Cemil Meriç okumalarını Kur’an okumaları gibi nüzul sebeplerini masaya yatırarak yapmak lâzımdır. Aksi takdirde birbiriyle çelişik görünen ifadelerin nas gibi anlaşılabileceği bir üslup zenginliği vardır ve âdeta birer slogan halinde beyinlere kazınan bu sunumlar hocayı durmadan ötekileştirebilir. Nitekim o da bundan müthiş zevk alırdı…
Umrandan Uygarlığa yayınlandığında yıl 1974 yılıydı.
Bu Ülke ile aynı yıl yayınlandı.
Bu Ülke’nin çarptığı zihinler Umrandan Uygarlığa ile çarpılmış zihinlerine bir huzur iklimi bulacaklarını düşündüler.
Kültür ve medeniyet bahsinin özellikle milliyetçi muhafazakâr beyinleri pek meşgul ettiği dönemdi. Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e kadar uzanan organik milliyetçi aydının başta gelen problemlerinden biriydi kültür ve medeniyet tarifleri arasında ‘git-gel’ler yaşamak.
Üstad Uygarlık diyordu. Umran ise medeniyet kavramının en kadim isimlerinden biriydi.
Tarihin Sonu tezlerinin henüz revaçta olmadığı bir dönemdi 70’li yıllar.
Medeniyetlerin ölümü Umrandan Uygarlığa kitabının nirengi noktasıydı ve fikir çerçevesinin legal zemini…
Kültür ve medeniyet bahsinde hocanın kültüre ve medeniyete yüklediklerini Yılmaz Özakpınar okuyanlar yetersiz bulabilirler. Klasik kültür ve medeniyet tarifi onu da sıkmış ve zihni açılımını yavaşlatmıştır denebilir.
Kültürlerin pek uzun yaşayabileceğini ama medeniyetlerin ömrünün çok uzun olamayacağını yazar Cemil Meriç.
Fakat yine de Gökalp çerçevesine sıkıştırılamaz.
Kültürler doğar, gelişir ve ölürler. Medeniyet bu vetirenin son hamlesidir. Kültür, binlerce yıl yaşayabilir. Medeniyetin ömrü altı yüz yılı aşmaz.
Çöküş her medeniyetin önüne geçilmez alın yazısı
Medeniyetlerin doğup büyüyüp öleceği meselesi İbn Haldun metodolojisidir.
ÇAĞDAŞ UYGARLIK DÜZEYİ
“İzmler idrakimize giydirilen deli gömlekleri, itibarları menşelerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.”
Bu cümle, Bu Ülke’nin mihveriydi. Onun etrafında okundu o kitap.
Umrandan Uygarlığa’nın mihveri ise: “Bütün Kur’anları yaksak, bütün câmileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!”
Avrupa kendisini bozguna uğratan Osmanlı’dan intikam alma peşindedir hep.
“Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser, Dev, papağanlaşır.”
Burada aklımıza hemen Yılmaz Özakpınar’ın Hafıza eseri geliyor. Sosyal psikolojiyi bir toplumun milliyet faktörleri ile ne kadar bağdaştırabiliriz? Derin hafızamız günübirlik hafızanın gel-gitleri arasında külleniyor mu? Derin hafızanın kapısını kapatıp sonra da anahtarını nereye koyduğumuzu hatırlayamıyoruz.
“İslamiyet Eski Yunan’ın mirasını titiz bir tahlile tâbi tutmuş, değerli bulduğu bilgileri irfan hazinesine katıp, posayı Avrupa’ya terk etmişti. Osmanlı aydını için sular altında kalan bir kıtaydı Eski Yunan. Olemp Tanrılarının ahlâk dışı maceralarıyla, Pelonopes haydutlarının düzme menkıbeleri ne alakadar ederdi onu?”
O putperest ülkesinin ilk hayranları Abdülaziz döneminin batı hayranı paşalarıdır der hoca.
Abdülaziz’den evvel Osmanlı padişahlarından acaba Batı hayranı olan yok mu?
Yine daha eserin başında ‘hülasa edelim’le başlayan bir paragraf:
“Hülasa edelim: 1912’ye kadar Türk intelijansiyası Yunan-ı Kadime karşı hürmetkâr bir tecessüs duymaktadır sadece. Yunan ‘hocalarımızın hocasıdır, edebiyatın kurucusudur; bu itibarla tanınması şarttır. 1912’de Paris’ten İstanbul’a dönen genç bir kabiliyet bu hürmetkar tecessüsü çılgın bir aşk haline getirir.”
Bu da Yahya Kemal’den başkası değil:
“… Beni bu beldenin saadeti ürküttü… Burada aşk, din, san’at; hayat halinde mütecelli. Bu âlem bir sebûtraşın eseridir; bu eseri de eski bir sebudan numune alarak yaptı.” (S.13)
Genç Yahya Kemal’in Yunan’a prestiji üzerine başka yerlerde de değinilerde bulunacaktır Hocamız.
Genç Yahya Kemal, bu görüşlerini Peyam-ı Sabah gazetesinde neşretmiş.
Yahya Kemal’in izini Yakup kadri sürmüş sonra. O da şöyle diyor:
“Bütün kitaplarımı yaktım. Kaybettiğim zamana ağlıyorum. Nihayet menbaı buldum. Fakat heyhat, neden sonra… Şimdi kendimi genç, kavi, yüksek ve geniş hissediyorum.”
Çağdaş uygarlık düzeyini eski Yunan’da arayan pirlerimiz okumalarını daha da genişletse ve derinleştirse belki Hinde ve Sümerlere uzanabilirlerdi.
“Gübreden güzel çiçekler fışkırır, doğru. Ama lağımdan çiçekler fışkırdığı görülmüş mü?” (s.16)
İnsanlığın Yunan-Latin bataklığına saplandığını yazar Cemil Meriç. Her zaman Yunan ve Latin bataklığına aynı şekilde midesi bulanarak bakar mı?
Bakmadığını biliyorum.
Çağdaş Uygarlık Düzeyi Yunan Mucizesi ile başlıyor ama yarım yamalak bir giriş bu şimdilik.
En son söylenmesi gereken şey en başta ele alınmış. O da Weber.
Weber’in objektiflik ve hissilik arasındaki gelgitlerini keşfetmiş Hocamız.
“Marx’ın hayalleri gerçekleşmedi. Weber’ien kahramanları da ufukta görünmüyor. Sanayileşme, Pandora’nın kutusu. ‘Batı Uygarlığı, hasretini çektiğimiz o peri suret, hakikatte kart bir Janus Her iki çehresi de abus, her iki çehresi de tehditkâr.” (S.23)
‘Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin, ki bu Batı’nın bütün hali pür melalidir; Hangi Batı sorusu sorulmadan çözümlenmeyeceğini Hocamız da biliyor Attila İlhan gibi.
Attila İlhan’ın Hangi Batı kitabı imrendiği, kıskandığı, beğendiği birkaç kitaptan biri Cemil Meriç’in.
“Hangi Batı bir facianın hikâyesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın. Bu milli dram, şairin kalemiyle ‘feerique’leşmiş. Dost bir sesin musıkisi, Ariel’in rebâbı gibi, sizi şiire ve şirin’e kanatlandırıyor evet, İlhan’ın ilk vasfı bir sesi oluşu; sıcak ve aydınlık bir ses.” (S.24)
Bu sesi ilk paragrafta tarif etmişti zaten:
“Çapkın, çakırkeyf, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zekâ. Kızdırdığı zaman bile sevimli. Kitabı gülerek kapıyorum, yarı sarhoş, yarı mutlu, yarı doymuş, yarı aç.”
Tıpkı bizim Cemil Meriç’in kitaplarını kapadığımız ânın tarifi bu. Bizim yani sağcıların…
Üç tespitine de evet diyor Hocamız Attila İlhan’ın.
Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi. Üçüncüsü de Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.
Bu tespitlere ilaveler daha doğrusu müdahaleler yapıyor Hocamız:
“Yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık. Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği, Danilevski’den beri bir kaziye-i muhkeme.”
Sonra en spekülatif ilave ve müdahale geliyor: Biz kimiz?
Atıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı? Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi?
Biz kimiz sarmalına güzel bir itirafı var Cemil Meriç’in.
Ne de olsa İlhan da bizden diyor ve arkasından ekliyor: Yani Avrupalı…
“Nur ol aziz şair!”
Bu hitap pek başvurmadığı bir hitap şekli Cemil Meriç’in… Ama Attila İlhan’dan esirgememiş.
Bu hitabın muhatabı şöyle yazdığı için:
“Hangimiz Batı’dan bizim toprağımıza gelmiş bir yaman Baytekin’in sağ kolu değiliz?. Filanın Baytekin’i Bertold Brecht’tir, falanınki Andre Breton’dur, feşmekanınki Sartre, Joyce ya da Garaudy!”
Attila İlhan’ın coştuğunu söylüyor ve onunla beraber coşuyor üstad:
“Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikanlılaşmak için nasıl bir takım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin.”
1970’li yıllarda Cemil Meriç serisini takip edenler ona paralel Attila İlhan serisini de ihmal etmediler.
Bizim için Hangi Batı, Hangi Sağ, Hangi Sol bu çerçevede değerlendirdiğimiz ve arkadaşlar arasında elde ele dolaştırdığımız kitaplardı.
Bu bölüm Matternich’in vasiyetleri ile tamamlanıyor.
Matternick: “Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa’nın temel kanunları, Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat, Müslüman memleketleri ancak felâkete sürükler.” (s.31)
Kulağa hoş gelen ve fakat özümüze de döndüremeyen, belki yeni AB plancıları için kulağı ters göstererek kendilerinden uzak tutma çabası…
Bugünlerde yurdumuzu uluslararası göçmen kampı haline getirmek isteyen ve böylece sığınmacı sorununu periferisindeki Türkiye’ye yükleyerek doğu ile batı arasına duvar örmek isteyen zihniyetlerin masum atası mı Matternick?
Batılılaşma vetiresi için elbette sıra Âli Paşa’ya gelecektir.
Tanzimat paşasının nasihatleri nasıl değerlendirilmeli?
Burada mevzu sadece Ali Paşa ve Tanzimat kültürünü irdelemek değil.
Vasiyetname üzerine ahkâm kesmek de var.
Vasiyetname türünün ele alınışı bize üstadın Tenkit Tarihi denemesi içinde pek savrulmuş olan dispozisyon denemesine giriştiği izlenimi veriyor.
Belli ki bir türlü bütüncül bir kitap haline gelemeyen Tenkit Tarihi içinde vasiyetnamelere de bir bölüm ayrılacakmış.
Vasiyetnameler üzerine tarihçe söz konusu.
Zaten buraya da bir önceki bölümdeki Matternick’in vasiyeti üzerine gelmişti.
Vasiyetnameler bir filozofun değil bir hareket adamının eseridir diyor Meri. El Hak öyle olmasının dışında bir ihtimal var mı?
Ali ile Fuat Paşalar, Mustafa Reşid’ler hep Tanzimat paşaları diye tenkit edilirdi modern aydınlarımız. Modern aydınlarımız içinde ekseri nüfus ise muhafazakâr aydınlar.
Hocamız övüyor Âli Paşa’yı. Ona göre Âli Paşa büyük devlet adamı.
“Âli Paşa’yı düşünüyorum genç Osmanlıların ‘vur abalıya’sı Âli Paşa’yı. Abdülaziz Hanın veziriazamı, Richlieu’den çok daha talihsiz, ama çok daha dürüst, çok daha insan. O büyük devlet adamı yüz yıl önce (7 Eylül 1871) bütün siyasi hayatını kırk sayfada özetlemiş, padişah-ı cihan’a, ölümünden sonra izlenmesi gereken yolu göstermişti.”
“Ali Paşa devlet çiftliklerinin aleyhinedir. Bu çiftlikleri idare edecek olanlar: ‘işi ucundan tutacaklardır, öteki müesseselerimize benzeyecektir bu çiftlikler. Devlet fabrikalarından da vazgeçiniz, bunlar çok masraflı ve faydasız, özel teşebbüsü boğmaktadırlar.”
Ama iş gazeteye geldi mi Âlu Paşa da devletin gazete çıkarmasından yanadır. Öyle ya basın kendisine saldırmaktadır.
Vasiyetnamenin Fransızcasını da kaleme alan Âli Paşa’nın kâtibidir ve Rus casusu olduğu anlaşılmıştır.
Paşanın ölümünden üç ay sonra Schneider birkaç nüsha bastırmış ve devlet ricaline göndermiş.
“İktidardaki rical vesikayı büyük bir ihtamamla sakladılar.” Schneider Efendi de tehditlerden korkarak izini kaybettirmiş.
“Halbuki rical okusa ne büyük dersler bulacaktı bu vesikada; Devlet-i Âliyye ne büyük gailelerden kurtulacaktı”
Ne kadar toptancı ve ne kadar iyimser bir yaklaşım…
Sanki okumadılar ve sanki orada yazılanlar malum ilam ötesinde olağanüstü fikirler…
Cemil Meriç’in Âli Paşa’ya muhabbetinin sebebini bu vasiyetnameye bağlayabilir miyiz?
Umrandan Uygarlığa kitabının birinci bölümünün sonu Cemaleddin Efgani Dosyası.
Dosya demek mahkeme dosyası gibi bir şey demek.
Zaten Cemil Meriç’in amacı da yargılamak ve bu şüpheli şahsın kalemini kırmak. Öyle ya İslamcılığın fikir babası olarak takdim edilen ve Osmanlı aydınının peşinde koştuğu Cemaleddin Efgani’nin ipliğini pazara çıkarmak hüneri medeniyet tartışmalarında dikkat çekici bir yeri işaret ediyor.
Cemaleddin Efgani Renan’a reddiyesi ile tanınıyor. Bizde Renan’a reddiye döşeyen çok. Bunların başında da Namık Kemal geliyor.
Ayrıca bu dosya Namık Kemal’in reddiyesi ile Efgani’nin reddiyelerini de mukayese fırsatı veriyor.
Cemaleddin’in nazariyeci olmaktan daha çok politikacı olduğunun altını çiziyor Cemil Meriç. Hani o Âli Paşa için söylediği türden hareket adamı. Ama bu hareket adamına acımamış hatta ondan casus olma ihtimaliyle pek şüpheleniyor. Görüştüğü adamlar hep Hıristiyan. Ve üstelik kendisi de Şii…
Yine Renan’ın çözümlemesinden yola çıkarak aslında onun ırkçı olduğundan bile dem vurmuş. Nitekim Efgani’nin İslamiyet için birlik projelerinin arkasında ırkın tecanüsü üzerine beklentiler ve bir takım milliyetçilik normları olduğuna işaret edilmiş.
Fakat nedense İslam’ın bu modern müddeinin tam okunmadığı kanaatinde Hocamız.
“Hiç kimse Cemaleddin’in yazısını okumak zahmetine katlanmamış, bütün yazarlar büyük bir cömertlikle Şeyhi İslamiyet’in müdafii mertebesine yükseltmiştir. Bu vesika bizim için çok mühimdir. Çünkü hem Cemaleddin’in girift ve müttezat kişiliğini ışığa kavuşturur, hem onu Namık Kemal’le mukayese etmek imkanını verir…. Namık Kemal’in müdafaanamesi taarruz, Cemaleddin’in mektubu teslimiyet. Namık Kemal ;öfke ve küçümseyiş… Cemaleddin terbiye ve makyavelizm.” (S.69)
İkinci bölüm: Medeniyetlerin Ölümü…
Medeniyetlerin ya da tarihin sonu tezleri çağdaş insanın en önemli genelleştirmelerinden biri…
Medeniyet ve kültür bahsinde Cemil Meriç’in diğer aydınlarımızla mukayesesi üzerine mutlaka çalışmak lazım… Nurettin Topçu’da, Ziya Gökalp’te, Erol Güngör’de, Yılmaz Özakpınar’da medeniyet çapraz okumalarla yeniden irdelenmelidir.
Medeniyetlerin Ölümü bölümünde üstad kitaba ismini veren yazıyla işe koyulmuş
“Medeniyetler bir günde çökmezler. Gurup uzun sürer ve hemen fark edilmez. Her medeniyet çöküş sebeplerini kendi içinde taşır. Avrupa medeniyeti 17. Yüzyıldan beri inkıraz halindedir.”
Danilevski ve Spengler’e açar gözünü Hocamız. Batının Çöküşü bizzat Batı’da büyük ün kazanmıştır.
“Bir değil birçok kültürler vardır dünyada. Değerce birbirlerine eşit kültürler her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur; başka kültürlerin anlayamayacağı bir dil.. Cihanşümul bir felsefeden söz edilemez. Bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği, aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir inanç veya değer yoktur. Hiçbir kültür bütünüyle iktibas edilemez. Bir kültürün unsurları başka bir kültür için ancak malzeme olarak kullanılabilir. Yaşayan her kültür yabancı kültürlere kapalıdır. Yalnız kendi kendini anlayabilir, yalnız kendi insanları tarafından anlaşılabilir. Her kültür, ferdin geçirdiği merhalelerden geçer: Çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık. Amacına ulaştıktan, ideasını gerçekleştirdikten sonra katılaşır, yaratıcı gücünü kaybeder, medeniyet olur.”
Şimdi medeniyet mi kültürden kültür mü medeniyetten doğar ya da birbirinin çıktısı arka bahçesidir?
Aslında her iki kavram da insanı değiştirecek evsafta değildir; ikisi de bir varoluşun daha doğrusu bir mayanın eseridir ve kaçınılmaz sonların toplumu bambaşka bir kimlikte yeniden yaratması mümkün değildir. Ama mayanın hem kültürü hem de medeniyeti yaratan öz olduğuna kuşku yok.
“Her kültürün kendine göre bir medeniyeti vardır. Kültürün kaçınılmaz akıbetidir medeniyet. Olmakta olanın, olmuş hale gelmesidir. Serpilişten sonraki katılaşma, hayatı kovalayan ölüm.” (S.111)
Bu anlamda Yılmaz Özakpınar’ın kültür ve medeniyet ayrımının dışında bir kültür – medeniyet ilişkisi kurar Cemil Meriç.
Ona göre medeniyet kültürün katılaşmış olgunluktan sonraki eriştiği kaçınılmaz akıbettir.
Ve tabiatı yok eden çağdaş uygarlık düzeyi bunu bir de epik sahnelerle allayıp pullamıyor mu?
Yine hocamıza göre “emperyalizm, beynelmilelcilik, kuvvet ihtirası, sınıf kavgası” medeniyetin meyveleridir. (S.111)
Danilevski’nin “tarihsiz, şekilsiz, etnografik malzeme” benzetmesi hocamızın da hoşuna gider.
“Bir medeniyet nasıl gelişir? Yeni yeni ülkeler fethederek mi? Hayır. Medeniyetin büyümesi ne teknolojik zaferlerle ilgilidir ne madde üzerindeki hakimiyetiyle. Medeniyetin büyümesi demek kendi kendini tayin etme (self determination), kendi kendini biçimlendirme (self articulation) imkanlarının gittikçe artması, toplum değerlerinin manevileşmesi, cihaz ve tekniklerinin sadeleşmesi demektir. Büyüyen bir medeniyette karizmatik azınlık, çevrenin her meydan okuyuşuna başarılı cevaplar verir. Boyuna tazeler kendini. Toplum farklılaşmaktan bütünleşmeğe, bütünleşmekten farklılaşmağa geçer. Büyüyen medeniyet bir bütündür, kaynaşmış bir bütün; kalabalık, yaratıcı azınlığa gönülden bağlıdır, onu isteyerek takip eder.” S.113
Valery’nin medeniyetlerin fani oluşuna ve korkunç akıbete hazırlanmamız gerektiğine dair tespitiyle nihayetleniyor bölüm.
Fazilet cinayetin suç ortağı olmuş, ilimse yıkıcılığın emrinde. İdealizm yalancı, realizm ise hayasız.
Tıpkı Cemil Meriç üslubu…
Şuurunu kaybeden Batı medeniyeti kitaba ve hatıralara sarıldı.
“Gerçekle kâbus arasında rakseden bir tecessüs bu. Avrupa ‘kapana tutulan fare’nin telaşı indedir.
“Ve şairin sesi birdenbire korkunçlaşıyor. Danyal Nebi’nin ‘Mene – Tekel – Peres’ tehdidini duyar gibi oluyoruz. Yalnız bir ülkenin değil bütün ülkelerin uğrayacağı havsala almaz felaketi haber veriyor: ‘Yakında bir mucizeye şahit olacağız, ok yakında. Dünyada bir hayvan topluluğu yaşayacak. Bir karınca yuvası olacak arzımız’.” (S.115)
Valeriy’nin iddiasını Abdulkadir Duru da yazmıştı. Eğin’li bu ilkokul mezunu usta Dünyayı Hayvanlar İdare Ediyor diye kitap neşretmişti.
Mene Tekel Peres’in izini sürüyor sonraki bölümde.
Mene Allah senin krallığını saydı ve sona erdirdi. Tekel: Terazide tartıldın ve eksik bulundun. Peres: Ülken bölündü ve Medlere, Farslara verildi.
Medeniyetler yoksa tek bir medeniyetin izdüşümleri mi?
Birbirlerinin ardılı mı?
Hâkim medeniyeti doğru dürüst teşhis edemedik.
Bu İngiliz Yahudi medeniyetinin dünyanın sonu ile ilgili hikayeleri belki de tekleştirme telaşından veya önyargısından ötürü korkunç…
Tanrı’yı kıyamete zorlamak…
Yahudi aklının dindarlıkla örülmüş arka-planında bu olsa gerek.
Üçüncü bölüm: Araftakiler.
Araftakilerin birincisi Kendi Semasında Tek Yıldız.
Toynbee Mukaddime için şöyle demiş:
“Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hibir insan zekâsı böyle bir eser yaratmamıştır.”
İbn Haldun’a Mukaddimesini yazdıran saik buhranların baş göstermesidir.
Kaledeki adam hem olayların içindedir hem de yukarıdan tarih felsefesinden bakabilmektedir.
Cemil Meriç üstadına başlarken bir roman yazar gibidir:
“Karanlık çöküyor Mağrib’e… İbn Selame kalesinde bir adam… kulaklarında nal sesleri ve çığlıklar, dudaklarında bozgunların buruk tadı. Yirmi yıldan beri tarihle boğaz boğaza. Çağının her büyük faciasında ya oyuncu olmuş ya seyirci. Saraylar, savaşlar, zindanlar. Ve en mağrur beldeleri yerle bir eden Kader.
Şuur uçurumların önünde uyanır. Düşünce, buhranların çocuğu.” (S.139)
İbn Haldun bahsi açılınca medeniyet kanun oluyor. Sistematik bir hükümler dizini…
Öncüsü de devamı da olmayan bu mağrip filozofu Batı’da Doğunun en itibarlısı…
Batı için Vico neyse Doğu için hatta dünya için İbn Haldun odur.
Bizim ne ifade ediyor Mukaddime. Bizim yani Osmanlı için.
“Mukaddime Osmanlı aydınının 16. Asırdan beri tavaf ettiği bir âbide: Taşköprülüzade, Kâtip Çelebi, Nâima… Fakat bu hürmetkâr âşinalık samimi bir dostluğa inkılap etmez. Tunuslu tarihçi başka bir iklimin adamıdır; daha sert, daha buhranlı, daha ümitsiz bir çağın adamı.” (S.142)
“Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi” (Tekvin, s 1)
“Garip bir manzara değil mi” diye soruyor Cemil Meriç.
Suların üstünde gezen Allah’ın ruhu… O yüzden Fransızcasına, İngilizcesine ve İbranicesi kadar geçerli sayılan Latincesine bakıyor.
Tercüme hatası olabilir mi?
Devenin iğne deliğinden geçmesini örnek veriyor burada Hocamız. Deve değil halat diyor. Ne fark eder? Ha deve, ha halat… Halatın iğne deliğine sığdırılabilmesi daha yüksek bir olasılık mı?
Cemil Meriç okumalarını Kur’an okumaları gibi nüzul sebeplerini masaya yatırarak yapmak lâzımdır.
Aksi takdirde birbiriyle çelişik görünen ifadelerin nas gibi anlaşılabileceği bir üslup zenginliği vardır ve âdeta birer slogan halinde beyinlere kazınan bu sunumlar hocayı durmadan ötekileştirebilir. Nitekim o da bundan müthiş zevk alırdı…
En son ideoloji üstüne söyledikleri ile tamamlayalım.
Bir yerde:
“İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri, itibarları menşelerinden geliyor; hepsi de Avrupalı” derken başka bir yerde onu tekzip edecek ya da keskin bir tashihle yeniden kavranmasını sağlayacak yaklaşımdadır:
“Bu sözümü alıp ideolojiye düşman olduğum ileri sürüldü. Oysa ideoloji sonsuz okyanusta pusula gibidir.”
Evet, izmlere düşmanlık ederek zihinsel ve matematiksel düşünme kabiliyetinden, metodolojiden kaçan bir toplum giderek daha çözüldü ve çürüdü; değersizleşti.
Şimdi yeniden zihinsel ve matematiksel çözümleme yapabilme yeteneğini bulmak istiyor.