Ulusal bileşim bugün de, istikbalde de Hattilerden Selçuklulara, Osmanlılardan Cumhuriyete asırların çatışma ve uzlaşma derinlikleri bulunan medeniyetler beşiği bu cağrafyada kaçınılmaz bir ihtiyaç. Sadece ihtiyaç mı? Entelektüel zenginleşme, sanatsal çeşitlenme açısından bile değerli bir faaliyet alanı.
100. Doğum yılında ve 20. Ölüm yılında kendi zirvesinde serazat uçuşunu hep sevdiğimiz kartalı selamlıyorum. Ruhun şad olsun Attila İlhan!
Babası klasik şiir hayranıdır ve o tarz şiirler de yazmıştır. O yüzden Attila İlhan için de şiir klasik şiir ile derin bir ünsiyet taşımalıdır. Aruz kalıbı dışında bazı gazelleri adeta Divan Şiiri’ni andırır Attila İlhan’ın:
gerçi su şakırtısıdır bir uzak şadırvandan gelir
kahveler zindan gibi simsiyah çaylar nerdeyse kan gelir
ufaldıkça ufalır aynalarda kötümser lambaların alevi
duman duman ihtiyarlar çıkar yatsı namazından gelir
korku o kaypak yılandır ki atlar insanın koynuna
düşman fısıltıları en dost bildiğin ağızlardan gelir
…
ocak sönmüş semaver paslı dağılmış hasköy bahriye kahvesi
ona can vermeye bir gün elbet attila İlhan gelir
Bâkî başta olmak üzere Nef’î, Şeyh Galip, Fuzûlî gibi şairler Attila İlhan’ın şiir iklimine esintiler vermiştir.
Tîğün içirdi düşmene zahm-ı zebânları
Bahs etmez oldu kimse kesildi lisânları
Gördi nihâl-i serv-i ser-efrâz-ı nîzeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahı bânları
Her kanda bassa pây-ı semendün nisâr içün
Hânlar yolunda cümle revân itdi cânları
Deşt-i fenâda mürg-i hevâ tutmayup konar
Tîğin hudâ yolunda sebil etdi kânları
Şemşîr gibi rûy-ı zemîne taraf taraf
Saldın demir kuşaklı cihan pehlivânları
Aldun hezâr bütgeyi mescid eyledin
Nâkûs yirlerinde okutdun ezânları
Ahir çalındı kûs-ı rahîl itdün irtihâl
Evvel konağın oldı cinân bûstânları
Minnet Hudâya iki cihânda kılup saîd
Nâm-ı şerifün eyledi hem gâzi hem şehîd
Bâki’nin bu mersiyesi Attila İlhan’ın da bir şiirine mazmun ve konu bakımından da açıkça etkide bulunmuştur.
o saydam duvardır ki böler
var olanlarla artık olmayanları
bulutlu bir sessizlikte
yaşlarını sonsuza tamamlayanları
evrende çoğul yıldızlarıyla
samanyolları sayılır düşünceler
dönerler dururlar dönerler dururlar
ne başları bellidir ne sonları
nurdan bir ağaç sayılır Mevlana
ney pırıltılarıyla aralıksız
anlaşılmaz bir yerinden aydınlatır
gönül kandili sönmüş olanları
bir dağ sayılır kaynar koca mimar Sinan
camdan kubbelerinde güneş parçalanır
kayıp kervanlarını bekler mi hala
eski sınırlarda unutulmuş hanları
maşlahlı yoksa nedir gizli dervişler midir
göl durgunluğunda eski besteler
aranır çağdan çağa yansıyarak
besteledikleri zamanları
kapatıp masmavi avcunda gökyüzünü
CHP’nin 1946’da açtığı şiir yarışmasında Cebbaroğlu Mehemmed adlı şiiriyle ikincilik ödülü alan Attila İlhan daha genç yaşında kendine ait şairlik şöhretini inşa etmeyi başarmıştır. Köşe başları hep tutulmuş olduğundan ne İkinci Yeni, ne Hececiler, ne şu ne bu akımda bir yeri olmayacağını anlayan İlhan ömrü boyunca senaryo yazarlığı ile siyasi ve ideolojik yazarlığını şiir dünyası ile ilintilendirmiş ve hep kendine özgü bir model ortaya koymaya çalışmıştır.
Onun üstünde şiir kitabı yayınlamıştır. Nazım Hikmet’in ve Necip Fazıl şöhret dünyasına nasıl rakip olacaktır?
Aslında Yahya Kemal’in de eski şiirin rüzgârıyla ortaya koyduğu modern klasiği özümseyen şair, gerek Necip Fazıl’ın gerekse Nazım Hikmet’in kaptığı köşeleri farklı üslubu ile sarsmaya çalışmış, bunda da zaman zaman başarılı olmuştur.
Modern şiir içinde devrimci tabiatıyla yer tutan Attila İlhan klasik şiirin üstadı Bâkî’yi o kadar sevmiş ve modern ile bitiştirmiştir ki; Bakiye Gazel adlı şiiri bu hayranlığını açıkça ilan etmektedir:
Bâkî’ye gazel
bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır
ne yadsımaya dilim varır ne düzeltmeye gücüm yeter
meyyus bir papağan gibi tenhada bırakılmış
harıl harıl
içimdeki bozgunla söyleşirim
bir yaş gelir ki kadınlar
çekilir ortalıktan
esmerler birden çekimser
sarışınlar uzak
kumrallar vefasızdır
artık ne uyku ne durak
bir âfet biçerim imgelem kumaşından
müstesna bir sevgili
onunla söyleşirim
fazlasıyla edâlı
iyice rahşan
bakışları ebrûlî
serviler boşalır boşluklardan
bir mehtap karanlığına
gazelhanlar susmuş
çalgıcılar perişan
bir ben ki sabahlara kadar böyle
münzevi bir kanunla söyleşirim
ne şair kalmış ülkede ne şiir
divanlar unutulmuş
mesneviler parça parça
ey şairler sultanı ey bâkî
inanılmaz kafiyeler düşürüp yıldızlardan
(mef’ûlü mefâîlü)
ruhunla söyleşirim
(Elde Var Hüzün,1992: 74-75)
Sadece Bâkî değil, Fuzûlî değil, Şeyh Galip değil Şeyhülislam Yahya da onun şiir lezzetini oluşturur.
Velhasıl Babasının kültürel mirası onun devrimci tabiatıyla birleşince modern ile klasiğin uyumlu bir raksı tecelli etmektedir.
Aslında ulusal bileşim yaratıcılığında da bu geleneksel terkip noktaları ile modern ihtiyaçlar didişip durmaktadır genç şair ve fikir adamının ufkunda…
Birçok bakımdan Atsız’ın şiirleri ve düşünce yazıları nasıl Türkçü gençliğin 1970’lere doğru gençlik hareketleri içinde bir üçüncü yolu kurguluyorsa Attila İlhan da milliyetçi muhafazakâr terkipler arasına devrimci bir ulusal bileşim koymayı yeni Türkiye’nin bir aydını olarak kendine vazife bilmiştir.
Fakat gerek sol içinde gerekse sağ içinde çok dokunulan, okunan, fark edilen bir entelektüel olsa da birkaç müridi dışında (Banu Avar gibi) takipçileri almamıştır. Fakat bugün o dönemden kalan nesillerden kimimiz bu haksızlığı, bu kadirbilmezliği vicdanlarında yargılamakta ve onun ulusal bileşiminin evrensele oturan arayışlarını yeniden anlamaya çalışmaktadır.
Sultan Galiyev’den Attila İlhan’a
Evrensele yaslanmış ulusal bilinç
6 Mayıs 2025
İki gündür Türk kamuoyunun gündeminde yer alan konuları tartışan medya, İsrail’in Şam’ı bombalamasını es geçti. Varsa yoksa ana muhalefet liderinin bir siyasi kurumun başında tabiriyle yumruklanmasını, Ayyüce’nin babasının mezarında saldırıya uğramasını, ikinci sürecin yerli ve milli mimarlarından bir senaristin ölümüne sarı torba güzellemesi yapanların kınanmasını konuştuk. Bütün bunlar olurken o akşam belki de son elli yılın en heyecanlı maçı oynandı.
İnter’de evladımız vardı, Hakan Çalhanoğlu ve o maç üç fidanın hikâyesinden daha fazla devrimci tabiatımızı ilgilendirmişti.
İnter ile Barselona arasındaki yarı final maçı bir final heyecanından da öte bütün futbolseverleri ekranın başından ayırmadı. 120 dakika oynanan maçın her saniyesi mücadele ile geçti.
İlk maç 3-3 beraberlikle sonuçlanmıştı, o da çok heyecan vericiydi. 90’ıncı dakikaya kadar mücadele azmini bırakmamak diye bir ders anlatılsa bu iki maçı seyrettirmek yerinde olur.
İkinci maç tarihe geçen bir maç oldu. Acerbi sadece İnter’in değil bütün Roma imparatorluğunun perestijini kurtaran bir son dakika golü attı.
Uzatmalarda Frattesi’nin iğne deliğinden geçirdiği golü skoru belirledi.
Birinci yarıda Barça’yı ezen İnter ikinci yarıda ezilmişti ve ümidini kaybetmemişti.
Uzatmalara hazırlanan kazanır.
Siyasette, edebiyatta, sanatta, futbolda…
Attila İlhan’ın romanları da böyleydi.
Bir olayın takibi sırasında kendinizi bir futbol sahasının içinde bulurdunuz.
“Hışımla gaza bastı, Jaguar, yaralı bir hayvan böğürtüsüyle ileri atıldı.
Aynı anda Lefter (Küçükandonyadis) inanılmayacak kadar yavaş ağdalı hareketlerle, Galatasaray savunmasının bütün adamlarını çalımlayarak, yeniden kaleye yaklaşmaya başlamıştı. Turgay’ın uçuşu, deniz dibindeymiş gibi ağır ağır gelişiyor; top, kale çizgisini sanki istemeye istemeye aşıyordu. Doktor Sevim kızgınlığını dağıtmak amacıyla çantasındaki kent paketini buldu, dudaklarına bir cigara iliştirdi, tam yakacağı sırada yeni bir öfke nöbetiyle cigarayı kaptığı gibi sokağa, çakmağını çantasına attı: bir haftadır cigarayı bıraktığını unutmuştu.”[1]
Galip ağabey de Attila İlhan kuşağından sayılırdı.
Onu da mitçi diye anlatıları arasında yad edenlerimiz boldu. Tıpkı Kemal Tahir’in Attila İlhan’ı polis diye suçlaması gibi.
Galip Erdem, 12 Eylülün o obskürantist günlerinde Beşiktaş mazmununa sarılmış milliyetçileri ve bir bakıma Türkiye sevdasını moral bakımdan takviye etmeye çalışıyordu. Vicdan rahatlatması bu olsa gerekti.
“Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV’nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyor, sıçrıyorlar, mütemadiyen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar.
Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş’ı sevmiş bulundum. Aklım fikrim hep Beşiktaş’ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum.
…
Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur?
…
Beşiktaş’ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir?
Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar!” [2]
Böyle bir yazı işte.
Ben de bu yazıya altı yedi tane ekleme yaptım. Beşiktaş nasıl kurtulur 2, 3, 4, 5, 6…
Bugün de birkaç parçaya bölünmüş çarşının namusunu kurtaracak kurtarıcılar bekliyoruz.
Ezeli rakipleri, düşmanları rahatlatarak ligi takip edilebilir kılacak yeni bir çözüm süreci inşa etmenin teknik direktörlüğü sahaya nasıl yansıyacak, bilmiyoruz.
İktidarı, affedersiniz şampiyonluğu hiç talep etmediği ve her iki şampiyon adayını mağlup edebildiği halde bilge lider olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan ve stresini de taraftarına giydiren başka bir takım var mıdır?
Her şeyi sahada çözme ahlakı haylidir bizim kulüplerde dumura uğradı.
Genellikle saha dışındaki formüllere meyil hayli fazlalaştı. Hakemler, medya, mafya, iddia bahis faaliyetleri, futbolun dışında ne ararsan var.
Siyaset de öyle değil mi? Siyasi ahlaktan eser yok ama başarmak için her yol mübah…
Makyavel’i bile çalımladılar…
“Araçlar amacı belirler” diyen Mc Luhan unutuldu.
Fuko sarkacı her yerde…
Beşiktaş Nasıl Kurtulur Demleri…
Beşiktaş Nasıl Kurtulur sorusunun sorulduğu demlerde 80 ihtilali olmuş ve yeni bir obskürantizm bütün aydınların muhayyilesini kuşatmıştı. Korku ve vehim çağı dirilmişti.
Riyakârlık, korkaklık, iki yüzlülük, almış başını gitmişti.
İdeolojik olarak tasnif olan eski kuşağın ahlakından bile eser kalmamıştı.
Zaten böyle bir ihtilale giden süreçte:
“izmler idrakimize giydirilen deli gömlekleri, itibarları menşe’lerinden geliyor; hepsi de Avrupalı!” diyen Cemil Meriç’in sözünü mal bulmuş mağribi gibi en ideolojik kurum önderleri bile kutsamış ve söz başlangıçları yapmıştı.
Oysa Cemil Meriç, başka bir yazısında da ideoloji sonsuz okyanus ortasında pusula gibidir; pusula olmadan geminiz sonsuz deryada savrulur gider dememiş miydi?
İdeolojik düşünce metodik düşünmedir biraz. Zihinsel ve matematiksel çözümleme yapmadan hangi işe başlanabilir ki?
Ancak eski kalıplar ideolojiden pek de haberli olmadan ideolojik mücadele yaptıkları sandılar.
Özgün bir ideolojik düşünme yerine eski kalıpları başka kavgalarının aracı yaptılar.
Belki de bugün onların kalıntıları – gayrimeşru çocukları bugün başka çıkarları adına ümmet, Atatürk, Türkçülük, Cumhuriyet, İslâm vb değer hükümlerini iğdiş edip kullanıyorlar. Kendilerine siper ediyorlar en azından…
Özgün ideolojik düşünmede önceki isim, kavram ve tarihsellikleri içindeki olayları ele alırken tarafgirlik yerine serbest düşünmeyi hep bir kenara bıraktık.
Türk solu Sultan Galiyev’i nasıl ihmal ettiyse Attila İlhan’ı da öylece harcadı.
Sultan Galiyev bizim Türkçüler arasında bir efsanedir. Efsanedir de, ne yazmış ne yapmış pek kimsenin malumu olmadığı gibi ekonomi politiğine nazar edildiğinde hiç de ünsiyetlerinin dairesi içinde olmadığını anlamazlar bile.
Galiyef mi Galiyev mi
Attila İlhan’ın yazılarında Galiyef, bizim yazılarda Galiyev diye geçen Sovyet Müslümanlarının komünizmi bir şemsiye olarak içselleştirebilme yolunda bir öncü görevi gören Sultan Galiyev’in Türklerin ulusal varoluşlarını Lenin yoldaşlığı üzerinden Rusların yeni ulusal dirilişine dayandığı evrensel iddialar üzerinden eklemlemesi Stalinizm ile boşa çıktı. Galiyevcilik başarısız bir deneme olsa da ilk Türkçülerin sosyalist evrensel dayanakları bizim gençliğimizde toplumculuğun milliyetçilik ile terkibi yolunda yeni arayışlarına kaynaklık etmedi değil.
Attila İlhan ile Divan Pastanesi sohbetlerimiz 1982’de çıkardığımız Millet gazetesinde ithaf yazılarımızla devam etti. Ben ‘Tedirginlikten Nereye’ diye onun bir yazısına cevap verirken yazarımız Nuri Gedik dostumuz da Sultan Galiyev ile ilgili 4 gün süren yazı dizisinin bir yerinde Attila İlhan’a yer veriyordu.
Sultan Galiyev’in kuzeydeki ulusal bileşimi, teorisini kuramadan eylem planına geçmenin hele hele Rus komünistlerinin gölgesinde doğuş sancıları çekmenin hazin öyküsü idi.
Ulusal bileşim ne kadar evrensele dayanabilir, evrenselden nasıl hayatiyet bulabilir? Bu soruya aranan entelektüel çaba, Sultan Galiyev’de de, Attila İlhan’da da böyle… Evrensele dayanan ulusal bilinç yoksa Türk aydını moloz taşları arasında ancak renklerden bir tasnif yapabilir.
Nuri Gedik, Sultan Galiyev’in çabalarını ve hazin sonunu aktarıp yazısının sonunda ‘mühim olan’a işaret ediyordu.
“Mühim Olan;
Yukarıda hayli uzun bir özetle hayatından, fikirlerinden bahsettiğimiz bu Kazanlı Türk, Türkiye’de neden fazla tanınmıyor? sorusuna Atilla İlhan’ın verdiği cevap hayli doğru geldi bana. Şöyle diyor İlhan:
“Galiba, sağcılar onu solcu diye bir köşede bırakmışlar, solcular ise sağcı diye.” (Attila İlhan Hangi Atatürk, Bilgi Yayınları, s.275). Aslında hakkındaki kaynaklar sınırlı olduğu ve varolanların pek çoğu da komünist tahrifâtına maruz kaldığı için, Galiyev hakkında sağlam bir değerlendirme yapmak çok zor.
Görünen odur ki Galiyev’in fikri çizgisini kesin Milliyetçi, ya da marksist» gibi tanımlayamayız. Ancak Sultan Gallyev’in gelişen ve değişen dünyanın doğruladığı bir kısım düşünceleri, bugün değerlendirilmeye muhtaçtır. Zaten Galiyev’in adının başına bir milliyetçi ya da komünist sıfatının getirilmesi de bugün için pek önemli değildir. Açık seçik görülen, Galiyev’ in tutarlı bir anti-bolşevik olduğudur.
Galiyev’in teorisi çağımızın anlaşılmasında önemli anahtarlardan birisidir. Sultan Galiyev bugün iyice belirginleşen ‘Mazlum Milletler’ vakıasını görmüş ve temel problemin gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasında olduğunu tesbit etmiştir.
- yüzyılın son çeyreğini yaşadığımız şu günlerde kapitalistiyle, komünistiyle bütün gelişmiş ülkelerin «ortak çıkarları söz konusu olduğu zaman» nasıl birlikte hareket ettiklerinin sayısız misali vardır. Galiyev Sovyet Rusya’nın da bu gününü görmüş, Sovyet ekonomisinin emek-yoğundan sermaye yoğuna gittikçe batı sürüsüne benzer bir sömürünün mazlum milletler üzerinde estireceğini tahmin etmiştir…
Bugün, emperyalizm olayını yeniden değerlendirmek ve tutumlarını buna göre ayarlamak zorunda olan mazlum milletlerin yönelmeleri gereken işbirliğini de Sultan Galiyev çok önceden görerek bir ‘sömürgeler enternasyonali’ tasarlamıştı.
Sultan Galiyev bu birliğin sağlanması için ilk adımı da iyi kavramış ve birliğini sağlamış, istikrarlı bir Turan Cumhuriyeti’ne yönelmişti…
Sultan Galiyev düşüncesinin, bünyesinde barındırdığı yanlışlar, marksist ideolojinin derin tesirleri göz ardı edilmemek kaydıyla, geçmiş bir tecrübe olarak değerlendirilmesi gerekir. Bünyesinde pek çok doğruyu da barındıran Sultan Galiyevizm denemesinin, mazlum milletlerin gelişmiş ülkelere karşı yürüttükleri milliyetçi mücadelede iyi tahlil ve tenkit edilmesinin lüzumuna inanıyorum. Şurası muhakkak ki Sultan Galiyev ve arkadaşlarının mücadelesi, yanlışlarına rağmen haysiyetli ve milli parıltılar taşıyan, evrensel doğruları yakalamış bir mücadeledir.
Dünyadaki bütün anti-emperyalist ve özelikle anti-Sovyet hareketlerin, Sultan Galiyev ve arkadaşlarının hareketinden öğrenecekleri çok şey vardır. Sovyetler’in Sultan Gallyev’e bu kadar şiddetle saldırmalarının sebebiyle zaten bundan başka bir şey değildir.
Yukarıda ifade ettiğimiz Sultan Galiyev ve düşüncelerini bir kenara bırakmak yanlışına düşmeden yapılacak ilmi çalışmalara ihtiyaç vardır… Bu işte Türkologlara ve Sovyetologlara düşer.” [3]
Sultan Galiyev yeterince işlenmedi de Osmanlı yıkılırken ülkesel bileşime çaba harcayan vatan ve hürriyet şairi ve üç tarzı siyasetin üçünün de nirengi noktası Namık Kemal sanki yeterince işlendi.
Üçleme geleneği Tanzimat döneminden beri Osmanlı-Türk aydınlarının yine batıdan esinlendikleri yöntem oluşturma tekniklerindendir.
İsevilik ve mezhep savaşlarının uzun tecrübelerinden elde kalan dinî terkip yanında Roma’nın mirası, aydınlanma, Rönesans ve reform akabinde burjuva devriminin ortaya çıkardığı Avrupa düşünce ufku; bu üç temel Hıristiyanlık, Roma ve Burjuva devrimi üzerinde yelpaze gibi açılır. Ne Antik Roma’dan, ne Hıristiyanlıktan ne de Burjuva Devriminden vazgeçebilir.
Yaşanan birçok çatışmaya rağmen bu izleri silemez ve sonunda onlarla barışır.
Belki o yüzden gençliğimizde devrimcilik, ittihatçılık, ulusçuluk, milliyetçilik, sosyalizm, toplumculuk, yapay karşıtlıklar gibi saflara malzeme yapılırken sentezleme, terkip, çözümleme, bileşim fiiliyatının orijinal fikir üretimi meydana getirmesi hep çekinilen bir kulvar oldu.
Kendi Semasında Bileşimler
Ziya Gökalp’ın ya da Hüseyinzade Ali’nin üçlemeleri ‘Türk’üm Müslüman’ım Uygarım’ sloganı ile milliyetçi gençliğin 68 kuşağının Avrupa Solunun tercüme eserlerden dahi yararlanamadığı komünizm örgütçülüğüne karşıtlık oluştururken Stalinizmin kültürel mirası Kemal Tahir ile Attila İlhan’ı, hatta Aybar’ı fikirlerinden yararlanılan değil “safımızda olsalar iyi olur” despotizmine yol açtı.
Üç tarzı siyasetin ümmet, millet, medeniyet yorumları Türk-İslam sentezi olarak Aydınlar Ocağının bir siyasi çözümlemesi olarak MHP’ye takdim edildiği günlerde Attila İlhan, kendi semasında bir yıldız olarak tek başına bir bileşim yaratma peşindeydi.
Bu bileşimin Avrupa üçlemesi gibi kendi kültür coğrafyasında yepyeni bir üçleme olma iddiasında olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar ilk Batı tarzında fikir üretme çabasının sembolü, üç tarzı siyasetin ve izdüşümlerinin de ana kaynağı olan hürriyet ve vatan şairi Namık Kemal dikey düzlemdeki mensubiyet şuurlarını: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ile yatay düzlemdeki liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizmi bir ülkesel projeye kalbedecek ideolojik bütünlüklü eser vücuda getirmese bile onun heyecanını jön Türklere ve ittihatçı nesillere verdi.
Fakat nasıl ki Namık Kemal İngiltere’de yaşadığı mahallede hemen arka sokakta oturan Karl Marx’la tanışmadı bile. Ya Osmanlı gururu ile tenezzül etmedi proletarya diktatoryası ile kitleleri coşturan vaize ya da kendi meselesiyle o kadar meşguldü ki fırsatı olmadı. Marx, Hegel’in ruhçu diyalektiğini terzyüz edip maddeci diyalektik yaparak dünyayı yerinende oynatacak yeni bir manivela icad etmişti oysa…
Attila İlhan’ın da ulusal bileşim arayışında sosyalizm ile milliyetçiliği-ulusalcılığı terkibe çalışırken yerli bir toplumculuk inşa etmeye çabalarken çağdaşı Nurettin Topçu’nun filozofik temelleri daha sağlam kurulan yerli sosyalizminden habersiz olması talihsizlik sayılabilir.
Mehmet Ali Aybar ve Kemal Tahir’le olan münakaşasında belki Topçu’nun İsyan Ahlâkı yol gösterici olabilirdi.
Doğaldır ki, Attila İlhan’ın modern Cumhuriyet’e ve Atatürk ilkelerini bağlılığı onu daha ulusal-yerli kılıyordu. Çünkü onun ulusal bileşimin nirengi noktasını Atatürkçülük oluşturuyordu. Ancak bu Atatürkçülük ve izdüşümü olan batılılaşma yahut çağdaşlaşma formu, emperyalizme karşıydı, körü körüne batı hayranlığı olamazdı.
“Attila İlhan, her ne kadar şair, romancı, gazeteci, senarist ve düşünür yönleriyle çeşitlilik arzeden bir gelişim göstermişse de, ‘Attila İlhan düşüncesi’ni bütün yönleriyle kavrayıcı ve açıklayıcı bir ulusal bileşim düşüncesini farketmemiz, bize Attila İlhan’i, bu düşünce etrafında kavrama ve değerlendirme olanağı sağlamıştır. Ulusal bileşim düşüncesi, Attila İlhan’ in tüm düşüncelerinin merkezinde yer alan ve tüm sanat yaratışını çeşitli kollardan beslenen bir damar görüntüsü sergilemektedir. Öylesine bir damar ağı ki İlhan’ın edebi ve sanatçı kişiliğiyle beraber büyümüş ve yaşamıştır.” [4]
Tecessüsünün zirve yaptığı genç yaşlarında Fransa’ya gitmesi ve burjuva devriminin yarattığı yeni toplumu tahlile çaba gösterirken hem uluslaşmanın milli demokrasinin hem de kapitalistleşmenin sancılarını yerinde müşahede etmiş ama Fransa ile Türkiye’yi karşılaştırırken kendi tarihsel seyri içinde imparatorluktan ulus devlete geçişin benzer sancılarında emperyalizm faktörünün Türklerin çabasına nasıl köstek olduğunu ve tarihsel kazanımlarını imparatorlukla birlikte terk ettiren fonksiyonunu ihmal etmemiştir.
Geç gelen milliyetçilik ve imparatorluğun kurucu iradesi Türklerin ulus devlet kazanımında emperyalizmin Osmanlı’dan hiçbir şey bırakmamasına da itirazını yükseltmiştir.
Attila İlhan için ümmetçilikten uluslaşmaya, ulusalcılığa geçişte emperyalizme karşıtlık ve özgürlük ihmal edilmeyen-edilmemesi gereken bir asgari müşterektir.
O yüzden Niyazi Berkes gibi o da Akdeniz ve bileşimindeki Ortadoğu ülkelerinde Arap milliyetçiliğini ve tarihsel mirası İslamcılığı emperyalizme karşı olma fikrinde bir arka-plan olarak yerine göre olumlayabilmiştir.
Atatürk’ün Musul meselesinin ardından artık elimizden çıkan benzer yerler için İngiliz emperyasına karşı uluslaşarak ve gerekirse İslamcılıktan yararlanarak nasıl antiemperyalist mücadele için birlik oluşturması gerektiğini vurgulamasından İlhan elbette ki haberdardı.
Batının yöresel kültürlerini evrensel kültür diye pazarlamasından rahatsız olan Attila İlhan’ın ulusal kültürü iççinde bütün tarihimiz boyunca elde edilen kazanımlar da yer almaktadır.
Ulusal bileşim, uluslaşma sürecini, ulusal kültürü ve Atatürk modelini tanımlarken aynı zamanda kavramsal alt yapısını da hem korur ve işler hem de geliştirir.
Türk toplumunun ulusal bileşimi Selçuklu-Osmanlı kültürel mirası, Atatürk milliyetçiliği, çağdaşlaşma iradesi…
Avrupa bileşiminin üçlemesinin, kendi devrine ait Türkiye bileşimi idi bu…
“Balzac romanının derinliklerine girdikçe bir toplumu daha iyi anlamak…” diyen Attila İlhan Fransa’ya seyahatleri ile de bu kültürün evrimine dair yapısal çıkarımlarda bulundu ve bunları kendi tarihine ve toplumuna uygulamaya çabaladı. Ümmet aşamasından millet aşamasına geçen Türkiye için Kültür, ulusal kültür evrensel kültür batı değerlerinin yüceltilmesi karşısında yeni bir ulusal bilinç peşinde olan şair ve romancı poetikasını da roman kurgusunu da bu yeni gerçekçilik üzerine oturttu.
Batı toplumunun geçirdiği evreleri yaşamadan idrak etmeden sonuca bakarak batıcılık ve kozmopolitlik idi. Onun bileşiminin kültürel sacayakları; Tarih bilinci, Halkla bütünleşen dil, Cinsellik ve cinsiyet kültürü üzerinden yeni özgürlük alanları olmalıydı.
Ulusal bileşimin kavramsal öğeleri: Ulus, Uluslaşma, Ulusçuluk, Batılılaşma, Çağdaşlaşma, Bilimsel Düşünce idi ona göre. Nuri Gedik’in Millet gazetesinde yazdığı gibi nasıl ki Galiyev, evrensele yaslanan bir Türkçülük, milliyetçilik bilinci inşa etmeye çabalıyorsa, bir Sömürgeler Enternasyonali projesi ortaya atıyorsa mazlum milletler açısından örnek bir eylem planı ortaya koyan Atatürk mihverinden yeni ulusal bilinç de Attila İlhan’ın ulusal bileşim teorisinden yeniden neşvünema bulamaz mıydı?
Galiyef ile Galiyev arasındaki fark kadar mı idi ulusçuluk ile milliyetçilik arasındaki fark? Biz ve Attila İlhan; ne kadar yakın, ne kadar uzaktık?. O Karanlıkta Biz’de var mıydık?
Biz ve Attila İlhan
Geçen yazımızda Attila İlhan ile Biz arasında bir ünsiyet kurmaya çalışmış ve O Karanlıkta Biz de vardık çıkarsaması yapmıştık.
O Karanlıkta Biz romanı Attila İlhan’ın yaşadığı örgüt fasılalarını anlatan bir dönem filmi gibi. Ha fikir çilesi solda çekilmiş, ha sağda… Para kazanma hırsından başka bur gayesi olmayan, her değeri bunun için iğdiş eden ideolojisiz yani pusulasız kuşak olmaktansa nezir olmak, bir gayeye adanmak sanata ancak böyle yansır.
2024 romanımı bundan tam çeyrek asır evvel yazarken Zemyatin’in Biz adlı romanı ve Orwell’ın 1984 adlı romanından yola çıkarak ama O Karanlıkta Biz’den etkilenerek ve fakat ondaki geçmiş kurgularının ve oradaki ‘Biz’in farklı varyantını yani ‘Biz’i geleceğe taşıyarak yazmıştım. [5]
Biz kavramı önemli…
Kafes filmimin 12 Eylül’den öncesini anlatan bir yerinde matbaada Genç Arkadaş’ı basarken gazeteyi birlikte hazırladığımız arkadaşıma çıkan gazeteleri paketlerken diyor ki Mehmet Sipahi:
“Geçen Seyfettin ile Attila İlhan’a gittik; sohbet etmeye…
Ne konuştunuz?
Yerli bir sosyalizm; milletle ve inancıyla barışık olsa kimsenin buna itiraz etmeyeceğini ifade ettik.
Aybar’ı konuştuk, Kemal Tahir’i konuştuk… Bir de adam çok iyi Osmanlıca okuyor…”
Kafes filminde neden Arvasi’ye değil de Attila İlhan’a yer verdiğimizi sorgulayan ülkücü yazarlar çıktı. Hatta neden yaşayan bir Nakşi şeyhi değil de Niyazi Mısri’ye yer verdiğimizi…
Böylesi tenkitlerin entelektüel olanlar arasında bile sürmesi, kalıpları aşmanın gerçekten çok zor olduğunu bir kez daha vurgulamaktan öte bir anlam taşımıyor benim için…
Çok da derdim değil, burada aslolan; gerçek bir ülkücü entelektüel olan Seyfettin’lerin hayatta olmaması… Bir yanda en okumuşlarının başını çeken hatta eğitimcilerinin başı olan şahsın Adıyaman Kahta sürüklemesi, diğer yanda orijinal bir yerli sosyalizm inşasının hem sola hem Türkiye’ye faydası dokunur inancıyla kavga ettiklerinde bile bir kalite, bir ulusal bileşim arama düşü…
Seyfettin Manisalıgil, o dönemde dergide yazan ocaktaki bizlere yardımcı olan Beytepeli bir entelektüel genç idi.
Beni Attila İlhan’a o götürürdü.
80 öncesi Bilgi Yayınevine, sonra da İstanbul’da Divan Pastanesine.
İstanbul günleri Millet gazetesini çıkardığımız dönem. Darbe sonrası ve Beşiktaş’ın can çekişirken dirilme sahneleri… takım toparlanmaya başlarken…
Attila İlhan bize önce şiiriyle hoştu.
Dergide (Seksen evveli çıkardığımız dergiler) her zaman Hasan Mutlucan dinlemiyorduk elbette, Ruhi Su da dinliyorduk.
Hep Sis, Bülbül, Sakarya okumuyoruz, hep “Aylardan Ağustos günlerde Cuma” okumuyoruz. Hep “sana benim gözümle bakmayanın” demiyoruz.
Ben sana mecburum diyoruz çoğu kez.
“Fatihte yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun”
elde var hüzün
Bir de elde var hüzün derdik birbirimize, elde var hüzün…
Sonra çekti bizi kendine Hangi serisi… Başta elbette Hangi Batı.
Bu Ülke’yi okuduğumuz demlerdi ve Umrandan Uygarlığa da aynı yıl yayınlanmıştı hemen onu da okuduk. 1974; hem üniversiteye hem de ocak yönetimine, dergi çıkarmalara başladığımız yıl…
Hangi Batı’yı ele almıştı hocamız. Attila İlhan demek ki sadece şair değildi.[6]
“Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zekâ. Kızdırdığı zaman bile sevimli. Kitabı gülerek kapıyorum, yarı sarhoş, yarı mutlu, yarı doymuş, yarı aç.
Hangi Batı bir facianın hikâyesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın.’ Bu milli dram, şairin kalemiyle “féerique “leşmiş. Dost bir sesin musikisi, Ariel’in rebabı gibi, sizi şiire ve şirin’e kanatlandırıyor. Evet, İlhan’ın ilk vasfı bir sesi oluşu; sıcak ve aydınlık bir ses. Düşüncelere gelince… Bu haşarı üslup, düşünce yumagi ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kah açılıyor, kah düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor. İlhan, çok defa şair, bazen gazeteci, bazen de bir derginin Paris muhabiri. Muallim Naci’nin tehzibinden geçmemiş bir Cenap.
Türkçe yazan bir Ali Namık. Daha usta, daha tecrübeli bir Ali Kemal, Paris Musahabeleri’nin Ali Kemal’i.”
ne batılılaştık ne de çağdaşlaştık
“Önsöz yerine”, gerçek bir beyanname. Şuura bıçak gibi saplanan, yalın ve gür bir ifade. Uçurumun kenarında uyanan bir vicdan, nesillerin şikâyetlerini haykırıyor, şikâyet ve gafletlerini. Anlaşıyor muyuz? Temelde, evet; teferruatta, hayır.
“Çağdaşlaşma’yla batılılaşma arasındaki fark” ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’dan beri tanıdığımız Batı’nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü?… Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak.”
Cemil Meriç, bir yandan şairi anlamaya çalışırken bir yandan da fiskelemektedir.
“Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken “Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir,” diyor.. “bu düzen imparatorluğu batırmıştır, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir”. Şüphe mi var? Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya!
Sonra, hatalarımızın altını çiziyor İlhan: “Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi”. Bu şahane tesbitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık. Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale edemeyeceği, Danilevski’den beri bir kaziye-i muhkeme. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış.
Biz kimiz? Atif Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı…
Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi? Üçüncü cümle, ‘Batılıperestler’e ithaf olunur, mahza hakikattır.
Batı’nın çıkmaza saplandığını isbat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı? Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu?
Intelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış bir “désenchanté “ler topluluğu. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: “Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur”.
Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek pırıltısı oluveriyor: Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale? İlhan doğru söylüyor: “Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur”.
İkinci bölüm: “Kuşku Kapısı”. Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. “Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü” diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin’in uşağı Kolu’ya benzeterek faciayı bir mizahla beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları. Asırlık bir faciayı üç kelimeye hapsetmiş: “Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak”.
“Hangimiz Batı’dan bizim toprağımıza gelmiş bir yaman Baytekin’in sağ kolu değiliz?.. Filanın Baytekin’i Bertold Brecht’dir, falanınki André Breton’dur, feşmekanınki Sartre, Joyce ya da Garaudy!” Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: “Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikanlılaşmak için nasıl birtakım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatının imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin”. Nur ol aziz şair!
Birden Metternich’in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
“Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II. Mahmut son haddine vardırır. Babıâli’ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları, Doğu’nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler”.[7]
Bu cümleler, soldan milliyetçi tavırlar bekleyen ve bulunca da hararetle sarılan genç Türk milliyetçileri için değil sadece kalemiyle her yeni eseri doğrayan Cemil Meriç için de dikkat çekici bulunmuştu.
Cemil Meriç, bir dergide yazar ve eseri hakkında kalem oynatan eleştirmen gibi yazar ama bu kitap eleştirisi sırasında muhatabı ile öyle bütünleşir ki, sanırsınız deneme yazarı ele alınan eseri yazarı ile birlikte yazmış. O yüzden Attila İlhan üzerine bir yazı yazılacaksa Umrandan Uygarlığa’daki Hangi Batı, doğrudan başvuru kaynağıdır.
Cemil Meriç’ten Attila İlhan ve Erol Güngör Karşılaştırması
Halil Açıkgöz uzun yıllar Cemil Meriç’e hem kitap okudu, hem anlatılarını kâğıda geçirdi. Onun kitabı, Cemil Meriç’in Jurnallerinden hiç de geri kalmayacak biçimde Meriç’in kitaplarında bulamayacağınız özel hayatına ayna tutuyor. Özel hayatının gergefini, iç dünyasının sitemlerini, itiraflarını, kızgınlıklarını, kıskançlıklarını, beklenti ve hülyalarını hatta aşklarını anlayabilmek için Halil Açıkgöz’ün kitabı bir Cemil Meriç okuma rehberi…
“Attila İlhan bir vali çocuğu, artist kardeşidir. Bizdeki Batıcılıktan nefret eder. Bir Peyami değildir, ama romancıdır. Şâirdir de. Avrupalılığın karşısında olmakla birlikte, hiçbir şey getirmiyor. Bir parça Marksizmi yalamıştır. Zekîdir fakat haşarı mizaçtır. Çağdaşlaşmak lâzım, diyor. Ki, bunu Gökalp ve Atatürk’ün “muasırlaşmak” olarak ortaya koydukları prensibe bağlıyor.
Ben Attila’yı tenkit etmedim. Attila, Varlık dergisinde hakkımda yazmış: Balzac’ı ve Fransız edebiyatını biz Cemil Meriç’ten öğrendik, diyor. Ben de sırf beni yazdığı için kitabını aldım ve iyi taraflarından tutturup kaldırmak istedim.
Adam yalnız, güzel taraflarıyla yükseltmek istiyorum, yaklaştırmak için kendimize; yazım birinci raund idi. Cevap vermedi. Şayet cevap verseydi bir diyalog kurulacaktı.
…
Her yerde kullanılır be birader. Kimsenin inhisarında değil kelime.
Bu Ülke’yi basmak için Ötüken’e Dündar Bey [Taşer] söylemiş. Hemen basın, demiş. Bir defa görüştük hayatta. Demir’i daha iyi vermeğe çalışacağım makalede.
23 Şubat 1978
Attila İlhan çizgiye gelmeyen bir adam, deli dolu. Hiçbirimiz söyleyemedik onun söylediklerini. Sağ da, sol da rahatsız oluyor. Sol kendinden kabul etmiyor. Pınar’da ben 1977 Şubat’ından beri yazıyorum. Demek ki, bir sene olmuş. Zâten içlerinde fikrî, edebî bulûğa ermiş kimse yok. Çocuk bunların hepsi. Senin onlar hakkındaki verdiğin hükme iştirak etmek için Pınar’ı başından beri okumak lazım.”
Attila da bir realitedir Türkiye için, Kerim Sadi de, Kemâl Tâhir de. Bunlar solun kabul ettiği insan değil ki, Kerim Sadi de, Kemâl Tâhir de öldü. Kimsenin malı değil bunlar.
Attila’nın “Türkiyeli şâir” sözü milletler arası söyleyiş. Sonra destan yazmıyor. Bahtiyar bir söyleyiş değil ama sürç-i lisândır.
“Ulusal bir bileşim” diyor. Ulusal bileşim, olmaz. Hatâ ediyor, tamam. Herkes kendi imkânı çerçevesi içinde görür.
Sağda da solda da bu çocuk kadar serbest bir çocuk yoktur. Tezada düşmek, herkesi gücendirmek bahasına söylüyor. Deli dolu, çılgın. Kânun tanımaz. Mümkün olduğu kadar dürüst. Kendi düşüncesinden başka kânun yok nazarında. Haddizatında Bayıldıran’ın tenkîdini tenkid ediyor. Attila’yı ceffel kalem yok saymak, Türk düşüncesini zararlı olacak şekilde ameliyat etmek demektir.”
Attila İlhan’ı yok sayamazdık.
Göztepe’deki evinde Cemil Meriç’e yazı almaya ya da sohbete gittiğimizde konuyu bizim Erol Güngör’e ve onların Attila İlhan’ına getirirdik. Sonra Jurnal’e de girdi bu sorgulamalarımız.
Göztepe’deki evinde sohbet ederken konu ister istemez o günkü kalem erbabına gelir.
Bizim Erol Güngör’ümüz, solun Attila İlhan’ı, bir de Salah Birsel…
Necip Fazıl eleştirileri, hece ile şiir mi yazılırmış? Necip Fazıl ümmidir, kitap daha okumaz.
Ama yazdıklarına bakınca sohbetteki rahatlık yerini dikkatli olmaya bırakıyor.
Erol hocamızı takdir etmesi onun Attila İlhan sevgisini de bizim takdir etmemiz sonucunu doğuruyor.
Erol Güngör ve Attila İlhan metinleri sohbetindekinden bu sefer daha rahat, daha içinden geldiği gibi…
Gerçi içinden gelmeyip de ne olacak? Sonuçta Jurnal metinleri…
“erol, berke, attila…
Erol’la Berke.. Aynı neslin iki temsilcisi. Aradaki dört yaş, mizaç farklarını aydınlatır mı? Sanmıyorum. Erol kendi kendini inşa etmiş. İki yabancı dil öğrenmiş. Bize çok daha yakın. Bize, kime? Onu ilk defa Kubbealtı’nda görmüştüm.
Sinsi, içine kapanık, bununla beraber okuyan bir insan gibi görünmüştü. Ortadoğu gazetesi çıkarılırken müteşebbislerin en çok güvendikleri iki imza Meriç’le Güngör’dü. Geldiler, konuşuldu, teklifleri kabul ettik. Erol her gün yazacaktı; ben, haftada bir. Çevresine kıyasla genişçe bir kültürü vardı. Yazar olarak da en aklı başında olanıydı. Parlak bir médiocrité, primus inter pares. Ölçülü, düzenli, çalışkan. Bir nevi sınıf birincisi. Bir Attila İlhan’a kıyasla donuk ve alelade. Bir Kabaklı’ya kıyasla uyanık. Kabaklı, liselerde okutulan Divan edebiyatının değerleri içinde mahpus. Erol, sosyal ilimlere daha çok sürtünmüş. İkisinin de ufku dar. İkisi de yeniye ve başkaya düşman. Attila yasak bölge tanımayan yaramaz bir çocuk. Şüphesiz onun da çevreden gelme zaafları var. O da belli hizbin adamı. Kendini kabul ettirmek için bir kamuflaj mı bu? Işık Lisesi, Hukuk Fakültesi ve Paris. Attila şiirden geliyor. Şiirden ve Paris’ten. Yazar olarak, Erol’dan çok üstün.
Tefekkür olarak, hüküm vermek güç. Erol daha mazbut, ayakları daha çok toprakta. Belki de üniversite hocası olmanın derli topluluğu. Kabiliyetleri de sahaları da başka. Attila bir nevi serdengeçti. Cehennemlerde dolaşmaktan çekinmiyor.
Berke, Attila’dan çok daha ahmak, çok daha pısırık. Daima sahillerde yüzen, ihtiyatlı bir sporcu. Ömür boyu uslu ve en spontané hareketlerinde bile hesaplı. Attila ile daha yakından tanışmak isterdim. Berke’ye daha çok yaklaşmam mümkün değil. Her zaman ve her konuda haklı olmak, daha doğrusu haklı çıkmak sevdasında. Erol’la diyalog kurulabilir. Berke’yle hiçbir diyalog düşünülemez. Attila kendini kabul ettirmişbir kabiliyet. Şair, romancı, essayiste. Büyük bir şair değil şüphesiz. Neden acaba? Belki fazla zeki. Sonra fetret döneminde yetişmiş. Su başlarını tutan devler var: Yahya Kemal, Nazım, Necip Fazıl. Onları taklit edemez. Yeni bir yol açacak takatı da yok. Belki toplum da böyle bir hamle ihtiyacını telkin etmiyor. Roman, hürriyet ülkesi. Tek ciddi rakibi: Kemal Tahir. Kemal, Zola gibi çalışkan. Ve profesyonel. Mayk Hammer tercümelerinden “plot”un romanda ne büyük rol oynadığını çok iyi öğrenmiş. Araba izinden fazla çıkmıyor. Romana tarihi ve sosyali teksif etti. Attila daha cesur, daha yeni, daha psikolojik. Ama Kemal kadar mazbut değil. İşçiliği de noksan.
Kemal, Erol’la Attila arasında, Marx’ı okuyan ve hapishanelerde staj gören bir Erol. İkisi de primus inter pares. Attila delidolu, günahlarını gizlemeyecek kadar dürüst. Onda homoseksualite, adını söylemeye cesaret edemeyen bir aşk değil. Attila essayiste olarak Kemal’den fersah fersah ilerde.
Erol’u edebiyat cumhuriyetinde nereye yerleştireceğiz?
Üslubu adamakıllı yavan, düşünceleri metin. Metin, çünkü kucağında yaşadığı toplumunkilerle çatışmıyor. Ne yeni, ne şaşırtıcı. Ama bağnaz da değil. Çılgınlıkları ile değil, aklı selimi ile rahatsız eden, kanatsız bir tecessüs. Erol Attila’dan çok Cengiz’e yakın. Daha velut, daha vazifeşinas, kendine daha çok saygısı olan bir Cengiz. Son kitabını beğenerek okudum.
Beğenerek, çünkü oldukça geniş bir literatüre dayanıyor. Mantık ölçülerine hürmetkâr. Keyf uykusuna dalan sağ cenahın kafası oldukça işleyen bir yazarı. Dürüst, terbiyeli ve çalışkan. Kaplan gibi kırk yıldır tekrarlanan ponsifleri aynı üslup, daha doğrusu üslupsuzlukla sergilemiyor. Ama onun da tereddüdü yok. Hakikatın ezeli ve lâyetehavvel olduğuna inanmış. Kitap, avam için kaleme alınmış bir nevi doktora tezi. Erol, ne budala, ne cahil, ne üçkağıtçı. Göze, çok daha kıvrak, çok daha köpoğlu. Yazar olarak da bir parmak ileri. Ama Göze’de ağır basan avukatlık. Erol, Batıyı tanıyan, çalışkan bir medreseli. Putperest ve iğrenç bir üniversitede, her şeye rağmen saygı değer ponsifleri gündeme getirmek, cesur ve efendice bir davranış değil mi?
Yazık ki Erol hassasiyetini kaybetmiş müstehaseler içinde yaşayan ve arayan bir şuur. Çevresindekiler için fazla Batılı.
Okunup hemen anlaşılacağını sanmıyorum. İçtihat kapısının kıyamete kadar kilitli kalmasından acı acı şikayet ediyor. Ali Şeriati’ye kıyasla korkak ve pısırık. Şevket Eygi’ye göre, yiğit ve pervasız. Kitapta polemikten eser yok. Aşırılıktan bucak bucak
kaçılmış. Hükümlerin hepsine katılmayabilirsiniz, ama hemen cerhetmeniz de mümkün değil. İslâmiyeti bilen eski bir MHP’li. İslâmiyeti bilen ve çağdaş düşünceden haberi olan.” (Cemil Meriç,
Jurnaller birer itirafname gibi de aynı zamanda.
Kendi iç dünyasını, kinlerini, nefretlerini, beklentilerini de boca etmiş üstad. Kitaplarını imzalayıp gönderdiği önemli şahsiyetlere neler neler yazmış…
Bir de Attila İlhan’a yazdığı hem sitem hem beklenti dolu bir mektup…
“Sevgili İlhan
Mektubuna çok sevindim. En basit muaşeret adabının küremizden göç ettiği bir devirde, sahici bir insana rastlamak, senin tabirinle “yüreklendirici”. Nezaketini kötüye kullanma pahasına da olsa, uzattığın eli avuçlarımda biraz daha tutacak, sohbeti birkaç satır daha uzatacağım.
…
İhtiyarladım mı acaba? Dialoga daima açık, dostluğa ebediyen susuzum. Bir kelimeyle “ıslah kabul etmez bir santimantal” veya “içi dışı bir adam” olarak vasıflandırdığın Attila İhan’ın bir nüshay-ı saniyesi de benim. Toplumcu muyum, elbette. Fakat itiraf ederim ki kelime benim için eski şiiriyetini kaybetti. Daha doğrusu hudutları meçhul, muhtevası kaypak bir mefhum olarak görüyorum toplumculuğu. Belki gençliğimin dünyası ile temasımı kaybettiğim için. Karanlıktayım ve tedirginim.
Yazılarını daima büyük bir muhabbetle okudum. Onlarda egzotik meyvelerin tadı var. Bizim iklimin meyveleri değil desem, haksızlık etmiş olurum, ama yine de lezzetleri başka.”
Attila İlhan’a ikinci mektup.
“Daha baş döndürücü, daha üsareli. Adem’i cennetten kovduran mahiyeti meçhul meyveye daha yakın. Şimdilik aramızdaki tek ihtilaf kelimeler konusunda. Kurum Türkçesine senden başka hiç kimsede tahammül edemiyorum. Bu bahisde, ve
yalnız bu bahisde mutaassıbım. Hemen kaydedeyim ki “Kurtlar Sofrası”nın dili tam gönlüme göre. Üsluptan söz etmiyorum. Üslup daima sensin. Deli-dolu, candan ve ısırıcı. Derbederliği içinde mükemmel.
Kitaplarımı okumanı mutlaka isterim. Samimiyet ve zekâsına saygı duyduğum birkaç insandan birisin. Kendimi senin aynanda görmek, yani senin ölçülerinle değerlendirilmek beni çok memnun eder.
Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince: bu yolu ben seçmedim. Solun kadirnaşinas davranışı beni ister istemez “gerici”lerin kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikri iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca görürsün. Yalnızım ve yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmıyor dostlar arasında. Aldanıp aldanmadığımı nasıl anlayabilirim?
Sana bir Hint ile bir Saint-Simon yolluyorum. Yani soyunuyorum önünde. Ben bu merhalelerden geçtim. Münzevî bir fikir adamının trajedisi bu. Nasıl bitecek bilinmez.
“Hangi Batı”da en imrendiğim parçalardan biri Tanrıkut’la konuşmaların. Tanışsak, o günleri yeniden yaşayamaz mıyız?
İnsan öylesine azalıyor ki dünyada… Sevgilerle.
Cemil Meriç
Göztepe, Tütüncü Mehmed Efendi Cad. 2/4 Istanbul
Cemil Meriç mektubunun sonunda adres de veriyor; kim bilir bir gün çıkar gelir umuduyla… Attila İlhan Göztepe’deki eve gitseydi bundan kesinlikle haberimiz olurdu.
Ankara’dan kaçtığım yıllardı. 12 Eylül Mamak zindanlarından sonra İstanbul Millet gazetesini çıkardığımız o üç aylık dönemde Seyfettin dostumuzla Divan Pastanesi sohbetleri, Erol Hocalı ve Attila İlhan kaçamaklı entelektüel yoğunluğumuzu askerlik kesti. Askerden sonra Nihat Genç ile kitapçılık yıllarımız… İstanbul’da çıkan Dağarcık’ın Ankara temsilciliği…
Sonra Uşak’ta bir iş bulma.
Kartallar Yüksek Uçar’ı Banazlı İsmail’i yoğun yağmurdan kaçarak sığındığım Banaz Kahvehanesinde seyrediyorum.
Yahu ben bu adamı tanıyorum. Şairliğini, serseriliğini, batıcılığını, batıya karşı oluşunu, bizden oluşunu, bizden olmayışını, senaristliğini, romancılığını, nesrini, gazeteciliğini…
Her birimiz kâh Erol Güngör, kâh Attila İlhan, kâh Cemil Meriç…
Belki bugünün sosyal medyada tanzim olunan gençlik kesitleri Namık Kemal’i de, Enver Paşa’yı da, İttihatçılığı da, Atatürkçülüğü de hızla tüketen bir kulüpler federasyonu olarak Üç Tarzı Siyaseti tüketen dedeleri gibi “Türk İslam sentezi olmadı ulusal bileşim verelim…” biçiminde bütün bu üçleme arayışlarını tenkit edebilirler.
Ama unutmamak lâzımdır ki, Avrupa da bir bileşime kavuşabilmek için ne savaşlar yaşadı, ne badireler atlattı?. Şimdi Attila İlhan’ın Fransa’sı o kadar Cumhuriyetlerden sonra üstelik de hiçbir kralı bizim kapıkulu sipahisinin eline su dökemeyecek tıynette olmasına rağmen eski kralları ile artık barışık olmadı mı?
Her ne kadar Cemil Meriç, Attila İlhan’ın en önemli tezi olan ulusal bileşim kavramını daha isim halindeyken reddetse bile bir ulusal bileşime muhtaç olduğumuz başkaca denemelerden de anlaşılıyor ki her dönemin bariz sancısıdır.
Hoş Cemil Meriç, Orhan Türkdoğan’ın Türk Tarihinin Sosyolojisi adlı kitabını basıp ilk çıkan kitabı o Göztepe’deki evine götürdüğümüzde o zaman da kapaktaki başlığı okuyunca kestirip atmıştı:
“Tarihin sosyolojisi mi olurmuş?..”
Attila İlhan’ın ulusal bileşimi artık bizzat Cemil Meriç’in kızı tarafından doktora tezlerine konu olarak seçiliyor.
Ulusal bileşim bugün de, istikbalde de Hattilerden Selçuklulara, Osmanlılardan Cumhuriyete asırların çatışma ve uzlaşma derinlikleri bulunan medeniyetler beşiği bu cağrafyada kaçınılmaz bir ihtiyaç. Sadece ihtiyaç mı? Entelektüel zenginleşme, sanatsal çeşitlenme açısından bile değerli bir faaliyet alanı.
100. Doğum yılında ve 20. Ölüm yılında kendi zirvesinde serazat uçuşunu hep sevdiğimiz kartalı selamlıyorum. Ruhun şad olsun Attila İlhan!
[1] Attila İlhan, Sokaktaki Adam, Karacan Yayınları, İstanbul 1982, Yevgeni Zemyatin, Biz, Ayrıntı Yayınları, çev. F!üsun Tülek, İstanbul 1988, George Orwell, 1984, çev. Nuran Akgören, Can Yayınları, İstanbul 1984
Bu üç kitabın benim 2024 Armada Üçlüsü romanımın yazılmasında etkisi oldu. Bir de Atsız’ın Bozkurtların Ölümü elbette. 2024 Bozkurtların Ölümü gibi karamsar durum değerlendirmesi, 2040 ise devletimizin kuruluşunun bininci yılı için tasarladığım Bozkurtlar Diriliyor bahsidir. Dirilmeye dair veri olursa yazılacaktır.
[2] Galip Erdem, Beşiktaş Nasıl Kurtulur, Yeni Sözcü Dergisi, Kış 1981
[3] Nuri Gedik, Millet Gazetesi, 1-4 Temmuz 1982
[4] Muzaffer Taşdemir, Sosyal Düşünce Tarihimizde Attila İlhan ve Ulusal Bileşim Düşüncesi, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof Dr Ümit Meriç Yazan, İÜ, İstanbul 1995
[5] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayınevi, 1974
[6] Attila İlhan, Hangi Batı, ikinci basım, Bilgi yayınevi, İstanbul 1976
[7] Halil Açıkgöz, Cemil Meriç İle Sohbetler, Seyran Yayınları, İstanbul 1993
Teşekkür ederim efendim. Bir sıhhat, nefes oldu.
Çok teşekkürler. Geniş bilgilendirmeniz için minnetttarız