Ankara Şehir Hastanesi’nde. Mâlûmâliniz şehir hastaneleri “Big is beautiful” felsefesi ile yapılan hastanelerdir. Oysa bizim kuşağımızda “little is beautiful” görüşü hâkimdir.
Evet, Şehir Hastanesi çok büyük bir hastane. Hastanelerin bazıları pandemi öncesinde de enfeksiyon tehdidi altında nam yapmışlardı. Bazı hastanelerde ameliyat olanlar hep sonradan enfeksiyon kapmaktan korkarlardı. Buna da ‘hastane enfeksiyonu’ derlerdi…
Büyük hastanelerde o yüzden kötü bir nam, gerçekten sağlık sistemimiz için pandemi kadar zarar vericidir.
Büşra, diğer sağlık çalışanları gibi çok yoruluyordu bu süreçte.
Yine mâlûmâliniz –zira sıklıkla ekranlara getirildi- o kadar çok doktor, hemşire, hastabakıcı ailelerinden uzakta zorunlu karantina yaşadılar. İçlerinde virüse yakalanan, ağır hastalık evresi geçiren, hatta hayatını kaybedenler oldu.
Sağlık çalışanlarımızı bu toplum başımızın tâcı yaptı haklı olarak.
Büşra da çok yorulmuştu ve ‘Muharrem’ ayıydı. Hani hepimiz ‘ehlibeyt’e hürmetkârız ya… Hasan ile Hüseyin, ‘O En Güzeli Güzelin’, insanlığa göklerin muştusunu getirenin şehit bir tanelerini yâd ettiğimiz demler…
Böyle günlerde oruç tutmak fazilettir elbet. Yani ki aç kalıp da sağa sola küfretmek, haddi aşıp güya arşivlere girmiş gibi yapıp devletin bütün sırlarına vakıf tafrasıyla uluorta ecdada sövmek, şehit ve gazi vatan evlatlarını küçümsemek, aklı sıra başına fes takarak Osmanlıyı dirilteceğini ummak gibi basitliklerden uzak olmak, nefsini terbiye etmek gerek. Peygamber Efendimizin “kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz” şiarına uygun olarak ‘efendi’ olmak dururken adı hem Süleyman, hem Kaan, soyadı da Altınok olan dövmeli bir kahraman, aklı sıra devlet oldu, sağlık Bakanına da yapması gereken işi hatırlatıp Büşra hemşireyi hem işten attırmaya kalktı, hem de ağza alınmayacak hakaretler yağdırdı.
Hukuk öylesine güya vazifesini yaptı. Hâlbuki Türklerde isim kazanmak öyle kolay değildir. Altınok bizim bir şehidimizin soyadı. Kaan ne güzel bir isim. Hele Süleyman… Belli ki ebeveyni ona isimlerin güzellerini layık görmüş.
Bu delikanlı o cüssesiyle bir bacısının namusunu karartmaya kalkacağına, hepimizin sağlığı için uğraşan o sağlık çalışanını işten attırmaya yelteneceğine kalkıp gücü yettiğince aşure tabağı hazırlatıp hastaneye götürseydi daha güzel olmaz mıydı? Şimdi utanç içinde yaşayacağına şerefli bir Türk genci olarak anılacaktı.
Maalesef bu toplum zıvanadan çıkıyor ey azizler!
Yarışma programlarında bile aileler nasıl da birbirlerine hakaret ediyorlar. Eskiden bir terbiye, bir âdap vardı. Evin hanımı yemeği kötü de yapsa “elinize sağlık” denilirdi.
Eskiler, yeniler tüm siyasetçilerimiz nasıl da kolay harcanıyor. Şimdi Mansur Yavaş’a mesaj attı diye linç edilmek istenen hemşire olayı münferit bir olay olsa ‘neyse’ deyip geçeceğiz. Fakat bu biraz da Sayın Cumhurbaşkanının –daha çok da kolaycı etrafının- medet umduğu ve bulduğu ‘gerginlik’ politikalarından kaynaklanıyor. Bu ‘bumerang’ gibi tehlikeli bir araçtır yalnız. Dönüp sizi vurabilir. Türkiye bu tehlikeli gidişten kurtarılmalıdır. Hatta bana göre bu bir ‘beka’ sorunudur. Toplumda riyakârlığı-iki yüzlülüğü teşvik eder, ahlaksızlığı resmîleştirir.
Bütün bu olumsuzluğa rağmen Sayın Cumhurbaşkanı, Mansur Yavaş’ı kabul etti ve Ankara’nın meselelerini, projelerini konuştular. Ben bunun olacağını daha Mansur Yavaş aday bile değilken biliyordum. Zira ‘yönetişim’ bütün gerginliklere rağmen köklü bir devlet yapısı olan Türkiye’nin alışkanlığıdır.
Bu arada bazı Mansur Yavaş sevenler abartarak Cumhurbaşkanı profili ortaya koydular. Olmadı, erken oldu. Neden mi? Bir zamanlar bir haber dergisi çıkarıyorduk. Tam da Abdullah Gül mü, Tayyip Erdoğan mı olacak tartışmalarının olduğu günler. Ben Tayyip Erdoğan’ı işaret ettim. Neden? Çünkü bütün bu siyasal gücün mümessili o. Ama o, yine mâlûmâliniz kürsüye gelip “değerli kardeşim”i işaret etti. Yani Cumhurbaşkanını yine onun iki dudağı belirledi. Dışarıdan öyle gözükse de aslında bir derin ittifakın dileğini yansıtmıştı.
Sayın Türkeş yasaklı iken diğer liderlerle birlikte; Özal referanduma gitti. Ben de Yeni Düşünce gazetesinin genel yayın müdürüydüm, kendisine dedim ki: “siyaset doğuştan tabii haktır, lutfedilemez. O yüzden referandumu reddedin, katılmayın. Sonra da diğer liderler affa uğrayınca siz de MÇP’ye geçmezseniz ve Abdulkerim Doğru’ya söz verdiğiniz gibi onu partinin başında tutarsanız ilk sivil Cumhurbaşkanı olursunuz. Üstelik asker geçmişiniz de var.” Haklıydım ama olmadı.
Sonra Sezer’in seçildiği – atandığı dönemde de Sayın Bahçeli’ye önerdim. Çok rahat Cumhurbaşkanı olurdu. Gül’ün olduğu zamanda da doğrusu: Erdoğan’ın o makamı işgal etmesiydi.
Evet, göstergeler mahallî idarelerden gelenlerin de Cumhurbaşkanı olabileceği bir güçlendirilmiş başkanlık döneminde sıranın ya İmamoğlu’na ya da Yavaş’a geldiğini gösteriyor. Şüphesiz Mansur Yavaş çok daha uygun düşüyor kamuoyunun nezdinde… Neden, çünkü İmamoğlu gibi hızlı ve kendini tüketen bir tartışmaya girmedi, girmiyor. İşini yapıyor. Kadrosuzluğa, destekleyen partilerin devleti yönetmeye hazır olmamasına rağmen kişiliği ile ayakta duruyor. Bu dönemde ayakta durabilmek bile zordur. Çünkü hem iç, hem dış entrikaların haddi hesabı yoktur.
Saray’daki görüşme güzel bir fotoğraf. Sağlık Bakanımız Büşra kızımızı arayıp haklarını savundu. Bu da sanal kahramanlıkların her zaman pirim yapmayacağını gösterdi.
Mansur Yavaş Şehir Hastanesinde çalışan Büşra Hemşire’ye de, bütün hastaneye de aşure gönderdi.
‘Türkiye Yönetişimi’ dediğim sistem yine de bir sistemdir ve Bu Uhuletle ve Suhuletle Geçişi, baltalamaya değil de anlamaya ve adapte olmaya çalışmasında yarar vardır.
Velhasıl, Büşra: “Hayırlı bir haber, müjde, güzel bir dileğin olması” demek…
Büşra yalnız değildir.