Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası yahut çok profesyonelce tertip edilmiş bir suikast sonucu aramızdan ayrılışının sene-i devriyesine giriyoruz.
Hakkında derli toplu bir kitap hazırlaması gereken ve vefatına kadar hiç terk etmeyen, son seyahatinden evvel de evime gelip nerdeyse sabahladığımız günde de bütün sırlarını paylaştığım helallik alarak yola çıkan Ashab-ı Kehfin Delikanlısını anlatan artık bir roman ve bir araştırma dizisi kaleme almayı bu yıl vazife edindim. Herkes yaz diyordu ama yazılan onlarca kitap furyası sırasında yazmayı uygun bulmadım. Hakkında çok şiir yazdım, onları da paylaştım.
Acısı henüz yüreğimde soğumuş değil. O gittikten sonra ruh ve beden dikotomisi yaşıyorum. Bağışıklık sistemim çöktü. Ama ölmedim. Yazılanları görünce arkadaşımın hakkının gaspedildiğini, onun eksik ve hatalı tanıtıldığını fark ettim.
Aslında bu normaldi.
Her grup, her kesim, siyasi veya içtimai her hareket için hatta bunlar içindeki farklı varyeteler için Muhsin Yazıcıoğlu, farklı Muhsin’ler olması tabii idi.
O kadar farklı insanlar ve kesimler için Bizim Muhsin vardı ki, şaşar kalırdınız.
68 kuşağı ülkücüleri için o “Bizim Muhsin”di. O devrin Türkçüleri için de… Eski MHP’lilerin bakanlık ve vekillik yapmışları, eski yöneticileri için de Bizim Muhsin idi. Üniversiteliler Kültür Derneği onu biraz Türkeş’e olan sadakatinden ötürü saflıkla suçlasalar da onlar için de “Bizim Muhsin”di. Yani Galip abi için, Nevzat abi için, Nuri abi için, Sadi abi için filan…
Türkeş’in baştan beri gönüllü korumalığını yapan, evinin karşısında ev tutup soğan ekmek yeme pahasına onu gıyaben koruyan Sivas’tan yeni gelmiş genç Muhsin, Türkeş’in yakın silah ve siyaset adamlarınca da “Bizim Muhsin”di.
Sonra aysberg gibi suyun altındaki kütlesi üstündekini geçen Ülkü Ocakları’nın özel istihbarat grubu ve sonra genel yönetiminin bütün yelpazesi için de öyle. Ülkü Ocakları’nın kendisine kadar olan bütün dönemleri için “Bizim Muhsin” ve “Muhsin Başkan” tabirleri iç içe kullanıldı.
Sonra bu aysberge tutunan başka gruplar için de “Bizim Muhsin” her derde devam, müracaat makamı bir dev şahsiyet oldu.
Ardından Eylül kampanası çaldı. Arakesit dönemi başladı. Onun için uzun sürdü bu dönem. O içerdeyken de Avukatlar grubu için, dışarıda uğraşanlar ve bekleşenler için “Bizim Muhsin”di. Erken çıkanlar: “hele bir Bizim Muhsin çıksın”, hörmetle anmak isteyenler: “Muhsin Başkan bir çıksın!…” diye efsaneyi derinleştirdiler.
Asıl Bizim Muhsin grubu başkanlar divanı idi. Parti değil o zamana kadar hasbi olarak Ocak mücadelesinden başka bir şey düşünmeyen başkanlar yani ocak başkanları henüz siyaset tecrübesi yaşamadan bu yeni dönem siyasi baskıları karşısında onun etrafında örgütlenmeyi otomatiğe bağladılar. İşte asıl Bizim Muhsin o idi.
Vakıf çalışmaları, Ziraat Mühendisleri Birliği’nde eski merkez yönetim kurulu üyelerini ve taşra ocak başkanlarını toplama ve istişare girişimlerinde efsane siyasî limanını inşa etmeye başlamıştı. Muhsin Başkan ve Başbuğ Türkeş münasebetinin 12 Eylül sonrası ilk ciddî temelleri bu dönemde hem derin bir güven, hem de muğlâk bir güvensizlikle ve yeni dönemin yeni insanlarının karışık söylemleri arasında atıldı.
Başka siyasi muhitlerdeki gelişmeler de mesela Tayyip Erdoğan ile Erbakan arasındaki güven ve güvensizliğin atbaşı gittiği derin münasebetler de bu dönemde atılmıştı.
‘Boyun Eğen Yönetir’ ve ‘En Yakınlar En Uzaktadır’ yazılarımı böylesi gözlemlerim üzerine yazmıştım.
Başbuğ partisi için kan tazeleyecek, gençlik çektiklerinin boşuna olmadığını etrafa ispatlayacaklardı.
Ben o vakitler Yeni Düşünce dergisini çıkarıyordum. Hem Türkeş Bey’le, hem de Muhsin Başkan’la sıkı münasebetim vardı. Ayrıca 8 kişilik başkanlar divanındaydım. Her hafta toplanır durum muhakemesi yapardık.
Muhsin Yazıcıoğlu, Mustafa Mit, Hasan Çağlayan, Sefa Şefkat Çetin, Yaşar Yıldırım, Mehmet Ekici, Mahir Damatlar ve Lütfü Şahsuvaroğlu.
Partiye Girmeyip Vakıfta Çalışma Taraflısı
Türkeş Bey bana soruyordu: Muhsin ne yapıyor, partiye girmiyor mu? Vakıf nasıl gidiyor? Ben diyordum ki; “Onun vakıfla uğraşması kaçınılmaz. Üstelik de daha hayırlı…” o üsteliyordu: “fazla gecikmesinler oğlum, girsinler.” Ben ısrar ediyordum: “Partiye girmemiz iyi olmaz şimdi”.. O yineliyordu. Derken 1988 kongresi geldi çattı. Bana sen gir oğlum deyip durdu. Ben de kendilerine; “bana söz vermiştiniz, bizim Abdi İpekçi’miz olacaksın diye. Abdi İpekçi CHP’ye girdi mi? Beni mazur görün efendim. Hayır yarınki kongrede seni listeye alacağım, genel başkan yardımcısı yapacağım dedi. Maltepe Sinemasında gazetem adına konferans verdirmek için evinden birlikte çıkıp arabada yapmıştık bu konuşmaları… ben yine de itiraz ettim. Ertesi gün kongrede bir baktım listede adım var. O zaman gençliğe Mahir ile Mustafa Mit bakıyorlardı. Onlara söyledim. Allem gullem ismimi listeden çıkarttırdım. Rahmetli buna çok bozuldu haklı olarak. Ama ne bilirdik ki, sonradan insanlar listeye girebilmek için birbirlerine sandalye atacaklar. Biz hâlâ 12 Eylül öncesinin hasbi teşkilata kendisini adamış dava için çırpınan insanlarındanız. Herkesi de öyle sanıyoruz.
O yıl boyunca biz Ziraat Mühendisleri veya Kadir’in büroda toplantıları devam ettirdik. Başkanlar ve arkasında bütün Ocak yöneticileri…
Sonunda Türkeş bir grup olduğunu anladı. Ya da öyle anlattılar. Allah var biz de o pozisyonu yarattık. Otuz kırk kişi gelse de taşradan toplantıya bunu yüzlerle binlerle izah ettik. O noktaya vardı ki, içimizdeki ve bizimle birlikte oluşan çevremizden kimi arkadaşlar Başbuğ ile pazarlık mevzu bile ortaya çıkardılar. Bu mevzu bana göre enti püften bir mevzu idi. Neymiş efendim Başbuğu arabasıyla gezdiren işadamı Metin Ergüç başbuğun yakınından uzaklaştırılmalı imiş…
12 Eylül öncesinde de Alparslan Türkeş’in evliliği Üniversiteliler Kültür Derneği mensuplarınca mevzu edilmiş; adamcağızın alacağı eşine karışmışlardı. Şimdi bizimkiler de gezip dolaşacağı şoförüne, arkadaşına karışıyorlar.
Allah var, Türkeş “tamam” dedi.
Hem de Almanya’daki Federasyon Kurultayına şartlı destek telgrafı göndermemize rağmen. O nasıl oldu? Daha sonra Ankara İl başkanlığı seçimini kazanacak olan Trabzon’lu Hasan Basri ile birlikte Muhsin Başkan, gecenin ikisinde Etimesğut Şeker Fabrikası lojmanlarındaki evimize geldiler. Elinde bir kağıt. Sekiz kişilik başkanlar divanından bir ben imzalamamışım. Almanya’daki federasyon kongresine destek mesajı… tam bir itaat ifadesi vardı metinde. İçine sinmemiş, herkes imzalamış bir de bana gösteriyor. Ben de “bu seni bağlar” dedim ve şartlı desteği ifade eden bir küçük cümle ilave ettim. Öyle de nazik ve hassas davrandı. Oysa ben onun her şeyine baştan kefildim, bana okutup imzamı alması aslında gerekmezdi. Düzeltilen metin Almanya’da okununca Başbuğ bozulmuş…
İşte buna rağmen Allah var Türkeş tamam dedi.
Sonunda Yalnız Kalacaksın
Bizimkiler de buna kandı. Pazarlık sonuç getirmişti. Sıra Muhsin Başkan’ın genel sekreter, diğerlerinin de yardımcısı filan olmasındaydı sıra…
O toplantıların sonunda herkesin Bizim Muhsin’ini, benim başkanımı bir kenara çektim ve bugüne kadar olacakları sanki bilmiş gibi onu ikaz ettim. “Böyle bir siyasetle bunların hiçbirisi yanında kalmayacak.”
Öyle de oldu maalesef… sırasıyla…
En Muhsinci içimizde Burhan’dı… o zaten 12 Eylül sularında farklı bir yol izlediği imajı çizmişti.
İkincisi Mustafa Mit… Muhsin Başkan’ı Selahattin Sarı’dan sonra başkanlığa hazırlayan sürecin mimarı… O kadar Muhsinci idi ki, Rıza Müftüoğlu, ortağı Erzincanlı hemşerim, rahmetli Türkeş Bey, Mustafa Mit, muhtemelen o büroda odası olan Haluk Pirimoğlu sohbet ederken ocak ve parti ayrımı yaptığım konuşma karşısında şaşırmışlardı da; Muhsin Başkan o sırada içerde olduğu için (Yeni Düşünce henüz çıkmıyordu ve hazırlığı yapılıyordu) biraz da o psikoloji ile “Türkeş bey emretse ben bu pencereden atlamam, ama Muhsin başkan emretsin atlardım” gibi tuhaf bir mukayese yaptığımda Mustafa Mit, Türkeş’in yanında olmasa da beni kucaklamış tebrik etmişti. Öyle ya biri örgüt başkanı, diğeri siyasi lider… bu mukayese çocukça olsa da bir anlamı vardı. Nitekim Türkeş Bey kızdığını belli etmedi, “gayet normal” dedi…
1977 Ocağın şahlanış sürecini hazırlayan ekibin başında Mustafa Mit vardı.
Diğer bütün arkadaşlar bizim çekirdek gruptu. Bir tek Yaşar Yıldırım son dönem çekirdeğe dahil olmuştu. O aslında Yükseliş’in ve Site yurdunun sivrilen simasıydı; bizim Ali Eroğlu başkanlığı kabul etmeyip Malatya’ya kaç tığı için (tevazusundan kaçıyor, başkanlık tabiatıma uymuyor diye; yani korkusundan değil) nasıl olsa Türkmen Onur onu bir yere getirecekti. Muhsin Başkan maniplasyon ile onu aramıza kazandı.
Sonra en Muhsinci Şefkat idi. O kadar ki üç kere biat ettiğini bizzat Muhsin Başkan bana söylemişti. Onu sonuna kadar terk etmeyen ve bu yüzden belki kurdukları şirket içinde eriten grup ise Hasan Çağlayan ile Mahir Damatlar’ın da ortak olduğu Işık limited idi. Fakat son dönemde onlar da, onlarla beraber çok hizmeti geçen Erol Dok gibi arkadaşlar da belki haklı, belki haksız siyaseten ondan ayrı olduklarını, ama sevmeye devam edeceklerini beyan ettiler.
Bunları niye söylüyorum; kimseyi suçlamak için değil, böylesi bir çekirdek yani ancak füzyon ile parçalanabilecek grup içinde bile farklı Bizim Muhsin’ler vardı.
Mustafa Mit’in Muhsin’i ile Hasan Çağlayan’ın Muhsinleri farklılaştı geçen yıllar boyunca…
İşte mesele burada idi.
Neden böyle olmuştu?
Bitmedi.
İki kişilik müridanı olan şeyhler gördüm: onların da bir Bizim Muhsin’i vardı
Sonra başka muhitler, cemaatler, tarikatler, siyasi gruplar, vesaire…
Onların da kendilerine göre Bizim Muhsin’leri vardı veya oluştu.
Esat Coşan Hocaefendinin ve cemaatinin Bizim Muhsin’ini biliyorum. Birlikte Uludağ’da çok toplantıya katıldık, yemek yedik, sohbet ettik. Sonra Adıyaman yani Muhammet Raşit Hazretleri ve sonrasında oğlu ve cemaati için Bizim Muhsin neredeyse tamamen kabullenilmiş, hatta vekil tayin edilmiş Bizim Muhsin’di. Fethullah Gülen ve cemaati için de bu kavram kullanılıyordu. Bizim Muhsin…
Vefatından bir yıl kadar önce Sinan Ocak’ın bir sorusuna verdiği cevap aslında başkanın hiçbir tarikate ve cemaate üye olmadığını gösteriyordu. Ama buna rağmen iki kişilik müridanı olan şeyhler için de o “Bizim Muhsin”di.
Erbakan ve partisi de kullanmadı değil. Sıkıştıklarında karşılıksız destek ve adeta ezberlenmiş bir karakter izahı: İşte Bizim Muhsin…
Ve yol ayrımı… Ak Parti’nin kuruluşu öncesi görüşmeler, hesaplar, haberleşmeler, Tayyip beye dostça tavsiyeler vesaire… Orada da teşekkül eden bir Bizim Muhsin var elbet…
Size daha ilgincini söyleyeyim: Ecevit(ler) için de bir Bizim Muhsin vardı.
Sonra yeni MHP, yeni Doğru Yol, yeni Anap, yeni siyasi oluşum hesapları ve bir takım asker ve sivil çevreler ve çevrecikler için de Bizim Muhsin lafı gündemdeydi. Türk Ocağı için, Kemal ağabeyler için, Ayvaz ağabeyler için, Abdulkadir beyler, Hüsnü beyler, daha diyeyim mi; hakkında çıkan kitaba göre Ergenekoncular için bile bir Bizim Muhsin varmış… Güya Sedat Peker’le Veli Küçük konuşmasına göre yeni bir siyasi yapılanma için Bizim Muhsin gündemde olabilirmiş…
Bir de savcıların başta Gültekin Avcı’nın Bizim Muhsin’i var… Bir de Kezban Hatemi’nin, Baskın Oran’ın Bizim Muhsin’i…
Sivaslı hemşerilerinin, onlar arasında halktan kişilerin, garibanların Anadolu’nun her tarafındaki gibi Bizim Muhsinleri malum… Sivas’ın entelektüellerinin de Bizim Muhsin’i var: Beşir Ayvazoğlu’nun, Ahmet Turan Alkan’ın…
Rasim Ozan Kütahyalı açısından bile bir Bizim Muhsin var…
Kosova, Bosna-Hersek, Azerbaycan, Kerkük, Kıbrıs, Orta Asya, Türkiye dışındaki Türk ve İslam dünyası için de Bizim Muhsin var.
Yetimler, engelliler, dullar, şehit yakınları, kimsesizler, köylüler, garibanlar, iş takibi yapanlar için de Bizim Muhsin bol bol…
Görevden alınan memurlar, tayin isteyenler, askerde oğlu olanlar, trafik kazası yapanlar, hatta kendi arabasına çarpanların yakınları için de Bizim Muhsin yok mu?
Hepsi cenazede olmak ve borçlarını ödemek istediler… veya arkasından iyi şeyler söyleyip yazdılar. Helal olsun. Hiç oy vermeyenler, hiçbir düşüncesine katılmayanlar onlar da… olsun…
Çekti gitti…
Güzel bir ölümle öldü kahraman.
İki Eski (meyen) Dostun Muhsin’i
Ben diğerlerini başka zaman değerlendirmek üzere iki eski arkadaşının arkasından yazdıkları üzerine bazı düzeltmeler yapmak ve bu çerçevede belki asıl meseleye kapı aralar diye bu iki eski arkadaşı üzerinden Bizim Muhsin’i bulmaya çalışacağım.
Bunlardan birincisi; Burhan Kavuncu…
İkincisi; Kadir Tosun…
Önce Burhan’dan başlayalım. O rahmetli başkanın da yakın arkadaşı olduğu kadar belki ondan fazla benim yakın arkadaşım idi, el’an da öyledir.
12 Eylül’den önce bütün Türkçüleri ve İslamcıları içinde barındırabilen ülkücü hareketin fikri mimarlarından ve militanlarından olma yolunda belki de voltran’ı oluşturmada üç dört isimden biriydi Burhan… bunu 2024 romanımda da yazdım.
Eylül öncesinin son demlerinde yazdığı 30 küsur sayfalık değerlendirme tartışılabilecek hatta birkaç dipnotla süslenirse yayınlanabilecek bir metin olduğu halde sanki illegal bir iş yapıyormuş gibi onu kaçak halimizle konseye filan gönderdi. Ben de konseye yaptıklarının hatalı olduğunu ifade eden mektuplar yazdım; ama Burhan’ın ki sanki ilk ayrılık sinyalleri çalıyordu. Nitekim içerde de bazı problemler olmuş… Fakat ben olduğum mahfillerde asla onun aleyhine kimseyi konuşturmadım. Çıkışta kendi de yazmış, yollarını ayırdığını ifade ediyor. Aslında biz o varken de yolların ayırtına vardığımızı zannediyorduk. Onun için 70’li yılların ortalarından itibaren yeni söylemler ve bakış açıları geliştirmedik değil. Fakat bütün bunlar çekirdeğin, Türk milliyetçiliğinin ve ondan önemlisi ülkücülüğünün üzerine bina edilebilirdi. Onun ve daha sonraki başkaca ayrışmaların, kopuşların birçoğu şahsi meselelere dayansa bile sözde ideolojik hatta inanca taalluk eden meseleler addedildi ve Türk siyasası hiç de hak etmediği bir kalitesizliğe evrildi. Böylece milliyetçilikten devşirdiler suçlamaları haklı gibi gözükmeye başladı. Nitekim Kadir Tosun ve diğer arkadaşlar böylesi değerlendirmeler yaptılar. Öyle ki daha sonra bu değerlendirmeler sanki ana gövde harekete sızan bir takım insanlar tarafından yoldan saptırılmış da aslında hareketin katı çelikleşmiş kalıpları varmış da… gibi söylemleri haklı göstermeye başladı. Ve fakat bu gelişme milliyetçiliğin hiç de hak etmediği bugünkü MHP’nin olduğu kadar Türk Ocağı ve diğer bütün kuruluşlarla birlikte BBP’nin de içinde bulunduğu siyasi yelpazedeki yerimizi güdükleştirdi. Öyle değerlendirmeler oldu ki, bugünkü siyasi başarısızlıklara mesnet arandığında işin kolaycılığına kaçılarak işte Burhan, işte Muhsin, işte… onların davayı terk etmesi ve veya yoldan çıkarma girişimleri yüzünden böyle oldu gibi suçlamalar, otuz yıl öncesinin hatta yüz yıl öncesinin bile çok çok gerisinde bir ideolojik ve entelektüel kısırlığa sebep oldu. Türkçülük tarihinde hiç görülmemiş Türklükle alakası olmayan Türklüğün yanına uğramamış mülahazalar bile yapılır oldu.
Ben bunun vicdani sorumluluğunu taşımıyor değilim. Ancak kolay suçlamaların, kolay kaçmaların ve/veya kolay içe kapanmaların da karşısındayım.
Bu yüzden Burhan Kavuncu’nun ve Kadir Tosun’un Bizim Muhsin’le ilgili yazılarını enikonu tartışmak istiyorum.
Burhan Kavuncu şöyle yazmış:
“Muhsin Yazıcıoğlu*
“Son ana kadar Muhsin Yazıcıoğlu’nun o olağanüstü yeteneklerini kullanarak hayatta kalmayı başaracağını düşündüm. Onu yakından tanıyan herkesin beklentisi aynıydı.
Çünkü olağanüstü mücadeleci, şimdiye kadar karşılaştığı nice zorluklarla baş etmiş, her badireyi atlatmış ya da böyle olduğuna bizi inandırmış, militan vasıfları üst düzeyde bir arkadaşımızdı. Bunu da atlatacağını umuyordum. Şimdi" sonsuzluğun sahibine" kavuştu. Hayat denilen imtihanı da aynı maharetle geçerek mağfirete ulaştı mı, inşaallah, bütün kalbimle bunu niyaz ediyor, Allah’tan ona merhamet diliyorum.
Bizim gençliğimizde yani 1980 öncesinde ülkücü gençlik arasında Muhsin Yazıcıoğlu bir efsane gibiydi. Hepimizin timsaliydi. Belki de ben en fazla ‘Muhsinci’ olanlardan biriydim. Hepimiz ona hayrandık. O dönemde kitlelere çok iyi hitabeden konuşmalarını hatırlamıyorum ama ikili ve grup görüşmelerinde müthiş ikna yeteneği vardı. Bunun sebebini hep merak etmişimdir. Dernek ki, olaylara ve olgulara hâkim olmasını sağlayan, en azından bizden üstün bir vizyona sahipti. Parti ve bizim için biraz da hayali bir yerde bulunan ‘başbuğ’ ile aramızdaki köprü gibiydi. Muhsin bizim aramızdaydı. Aynı evlerde kalıp, aynı sofralarda yemek yediğimiz, içimizden birisiydi. Herkesin özel durumuyla ilgilenir, kimin ne derdi varsa yardımına koşardı. Bu özelliğini daha sonra da, kaçaklıkta, hapislikte, ölümde, ailelerin yanında koşturan, kimin kömürü yok, kimin kirası ödenemiyor takip eden bir arkadaş, doğal bir lider olarak sürdürdü. Bu yönleriyle bir lider olarak kesinlikle örnek alınması gereken birisiydi.
Eleştiri ya da tavsiyeleri olgunlukla karşılayan ender bir kişiliğe sahipti. Türkiye’nin içine düştüğü kargaşa ortamında, birçok militan silahşorluk heveslerinin zevkini çıkarırken onun, sonucu akim kalmış olan "eller silah değil kalem tutmalı" kampanyasına nasıl ümitle sarıldığını hatırlıyorum. Yani olay salt, halk savaşı veren devrimcilerle onları katleden faşistlerin mücadelesinden ibaret basit bir resim değildi. Her iki taraf da, kendince haklı gerekçelerle, silahlı mücadelesinin haklılığına inanmıştı. Ama Muhsin, içine yuvarlandığımız karanlık iç savaşta körü körüne dövüş en bir militan olmayı kabullenemediğini zamanla gösterecekti.
Sloganlar: Milliyetçilikten İslam’a Doğru 1977-78 yıllarında Ocak tarafından, ülkücülüğün eklektik düşünce yapısına da uygun bir şekilde dini ağırlıklı Hasret ve ‘doktriner’ ağırlıklı Genç Arkadaş dergileri yayınlanıyordu. Hasret’in yayın yönetmeni Muhsin başkan, Genç Arkadaş’ınki bendim. Her iki dergiyi de Ankara Necatibey Caddesi’ndeki dairede birlikte hazırlıyor, Ulus’taki bir matbaada bastırıyorduk. Muhsin başkan’ın dini konulardaki gayret ve samimiyetini bugün gibi hatırlıyorum. Ülkücü öğrencilerin ölüm olaylarının çok arttığı bir dönemdi ve kavganın ölümden sonrası için de manasının olmasını arzuluyorduk. Daha doğrusu Muhsin başkanda ahiret duygusu ve İslamilik kaygısı çok öndeydi. Hasret dergisinin kapağının birkaç ay üst üste "Ülkücü gençlik ölecek İslam’ın güneşi sönmeyecek" benzeri sloganlarla çıktığını hatırlıyorum.
Bu kapak başlıkları en sonunda "Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın" sloganına dönüşecekti. Meşhur 15 Nisan mitingine damgasını vuran bu slogan MHP Genel Merkezi tarafından susturulmaya çalışılsa da, gençlik büyük bir coşkuyla kanını İslam’ın zaferi için dökmek şiarını sahiplenmişti.
O dönemde yayımladığımız dergilerden birisinin arka kapağında, Naci Bostancı’nın bir yazısı vardı. Muhsin başkan yazıyı bana göstererek, baştan sona Müslüman kelimesinin kullanıldığını bir tek Türk kelimesinin geçmediğini ifade edip, "nereye gidiyoruz diye eleştiriler geliyor, yahu ne de olsa bu bizim ideolojimiz" demişti de ben de hak vermiştim.
Ondan sonra "Türk’üz Türkçüyüz İslam’ın eriyiz" sloganını ilan ettik. Yine "Yıkılsın Düzen, yaşasın devlet" sloganı ile ilgili olarak, Türkeş’in kendisini çağırıp, "evladım düzen yıkılsın olur mu, düzenin neyini beğenmiyorsanız onu söyleyin" dediğini söylemiş, biz de sloganı "Yıkılsın vurguncu düzen, yaşasın devlet" olarak değiştirmiştik. Bu çabalarımızda İslamilik kaygısıyla beraber, soldan gelen "düzenin bekçileri" eleştirisi de etkili oluyordu.
Hafızamda her an Muhsin başkanla ilgili hatıralar canlanıyor. Bu kısa yazı çerçevesinde bunların hepsini anlatmam mümkün değil. En önemli köşe taşlarından birisi de, Genel merkez yönetim kurulunu Maltepe Camii’nde sabah namazlarından sonra toplamaya başlamasıdır.
Daha önce pek namaz kılmayan bir gençlikten, Diriliş yayınlarının okunması için teşkilata genelge yayınlayan, Nizam-ı Alem ülküsü dönemine geçişimiz, yine onun öncülüğünde oldu. Daha doğrusu yönelişimiz, sahih İslam’ı anlama çabasıyla tasavvuf- gelenek karışımı bir din anlayışı arasındaki arayışlar biçiminde gelişti.
Hapishane – Askerlik – MHP/ MÇP Günleri Bizim ülkücülüğü/ Türk milliyetçiliğini reddettiğimiz Mamak günlerinde, ayrılmak yerine ıslah çabasının daha doğru olacağını savunmuştu. Bu olay aramızdaki yol ayrımının da başlangıcını teşkil etti. Köklü bir sorgulama ve reddetme tavrı ile ‘içeride kalarak İslamileştirme’ farklı tercihler olarak bundan sonraki hayatımıza damgasını vuracaktı. Bizim Ocak!
Bizim Dergahı Nizam-ı Alem çizgisi, sürekli ‘ülkücü kalarak kendini daha İslam’a uygun hale getirme’ gayretlerinin ürünleri oldu. Bunların doğruluğunu yanlışlığını burada tanışmayacağım, bizim neyi tercih ettiğimiz zaten belli. Muhsin başkan ve arkadaşlarının tercihlerinin mümkün olamayacağını MÇP/ MHP döneminde bizzat A.Türkeş gösterdi.
Nizam-ı Âlem
2O yıl önce MHP genel merkezinde Lütfü Şehsuvaroğlu, Mümtazer Türköne ve bana söylediklerinin aynısını bu defa Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarına tekrarlıyordu: “Bu davayı ben kurdum, adını ben koydum. Beğenmiyorsanız çekip gidersiniz, ama asla değiştirmeye kalkmayın.” Yine bir TV programında çıkıp, "Bizim İslamiyet diye bir davamız yoktur. Biz buna karşı mıyız? Hayır. Ama bizim davamız bu değildir" diyen Türkeş’e, Yazıcıoğlu’nun cevabı, “Bizim İslamiyet diye bir davamız vardır” deyip MHP’den ayrılmak oldu. Ama MHP çatısı altından ayrılsa da, ülkücülük çatısını ve beraberindeki anlayışı terk etmemişti. Bu sebeple MHP’den ayrılması, köklü bir kopuşa yol açmadı.
Muhsin başkanla saflarımız ayrı olsa da, İslam’ı anlama ve en doğru çizgide bulunma arayışlarımız, samimi çabalarımız hep paralellik gösterdi. Askerde iken, sabah namazının abdestini öğlene kadar tutup öğle arasında herkes yemeğe giderken bizim koşa koşa mescide gitmemiz, öğle ve ikindiyi birleştirerek kılmamız ve çoğu zaman yemek yiyemeden eğitim alanına dönmemiz, geceler boyunca yaptığımız tevhid, şirk, tağut kavramları etrafındaki sohbetlerimiz, Kur’an okumalarımız, farklı cemaat mensuplarının başkanı ablukaya almaları ve bana mezhepsiz mealci damgasını vurarak tecrit etmeye çalışmaları, 1988’de geldiğimiz kavşaktaki askerlik hatıralarımız oldu.
Dik Duruşu Örnek Olmalı Başkanla çok sık olmasa da zaman zaman bir araya gelip konuşuyorduk. BBP’nin kuruluş günlerinde "yol ayrımında yolu doğru tutmak" başlığı altında toplanabilecek yazılar (Yeryüzü Dergisi), hatta yaptığım tatlı sert bir röportaj, BBP mescidinde şehitlik kavramı ve Kürt sorunu üzerine uzun tartışmamız zaman içinde ayrıştığımız birçok husus olmasına rağmen, Muhsin başkanın samimiyet ve doğruyu bulma çabalarının sürdüğünü görmemi sağlıyordu. 400 Hamaslının İsrail tarafından Lübnan’a sürüldüğü günlerde karşılaştık, konuyu anlattığımda, "böyle şeyler olduğu zaman bana bir tüyo ver, sahip çıkıp ilgilenmezsem o zaman söyle" mealinde şeyler söylemişti. Gerçekten de, bana ilk başlarda vaat ettiği gibi, her zaman Müslümanların yanında ve yardımında olmaktan geri durmadı. Bunu partisinin siyasi tavırlarında bile taviz vermeden uyguladı. Refah Partisi’nin hükümet çabaları sırasında meclis kürsüsünde "Müslümanların iktidarına mani oldu dedirtmem" diyerek dışarıdan desteğini sunarken, 28 Şubat’ta başörtüsü eylemlerine katılıyor, mecliste cuntacılara kafa tutmaktan çekinmiyordu. Herkes değişim dönüşüm pragmatizm keşifleri yaparken o safiyane bir şekilde müslümanca duruşunu bozmadan devam ettirdi. 2002 seçimlerinden sonra partisinin milliyetçilik devletçilik dozunun artmaya başladığını görüyoruz. Ama hiçbir zaman Türk milliyetçiliğini öne çıkarıp yüksek sesle seslendirmedi. Kürt sorununda farklı düşünmesine rağmen Kürt düşmanı ırkçı bir çizgide olmadı. En son Gazze savaşı sırasında İsrail konsolosluğunu abluka eylemine katılıp siyonizme karşı nefretini tekrarlamıştı. Bir parti başkanı olarak Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini, askeri anlaşmalarını açıkça reddedip eylemlere katılan Muhsin başkan, Müslümanlarla omuz omuza bulunmaktan hep mutluluk duyuyordu.
Onun şüpheli ölümünü kabullenmek zor oldu. Anlamak da öyle. Cenazesinin iki gün bulunamaması, sanki ölmesi kesinleşsin diye yanlış yerlerde aranması, cuntacılara ve İsrail’e kafa tutan bu insanın ister istemez öldürülmüş olabileceğini düşündürüyor. Allah’tan ona mağfiret ve rahmet, bağışlanma ve merhamet diliyorum. Cennetinde, çok istediği Salihlerle birlikte olmak duasına mazhar olmasını niyaz ediyorum.”
Sevgili Burhan’ın yazısı böyle.
Şimdi gelelim ikinci yaklaşıma. Bu da Kadir Tosun’a ait. O da Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok severdi. Rahmetli Yazıcıoğlu’nun da onu sevdiğine yakından şahidim. Muhsin Yazıcıoğlu, Kadir Tosun, Burhan Kavuncu ve daha niceleri aynı mahfili paylaşırlar, her şeylerini bölüşürler ve birbirleri uğruna ölürler, birbirleri için ölümü göze alırlardı. Kadir Tosun’un Ülkücü Milliyetçi Hareket** kitabında ise şöyle yazıyor:
“Din hayatın bir gerçeğidir. Millet ve din kavramları birbirine zıt kavramlar değildir. Çünkü milleti meydana getiren unsurlardan birisi de dindir. Türk milliyetçiliği İslam’ı da kapsar. Bir ara Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek ve Seyit Ahmet Arvasi gibi bazı büyüklerimizin etkisiyle İslami söylem ve sloganlar ön plana çıkmış olsa da Türk Milliyetçiliği ülküsü her zaman klasik laik çizgisini korumuştur. Hiçbir zaman rejimle, sistemle çatışmamıştır.
Nitekim ülkücüleri suçlamak için her fırsatı değerlendiren Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Nurettin Soyer bile bu tür söylem ve sloganlara inanmamış arkadaşlarımız hakkında irticadan değil ırkçılıktan dava açmıştır.
Milliyetçiliği Yozlaştırmak mı, Önünü Açmak mı?
Ancak o dönemlerde birileri sürekli olarak hedef saptırmaya, milliyetçi-ülkücü hareketin yönünü değiştirmeye çalışıyordu. Bunlar eğer milli demek zorunda kalırlarsa mutlaka milli-İslami diyorlardı.
Milliyetçi demek zorunda kalırlarsa bu sefer de milliyetçi mukaddesatçı veya milliyetçi-muhafazakâr diyorlardı. Onlara göre ülkücülük zaten çoktan İslami bir terim haline gelmişti. "Ülkücü, yani Müslüman" diyorlardı. Türk Milliyetçiliği ülküsünü ağızlarına bile almıyorlardı. Onun yerine Türk İslam ü1küsü veya nizamı âlem ülküsü diyorlardı. Sürekli İslami söylemler kullanıyorlardı. İslamcı sloganlar atıyorlardı. Böylece milliyetçiliği ümmetçiliğe dönüştürmeye çalışıyorlardı. En azından milliyetçiliği yozlaştırmak, muğlâk hale getirmek istiyorlardı. Herhangi bir arkadaşımızdan bahsederken "Ülkücüdür ama inançlıdır." diyorlardı. Sanki inançsız ülkücüler de varmış imasında bulunuyorlardı. İnsanı çileden çıkarıyorlardı.
Bu tür söylem ve sloganlar 1977 yılı ortalarına doğru ağırlık kazanmaya başlamış, 1978 yılına gelindiğinde bunların dozu giderek artmıştır. Mesela" Herkesi tevhid bayrağı altına çağırıyoruz. Bizim mücadelemiz Hz. Adem’den bu tarafa devam eden hak-batıl kavgasıdır. Biz Muhammedi bir düzen kuracağız. İslam’ı dünyaya yayacağız. İlahi nizamı dünyaya hâkim kılacağız. Biz sadece nizami âlem, ilayı Kelimetullah için savaşıyoruz." gibi söylemlerle, "Müslümanlar küfre karşı tek yumruk", "çağrımız İslam’da dirilişedir." gibi sloganlar yaygınlaşmıştır. O dönemdeki söylem ve sloganlarda milletten, milliyetçilikten, Türklükten, Turan’dan eser yoktur. Sürekli radikal İslamcı bir dil ve üslup kullanılmıştır. Cuma hutbesi gibi makaleler yayınlanmıştır. Sanki siyasal İslamcılarla dindarlık yarışı yapılmıştır. Bu durum teşkilatta büyük bir huzursuzluk yaratmış, MHP üst yönetimini rahatsız etmiştir. Herkes "Ya Sabır" çekerken 05 Ekim 1979 tarihli Nizami Âlem Gazetesi’nde yayınlanan "çağrımızı Tekrarlıyoruz." başlıklı bir makale bardağı taşırmış, sabır taşını çatlatmıştır. Söz konusu makale aşağıda takdirlerinize sunulmuştur.
"İslam, Aleme inmiştir.
Bütün alemin nizamıdır!..
Beşeri hayat biçimlerinin yetmezliği, zulmü altında kıvranan insanoğlunun Hakk’ı bilmesi için vahiyle gönderilmiştir.
Nizamı Alem davasının bayrağını ilk açan şanlı Peygamberimiz (SAV.) Efendimizdir.
Açılan bayrağın altında zulme, küfre başkaldıran bütün insanlar akın akın, bölük bölük toplanmış İslam medeniyetini kurmuş, insanlık tarihinin altın sayfalarını vücuda getirmiştir.
Ve Nizamı Alem asırl