Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Bir 12 Eylül Hesaplaşması

  • 12 Eylül nedir, ne değildir?  Hangi sürecin bir parçasıdır, hangi faktörler inşasında etkili olmuştur? 12 Eylül öncesi vuruşan tarafların tamamı masum mudur? 12 Eylül kardeş kavgasını önlemek için mi yapılmıştır? 12 Eylül’de MHP iktidarını önlemek için mi düğmeye basılmıştır? 12 Eylül yoksa bir Sovyet yanlısı devrimi durdurmak için mi kaçınılmaz sondur? Askerler iktidara gelmek için mi 12 Eylül’ü planladılar? ABD 12 Eylül’ü yaptırarak nasıl bir Türkiye dizayn etmeyi amaçlıyordu? Yunanistan’ın Nato’ya dönebilmesi ve böylece AET’ye(şimdiki Avrupa Birliği) üyeliğinin sağlanması için mi Türkiye’ye askeri bir yönetimin getirilmesi amaçlandı.

Bugün 12 Eylül’le 30 küsur yıl sonra hesaplaşmanın arkasında yatan gerçek nedir?

12 Eylül’le bu kadar zaman geçse bile hesaplaşabilmek de bir şey değil midir? Askeri darbelerin tamamından hesap sorulması ve bu ülkede bir daha askeri darbe yapıl(a)mamasını temin etmek,  Türkiye’nin demokratikleşmesi yolundaki engellerin kaldırılması olarak değerlendirilmeli değil midir?

ABD, İngiltere ve İsrail üçgeninde bölgede kurgulanan yeni yapı gereği Türk ordusunun iliği mi emilmekte, Avrasyacılık peşinde olan subaylar bertaraf edilerek Türkiye bölgesinde ‘aranan ve sorun çıkarmayan müttefik’ rolünü oynayabilecek hale mi getirilmektedir?

Bir de 12 Eylül’ün biz edebiyatçılar için farklı bir yönü var mıdır?

Hani çekilen çileler, yaşanan mağduriyetler, küllenen aşklar, yok edilen ümitler, giden gençlik…

Özgürlüğün ifadesi olabilecek, işkencelerin ve insanlık suçlarının toplum vicdanını yükseltmesi için 12 Eylül arakesitinin şiirler, senaryolar, romanlar, hikâyeler, tiyatrolar üretebilme ve edebiyatımızı zenginleştirme babından hiç mi değeri yoktur?

Bir haksızlığa uğradığını düşünen siyasilerin ve onlara dayanan toplum kesitlerinin 32 yıl aradan sonra bir ara celallenip sonra müdahil bile olamayacakları anlaşılınca yine tek tek işkence gören fertlerin işkencecilerini arama tarama heyecanına duçar olması ve yeniden yalnızlaşması nasıl açıklanabilir?

Ülkücüler ve devrimciler, 12 Eylül’ün görünen gerçek tarafları olarak müdahillik mahkemesinde yine birbirlerine laf atarken “kullanıldık” diyenlerin bile yeniden bir kavgaya hazırlanması hangi sosyal psikolojik metod ile çözümlenebilir?

Toplumumuzda var olagelen çatışma kültürünün, ötekini anlamama ve yok ederek hayat bulabileceği vehminin sosyal psikolojik temelleri nedir? Bütün mezhep çatışmaları, en son mesela Madımak olayları birkaç provokatöre yüklenip sıyrılabileceğimiz vakalar mıdır; yoksa tedavi etmemiz gereken hastalığımız var da bir yansıtma çabası içinde miyiz?

Günahlarımızı zikrederek Allah katında ruhumuzu özgürlüğüne eriştirmek ve gerçekten bir vicdan muhasebesi yapmak imkânı varken mazimizle ilgili masumiyet zırhına bürünme çabaları hangi hastalığın adıdır. İlahi adalet katında bu masumiyet arayışları bizi kurtarır mı?

Masum değiliz hiçbirimiz

Evet, böyle bir şarkı vardı ve söylemesi güzel olduğu halde dinlemesi zordu.
Yukarıdaki soruları uzatmak mümkün…

Herkesin de bu sorulara vereceği cevaplar var ve işin ilginç yanı hepsi de kendince doğru olacağı yolunda öngörüler barındırıyor.

Bu son 12 Eylül hesaplaşması, içinde birçok strateji ve taktik barındıran ve 12 Eylül mağdurlarını heveslendirse de onlarla bir ilgisi olmayan yeniden bir yapılanma gayretinin ürünüdür.

Müdahil olmadım önce…

Bu tıpkı referandum gibi bir süreçti ve mağdurların psikolojisi üzerine yükselen bir siyasi manevraydı.

Arkadaşlarımı hayatımın hiçbir evresinde yalnız bırakmadım.

Müdahil oldular.

Ben ilk başta olmadım.

Çünkü “Bana Yaz Dedi Çağatay 12 Eylülü” adlı şiirimde de belirttiğim gibi “beni kimse edemez mağdur, ben ki toz kanatlı bir kelebeğim” demiştim.

                                                        “Geç oldu biliyorum diyor Üsküdar’daki kardeş
                                                        Sen ki mağduruydun değil mi eylüllerin
                                                        Hayır diyorum, gak gak ediyorum, vak vak ediyorum
                                                        Kimse beni edemez mağdur!

Bu şiirde yirmili yaşlardaki elma yüzümden kaçamayacağım için “kullanıldık” diyenlere inat kendi gerçeğime döndüm.

“Bil ki bugün de kullanılıyor o” dedim ve “12 Eylülde vurdum tam 12 Eylülü” diye de altını çizdim.

Şimdiki gibi değil otuz yıl sonra değil…

Müdahil olup 12 Eylül’den hesap sormaya şimdi karar verdim.

Yani müdahillerin müdahillikleri aleyhine karar verildikten, asıl mevzu ayyuka çıktıktan sonra…

Hükümet ve Meclis 12 Eylüle müdahil olabilirmiş; bir de Ahmet Türk… Böylece mahkeme kapılarında şov yapan eski solcular ki, çoğunluğunun kafa yapısı değişmemişti ve değişmesi imkânsızdı, nostaljik pikniklerinden her zamanki gibi bir şey elde edemeden evlerine döndüler.

Geriye İrfan kardeşimin güzel nutku kaldı.

Şimdi de ben müdahil olmaya karar verdim.

Hemen yanlış anlamayın; şu 12 Eylülcüler lehine davaya müdahil olmak isteyen profesör gibi değil. Hiç değil!

Hem niçin 12 Eylülcülerin lehine bir tavır takınayım ki? İşkencesine âşık olan mazoşist kızların psikolojisini anlarım ama bunu kendimde denemem.

Türkiye’yi her türlü uçurumun kenarına sürükleyen ve onlarca yılına mal olan 12 Eylül Türk tarihinde her zaman olduğu gibi kara bir lekedir. Tıpkı Viyana önünde bozulduğumuz ve İstanbul’a doğru püskürtüldüğümüz 1683 12 Eylülü gibi. Nasıl o bozgun üç yüz yıla mal olduysa 1980 12 Eylülü de en az onun kadar bir istikbali kararttı.

Evet 12 Eylül’de işkence ve kötü muamele gördük, haksız yere tutuklanıp haksız yere uzun süreler içerde yattık. Ama bizi de herhalde bir sebepten içeri soktular. Ağlayacak değildik.

Bir gece kafeste tahiyyatta oturur vaziyetimizle –her zamanki gibi- dualar okuyor, Cenab-ı Rabbülâlemini zikrediyorduk. Gece nöbetçi amiri sordu: “bize küfrediyorsun değil mi?

İlk defa insanca bir ses duyuyordum.

Hayır, size niçin küfredeyim. Hem siz kimsiniz, tanımıyorum sizi… Ben, …kendimce dua ediyorum.”

Yok yok küfrediyorsun…” dedi. Haklısın der gibi…

Bu sefer ben açıldım; elime fırsat geçmesin seminerciliğim tutar. 12 Eylül’ün vicdansız savcısı mavi elbiseli adam diye Kafes romanımda geçen Nurettin Soyer’e de sorduğu bir soru üzerine saatlerce Türk dünyasını anlatmıştım. Tasavvuf üzerine bir söylem geçtim. Muhiplerin virdlerini, dervişlerin çilelerini, çilehanenin ne demek olduğunu anlattım. Allah beni buraya koyduğuna göre sen kimsin? Benim burada olmamın bir sebebi var demek ki? O halde bu fırsatı iyi değerlendirmeliyim. Elime çilehane fırsatı geçmiş, Allah’a zikrimde dışarıda bir yanlışlık olmuş; o da bana düzeltme fırsatı vermiş…

Bunu elbette 12 Eylülcülere şükran duymanın bir ifadesine dönüştüremem. Onlar kim? Elbette insanlık suçu işleyenlerin müruru zamanı olamaz. Kim ne zulüm yaptıysa yanına kâr kalamaz. Cezasını çekmeli…

Fakat din adına çıktığımda ya da birileri çıktığında ona Nurettin Topçu’nun din ile kinin asla bir araya gelemeyeceğini hatırlatmalıyım. Müslüman Müslüman kardeşine bu iyiliği yapmalı!

Dün zalim ve kâfir olan bugün hâl değiştirebilir; bir gün evvel Hamza da Ömer de nasıl ki Müslümanlara karşıydı; ertesi gün Müslüman olup artık bambaşka biri oldularsa; herkes için bu mümkündür… Geçmişi intikam hissiyle deşenler bir gün başka bir intikam hissiyle nasıl baş edeceklerini düşünmelidirler. Hele hele devlet denen müessese intikam, din denen müessese de kin ile yürütülemez. Bu global bir tuzaktır. Ama bunu bugün anlamak imkânsızdır.

Evet ben de artık müdahil olacağım, ama şahsıma yapılan işkence ve kötü muamelelerin hesabını zavallı memurlardan sormak için değil.  Evet ben de artık müdahil olacağım, müdahil olan arkadaşlarımı yalnız bırakmayıp solcu eskilerine karşı mahkemede İrfan kardeşimin yaptığı gibi bir hoş seda bırakacak savunma lakırdıları etmek için, “bakın biz oligarşinin tetikçileri değiliz; bizi kullanan devleti, bizi satan devleti en az sizin kadar hesaba çekmek hakkımızdır” demek için de değil; bu global tezgâhın payandası olup Türkiye’ye ihanet ettiği için…

İngiliz Yahudi medeniyetine râm olup bizi korkunç bir tuzağın içine çektiği için…

İdeolojik ayrımlardan sözde komünizm ve sosyalizmlerden ürktüğü için etnik kimlik kışkırtıcılığı yapıp Türkiye sosyolojisi ile oynadığı için…

12 Eylül’den önce benim ülkücü, iyi kalpli, doğru sözlü, fedâkâr, vefâkâr, cefakâr, merhametli, âşık, hürmetli, Müslüman ve hakiki Türk arkadaşlarım vardı; onları bozduğu için…

12 Eylül’den önce yüzbin satan dergilerim vardı. Onları kapattığı her biri için büyük tabiat-ı icad ile bederine temessül edip birer dava heyakili haline getirmek için ne bilgiler ve dualarla inşa ettiğim yazarlarını, genç kalem erbabını birer birer benden uzaklaştırdığı ve her birini başka iklimlere ciğerimden su taşıyan ve kendi toplumuna yabancılaşmış mankurtlar haline getirdiği için…

12 Eylül öncesi dergimizde bulunan ve üstad Necip Fazıl Kısakürek tarafından Profesör Ayhan Songar çok istemesine rağmen ona verilmeyip bizzat bana hediye edilen Büyük Doğu külliyatını yitirdiği için…

Sebilürreşad, Sıratı Müstakim, Kim, Akis külliyatları da cabası…

Sonra Türk Milliyetçiliği Tarihi adlı çalışmam, Ülkücü Şehidler Albümü bir de…

Sonra babamın parasıyla kurduğum matbaamız…

Yani koca bir dergi ve gazete mahfili, matbaasıyla birlikte yok edildi.

Maddiyatı değil maneviyatı peşindeyim.

Neredeler?

Nereye gittiler?

Kim çaldı?

Evet, 12 Eylülden davacıyım.

Gençlik hayallerimi çaldılar…

Böyle diyeceğimi mi sanıyorsunuz?

Gençlik ideallerimi çalabilir mi? Kim ki bu darbeciler? 57 yaşına geldim, 17 yaşında gibiyim. Fikirlerim asla yaşlanmadı…

Hiçbir darbe beni aslımdan uzaklaştıramaz. Amerikan Anglosakson Yahudi tapınak şövalyesi zibidi zaptiye jurnalcileri imansızları korkutabilirler, ama Allah’tan başka göğüs kafesimizde hiç kimse bizi ürpertecek, içindeki Allah’ın hareketini kısıtlayacak vehimlere sürükleyemez.

12 Eylül’de İstiklal Marşı okuduğumuz ilk gün de hemen yanımdaki sırada oturan Sayın Türkeş’e eğilip: “Efendim yüzlerindeki korkuyu gördüm; siz mahkemeyi reddedin, siz beni yargılayamazsınız deyin” dedim. 

Beni teskin etmek için mi, yoksa içinden çıktığı ocağı bildiğini izhar için mi olduğunu anlayamadığım babacan bir tavırla eğilip “oğlum bizi asarlar” dedi.

Üç yıl sonra reddi hâkim talebinde bulunuldu maalesef…

Öldük, öldürdük… Artık ölüm yok en azından…  Hareket yeni başlayacaktı; şimdi bir özeleştiri, bir muhasebe ve yeniden diriliş faslındayız dedik… Çıkar çıkmaz yayınevi kurduk, yine dergi çıkardık, mahfilimizi yeniden inşaya çabaladık. 

Ama global statüko aşısını yapmış, zehrini akıtmış, oryantasyona başlamıştı.

Şafaklar nurla kaplanmıştı ama ardında sisler bulvarında birileri sinsin sinsi bir yerlere bir şeyler taşıyorlardı.

Tıpkı 3 Eylül 1980, 7 eylül 1980 toplantıları gibi…

Bu toplantılar Gölbaşı Vilayetler Konağında yapıldı. Üç ABD’li general ile üç Türk generali kod adlarıyla bir gece adı geçen binada toplantı yaptılar. Üç siyah station Renault üç Türk generalini taşıdı. Üç jeep de üç Amerikalıyı… Muhsin Başkan’la birlikteyken garsonlardan biri bir kâğıt yürütmüş bize getirdi. Üzerinde ne yazıyordu biliyor musunuz?

Müdahale sonrası gençlik planı…

Gençliği depolitizasyona itmek… Bunun için de onları sekse ve spora yönlendirmek…

Hangi gazetecilerin isimleri yazıyordu? Onlar bugün hangi gazetelerde yazmaya devam ediyorlar? Müslüman sermayesi bu 12 Eylülcü gazetecileri nasıl beslemeye devam ediyor? Erkekçe ve Bravo dergilerinde yazanlar kimlerdi? Bunlar 12 Eylül talimatı ile mi çıktı? Hıncal Uluç ve ekibinde bulunan Emre, Ali, Engin ve daha niceleri şimdi neredeler?

12 Eylülcüler itibarsızlaşsın, beni ilgilendirmiyor. Yeter ki din ile kin bulaştırılmasın. Birileri yine birilerinin değirmenine su taşımasın.

Evet bir kez daha haykırıyorum: 12 Eylül’den ilk nasıl hesap sorduysam bugün de soracağım. Arkasındaki gücü deşifre edecek hukuk var mı? CIA, ABD DÜŞÜNCE KULÜPLERİ ve Yahudi tezgâhını ortaya çıkaracak bilinç arıyorum. Hangi Hukuk Fakültesi bu eğitimi veriyor?

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!