
Anglikan din adamına göre Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı ahlaki ve teolojik bir sorun teşkil etmekteydi: Tanrı nasıl olur da, sultanın aşağılık dürtüleri ve aşağılık yöntemleri olan kibir, yağmacılık ve zorbalığın, böylesine muazzam bir cüsseye sahip bir imparatorluğu bir arada elinde tutmasını sağlamaya devam etmesine müsaade edebilirdi? Elbette ki; bu sorunun cevabı sorunun kendi içerisinde gizliydi: Osmanlı İmparatorluğu ‘Hıristiyanlığın belası’ idi ve daha büyük bir planın bir parçasıydı.
Her kim ki adilce çekip çıkarır
Bu devasa gücü kaynağından;
Bir Büyük Emir olduğunu itiraf etmeli,
Bunu dünyanın gidişatına korku salmak için yapmış olan.
İlahi mukadderat dışında hiçbir şeyin olmayacağından emin olan King, Osmanlı İmparatorluğu’nun hızlı genişlemesini düşünürken kişisel olarak duyduğu heyecanı ve hayranlığı ifade etmekte de pek zorlanmamıştı.”
İngiliz hayalperestliği Osmanlı ile akraba olmayı o derece içselleştirmişti ki Henry Marsh 1663 yılında yani IV. Mehmed döneminde şöyle yazar:
“Büyük Senyör’ün(padişahın) eğer tanrısını ya da dinini seçme şansı olsa İngiltere Kralınınkini seçmek isteyeceğini belirttiğine ilişkin kesin duyumlar var.”
Resimde görüldüğü gibi İngiliz kahramanımız Osmanlı prensini bir tokatla yere serer, birçok askeri bir hamlede öldürür, aslanların ağzına elini sokar. Bu palavracı İngiliz belli ki 1001 Gece Masallarındaki fantezilerden etkilenmiş.
Zaten birçok batılı yazara göre roman ve şiir de tıpkı diğer tarım devrimleri sonucu öğrenilenler gibi doğudan gelmiştir.
İngiliz hayalperestliği o derece ileri gider ki, padişah İngiltere kraliçesinin dinini bile seçmeye hazırdır. Hatta kızını delikanlıya verir ve artık Osmanlı ile kan bağı da tesis edilmiştir.
“Eğer bu hikâye gerçek olsaydı 1660’lı yıllara gelindiğinde Osmanlı sultanları hanedanının iki ya da üç kuşaktan beri atası bir İngiliz olmuş olurdu. Bu örnekte emperyal kıskançlık duygusu hayali bir İngiliz-Osmanlı kan bağı uydurmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’na soy olarak İngilizler tarafından hükmedildiği şeklindeki bir fanteziye dönüşmüştür.
Bu fantezi İngilizlerin Osmanlı toplumsal yapılarını çok iyi bildiklerini varsayması nedeniyle bilhassa ilgi çekicidir. Bu balatta Sultan bilinen şekliyle ‘Kral’ olarak tabir edilmiş ve kendisinin tıpkı Britanya’nın’ Asil Leydiler’ ve ‘Baronlar’dan oluşan sarayı gibi bir saraya ve kraliyet ailesine sahip olduğu hayal edilmiştir. Ancak bununla aynı zamanda, sultanın tiranlığı ve ilahı kabul edilmeyen dini hakkında İngiltere’ de mevcut olan geleneksel görüşlere uygun olarak zalimlik yapmaya meyilli ve aşırı düzeyde batıl itikatlı birisi olarak tasvir edilmiştir. Toplumsal sınıf basamaklarını hızla tırmanan çırak İslam dinine geçmeksizin ya da sünnet olmaksızın büyük şeyler başarmıştı ve bunları başarmak için sadece kendi İngilizliğinin hakkını vermesi yeterli olmuştu. Bu fanteziyi uzak ve büyülü bir diyarda geçen münferit bir fantezi olarak değil de Michel Foucault’un tanımladığı sistematik göndermeli söylem kavramı bağlamında görmemizi gerektiren husus Osmanlı İmparatorluğu’nun hem çokkültürlü hem de liyakate dayalı bir yapıya sahip olduğunun açıkça anlaşılmış olmasıdır: Zira zenginliğe, toplumsal statüye ve politik nüfuza erişebilmek gerçekte de tıpkı burada hayal edildiği gibi tamamen sultanın mutlak iradesine ve hanedanlık soyuna bağlıydı. En azından bu açıdan bu fantezinin tamamen temelsiz olmadığını söyleyebiliriz. Bu baladın Matbaacılar Kumpanyası kütüğüne kaydedildiği 1656 yılında, Francis Osbome şunları yazmıştı:
“Türkiye’ deki halkın soyla miras kalan hiçbir şeyi yoktur: Tüm unvanlar ve makamlar, Liyakata dayanmaktadır ve Yaşam süresi ile sınırlıdır, Doğumla kazanılan hiçbir şeye ayrıcalık gösterilmemektedir… bu durum kamu İşleri İdaresindekilerin Hırslarını Dizginlemekte, o mevkilere henüz ulaşmamış olanları da Çalışkanlığa teşvik etmektedir.”
Türkmen ve Arap atlarının ıslah edilip geliştirilmesi ve safkan İngiliz atları kavramının ortaya çıkışı, Roma devrinden beri doğunun ipek dokumacılığını ve diğer tarım ürünlerini kıskançlıkla öğrenmiş olan İngilizlerin Fransızlarla Osmanlıların ittifakını kıskanmaları ve önce hayalî sonra diplomatik dostluk ve hatta kanbağı(!) tesis etmeleri, emperyal kıskançlıklarının Çanakkale Savaşları ile nasıl bir boyuta erişeceğinin sinyallerini vermiş olsa da Osmanlı’da saray ve aydın kesiminde anlaşılması biraz gecikmiş idrak olarak mümkün olabilmiştir. Osmanlı’nın batıya öğrettiği büyük birlik projesi İngilizlerde Britanyalılaşma ve ardından dünya imparatorluğu tesis etmeye kadar uzanmış; bugün de birleşik Avrupa idealine kapı aralamıştır.
Tarımcı Mehmed Âkif organik mayamızın şair ufku olarak bu emperyalizmin zirveye ulaştığı bir dönemde doğdu ve yaşadı. Batının bizden aldığını geri talep etti.
“Marifet bir de fazilet… iki kudret lâzım.
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Yediyüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ
İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla!
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı
Alınız ilmini Garbin, alınız san’atini,
Veriniz hem de mesainize son sür’atini.”
Âkif, İngiliz emperyalizmini çözmüştü. Onun güvenilmezdi sözüne. Belâ gelirse oradan gelirdi. Nasrullah Camiindeki vaazının sonunda da Rusya’daki sosyalist devrimin de aslında İslam ile sosyalizmin benzer hedefleri olmaklığından ötürü tehlike arz etmediğini söylemektedir. Batı doğudan her şeyi almıştır ama adalet ve merhamet, hörmet, fazilet, aşk şifresini alamamıştır.
Yine bin yıllık izler sürülecektir. Batıdan nasıl bizden aldılarsa alabileceklerimiz alınacak, ama kendi köklerimizden yol bulunacaktır.
“Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı
Şayed isterseniz ağacın donanıp üstü başı
Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline
Geçmesin dikkat edin, balta çocukların eline”
Âkif’in organik aydın bilinciyle batının doğuya bakışını tersine çevirebilecek mayasının onu yepyeni bir mazi dirilişçiliğine ittiğini görüyoruz. İstibdat rejimi, balkan bozgunu, cihan savaşı ve sonrasındaki sosyal psikolojik çöküntünün yine bilgi ve kökle alakalı bir diriliş muştusu sayesinde atlatılabileceği damarı, onda ruhçu bir gerçekçilik inşası örüyor.
Eworth’ün atını keşfeden ve yeniden çizen baytar odur.
İngiliz hayalperesti Henry Blount’u veya Marsh’ı okumuş gibiydi.
İngiliz ve Amerikan:
İngiliz emperyalizminin asırlardan beri içinde gizlediği kıskançlığı Osmanlı pek umursamamıştı; sonrasında da iş işten geçmişti. İngiliz emperyal kıskançlığı, geçen asrı nasıl felaket asrı, kan asrı yaptıysa mirasını takip eden Amerikan emperyalizmi de 1983 yılındaki Paris anlaşması ardından kuruluşunun mayasında böylesi bir emperyal kıskançlık kalıntıları barındırıyordu. Osmanlı’nın ihtişamlı imparatorluğunu inşa görevi İngiliz’den Amerikalı hayalperestlere sıçramıştı. Daha 1786’da Poem on the Happiness of America adlı eserinde Humphreys, geçmiş bin yılın hesabını sorar sanki. Yenilgiler, hüzünler, ülkelerin yok edilişi, açlıklar, kıtlıklar, bölünüklükler… Amerikalılar keşifler yapacaktı da Cezayirliler engellemişti. O büyük doğu hükümdarı en büyük düşmandı. Nasıl da haksız yere büyük zenginliğin üstünde oturuyordu?
Âkif sanki Humphreys’in şiirinden etkilenmiştir. Bu kadar üslup benzerliği olur.
“Herşey oldu bitti! Kasvetli geleceğin yükselişine bak;
Mağlubiyet hüznü ıssız kıyıları avladı:
Gökyüzünü kül rengi bulutlar kapladı,
Ve havada ölümün sesleri uçuşuyor
Ezilmiş otlar geçen fırtınada hışırdıyor:
Daha şimdiden neşeli sesler kaçıyor insanlardan
Ne işlek pazarlar, ne kalabalık limanlar,
Ne yerel danslar, ne görkemli saraylar;
Daha düne kadar ziyafet ve müzikle taçlanan salonlarda,
Ne cümbüşler var, ne de sevinçli tefler çalınıyor.
Ey müşkülpesent şatafat!
Nereye kaçtı törenlerin!
Düşenler aşağılık yataklarında nasıl uyuyor!
Verimli toprakları harabeye döndü,
Binalar yerle bir, çiftlikler yanmış.
Yıldızlar düşecek, güneşi kan kaplayacak,
Dünya eriyip ateşten bir sıvıya dönüşecek,
Her şey yok olacak ve insan ırkı bitecek.”
Geçen asırdaki İngiliz emperyası bu asırdaki Amerikan emperyası İngiliz-Protestan milenyumculuğunun izlerini taşıyor. Henry Blaunt, Marsh ve Humphreys emperyal kıskançlıkta buluyorlar. Tıpkı Osmanlı emperyal mirasının küllerinden yeni ideolojiler arayan üç tarzı siyaset aydınlarımız gibi. Namık Kemal, Mehmed Âkif ve Ziya Gökalp bir yerde buluşuyorlar. Köklerini kaybettikleri yerde…
Meleke-i İcad
Çöküşün psikolojisi içinde İstanbul’da geçen çocukluk ve gençlik, dünyanın başka yerlerinde yaşanan terakkinin aleyhimize sonuçlar doğuracağını biliyordu. Sanatçı, hayattan kaçan sanatçı değildi. Hayata koşan bir sanatçıydı. Hayatı ile eserini birleştiren sanatçı cemiyetten daha kuvvetliydi. Cemiyete uymazdı. Cemiyeti kendine uydururdu. Toplum sancılıyken sanat yaptığını sannedenler edepsizdi. Edepsizliğin olduğu yerde edebiyat olsa ne olurdu ki… Çöken, çatırdayan yapı altında eski gazeller söylenmezdi.
Yeni bir şey lazımdı.
Stratejinin-taktiğin ağır bastığı, diyalog gibi tâli bir meselenin bizzat din olduğu yerde din de biterdi. Önce Fransız, sonra İngiliz bizimle yaptığı ticaretin arkasında başka hülyalar taşıyorlardı. Önce Namık Kemal haykırdı bunu.
Âkif bu anlayışa, ötekinin yerine kendini koymaya Meleke-i İcad diyordu.
Melek-i icad yani empati… sanat dediğimiz de bundan başka bir şey değildi. Sebilürreşad’da yazdığına göre; “tâbir-i marufu veçhile başkasının bederine temessül lâzım.”
Mesele buydu. Eski teranelerle, uyuşturulmuş ve din diye takdim edilmiş içe kapanmalarla iş hallolmazdı.
İnkılap lâzımdı…
Atın resimaltı:
Eworth’ün Southwark’ta yaşamış olduğu yıl olan 1549 tarihi atılmış olan bu tablo, şöhretli Osmanlıların resmedilmesinde yerleşmiş olan geleneksel unsurların pek çoğunu bir araya getirmektedir ve bu şöhretli kişilerin üzerinde hüküm sürdüğü toplumun tasvir edilişinde sürekli tekrarlanacak olan bazı öğeleri de barındırmaktadır. Eworth’ün bu tabloyu yaparken esinlenmiş olduğu muhtemel kaynaklar arasında Pieter Coecke van Aelst’in 1533 yılındaki İstanbul seyahati sırasında çizmiş olduğu skeçler, Augsburg’lu Hieronymus Hopfer’in yapmış olduğu Kanuni Sultan Süleyman gravürü ve Sultan II. Mehmet’in Costanzo di Maysis tarafından bir madalyon üzerine yapılmış olan at üstündeki portresi gösterilebilir. Karen Hearne’ e göre Eworth bu eserde ‘Türk şahısları, özellikle de hükümdarları, at üzerinde resmetme geleneğini takip etmişti’ ve ‘resmedilen kişinin başındaki kavuğu devasa boyutlara abartarak kişinin egzotikliğini ve tehditkâr zarafetini vurgulamıştı.’ Resimdeki egzotik otorite hissi, resmedilen kişinin bindiği enerjik ve güçlü at üzerinde kolaylıkla ve neredeyse hiç çaba harcamadan sağladığı hâkimiyet ile de pekiştirilmiştir. Oldukça kavisli bir boynun ağır kabartısına, başın son derece küçük olmasına ve uzuvların zarafetine bakılacak olursa, tablodaki bu at çok yüksek ihtimalle bir Osmanlı Türk (Türkmen) veya Arap aygırını tasvir etmektedir. Ancak, topuk eklemlerindeki uzun kıllar Doğulu atların bir özelliği değildir ve belki de Eworth’ün memleketi olan Flanders’ta gördüğü atlardan esinlenmesinin bir sonucudur. Ressamın o dönemde İngiltere’nin herhangi bir yerinde bu denli büyük yapılı ama yine de bir o kadar zarif bir at görmüş olması ihtimali çok zayıftır. Safkan Yakın Doğu atları uzun süreden beri Avrupa’ da işin ehli at binicilerinin hayallerini süslemiş, ancak kayda değer sayıda safkan atın İngiliz topraklarına ayak basması çok daha sonraları gerçekleşmişti. İşin aslında, Eworth’ün bu tabloyu yaptığı dönemde İngilizler kendi yetiştirdikleri yerli cins atlara karşı bir güven krizi yaşamaktaydılar. Zira, bu atlar Kral VIII. Henry’nin İskoçya ve Fransa’ da atıldığı askeri maceraları desteklemede hem cüsse hem de dayanıklılık açısından çok zayıf ve yetersiz kalmışlardı. Joan Thirsk’ e göre, ‘1530’larda at yetiştiriciliğine önem verilmesi ve İngiliz atlarının ıslahı kamu politikası haline gelmişti.’ Bu politikanın’ alenen ifade edilen hedefi ülke savunmasına katkıda bulunacak “iyi ve güçlü atların,” diğer bir deyişle, savaş atlarının yetiştirilmesiydi.’ 1547’de, Eworth’ ün eserini tamamlamasından iki yıl önce, yeni bir seferberlik kitabı yayımlanmıştı ve soylu sınıfından herkesin kamu hizmetine ‘belli sayıda at tahsis etmesi’ni zorunlu kılmıştı. Yerli cins İngiliz atlarının sayısını, yapısını ve gücünü artırmak kraliyet politikasının birincil gayesi olmuştu ve bu nedenle de şüphesiz Eworth’ün portresinde resmedilen cesur ve güçlü aygır bütün İngiliz at binicilerini cezbetmişti.
Gerald Mac Lean, Doğu’ya Bakış – 1800 Öncesi Dönem İngiliz Yazmaları ve Osmanlı İmparatorluğu, çev. S. Akıllı, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 2009
Çok güzel bir yazı olmuş. Bilgi birikimine dayalı düşünen karşılaştırmalı ve sorgulayan bir yazı. Eline kalemine sağlık Başkanım.