Çocukluğu asker olma ve büyük Türk Milletine hizmet etme hayali ve çabasıyla geçti.
Kader işte…
Çok başarılı bir öğrenci olmasına rağmen asker olamamıştı.
Fakat o pes edecek birisi değildi, kafaya takmıştı ve o şerefli subay üniformasını giyecekti.
İlk lisans eğitimini: Atatürk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Almanca Bölümü’nde tamamladı.
Ve sonunda, zımba gibi bir Yedek Subay oldu.
Askerliği boyunca da o şerefli üniformayı, başarıyla, gururla ve onurla taşıdı.
Ruhu hala asker…
Mustafa Kemal’in askeri.
Askerliği bitmişti ve her genç insan gibi, onun da geleceğe yönelik birçok güzel planı vardı. Fakat gelin görün ki, devletin öngörüsüzlüğü yüzünden, Almanca ve Biyoloji gibi dallarda iyi yetişmiş birçok genç öğretmen gibi onun da ataması yapılmadı!
Sebep? Almanca öğretmenine ihtiyaç yoktu!
İyi tamam, ihtiyaç yoktu. Fakat ihtiyaç olmayan bölümlere neden öğretmen yetiştirilmişti? Vatan evlatlarının hayatı bu kadar mı ucuzdu?
Ülkesindeki ilk şok’u ve ilk hayal kırıklığını böyle yaşamıştı. Fakat bu şok onun için son şok olmayacaktı!
Dedik ya, O Mustafa Kemal’in askeri. Sorunlarımız ve sorunlu olaylar karşısında çok farklı bakış açıları olan, yılmak nedir bilmeyen, vatan ve millet sevdalısı, sıra dışı bir deli yürek…
Bir müddet turizm sektöründe tur operatörlüğü yapsa da aklı fikri okumada eğitimde ve öğretmenlikteydi… “Anadolu’da olmazsa Avrupa’da olur” dedi ve kendisini geliştirmek üzere soluğu Almanya’da aldı.
Tabi ki amaç; vatanına ve milletine daha iyi hizmet edecek bilgi birikimi ve gerekli donanıma kavuşmak, maksat hâsıl olduğunda ise Anavatan’ın yolunu tutmaktı.
İkinci bir lisans eğitimini, yüksek lisansını ve doktorasını Almanya’da Augsburg Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yaptı.
Bu süre zarfında, Üniversitenin başarılı öğrencilere verdiği mütevazı başarı primi dışında, yurtiçi ve yurtdışı hiçbir kurum veya kuruluştan tek bir kuruş dahi maddi destek almadı.
Mesela; onun gibi yurtdışında eğitim gören öğrenciler, tatillerini İspanya ve (Eski) Yugoslavya gibi ülkelerde gezerek ve eğlenerek geçirirlerken, O yaz/kış bütün tatillerde, gece vardiyalarında bile çalıştı.
Yani, tabiri caizse ekmeğini taştan çıkardı.
Çünkü kuyruğu dik tutmak ve kimsenin adamı olmamak, onun için çok önemliydi.
Bu tempo, lisans ve yüksek lisans eğitimi boyunca hiç düşmeden devam etti. Daha sonra entegrasyon kursları düzenleyen bir firmanın iş teklifini kabul etti ve günde tam beş saat Almanca öğretmeye başladı.
Almanya’daki üniversite eğitimi devam ederken, ilginç bir gelişme oldu.
Dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan bir propaganda başlatarak, Avrupa’da bulunan Türk vatandaşlarının bulundukları ülkenin vatandaşlığına geçmelerini teşvik ediyordu.
Erdoğan, o dönem çıktığı bir Avrupa gezisinde yaptığı konuşmada, aynen şöyle demişti “Ey vatandaşlarım yaşadığınız ülkenin vatandaşlığına geçin; hiç endişe etmeyin Türkiye’deki seçme/seçilme dışındaki bütün haklarınızı aynen muhafaza edeceksiniz”
O da ne yapsın, inandı ve iyi olacak zannetti. Önce Türk Devleti’nden izin aldı, sonra da Alman vatandaşlığına geçti.
Türkiye’deki bütün haklarını muhafaza ettiğine dair de kendisine, Devlet tarafından bir “MAVİ KART” verildi.
İçi rahattı, çünkü hem bir Alman vatandaşıydı, hem de cebinde taşıdığı ay yıldızlı mavi kartı sayesinde, Türkiye’ye döndüğünde bütün haklarını eskisi gibi kullanabilecekti.
Yani Türkiye’de “Almancı”, Almanya’da ise “Yabancı” olmayacaktı. Bu az bir şey miydi?
Günler günleri, aylar ayları, yıllar da yılları kovaladı…
Artık O, bir Uluslararası İlişkiler Doktoruydu. Uzmanlık alanı ise Orta Asya ve Güney Kafkasya…
Almanya’da geçen tam 18 yılın ardından, artık memlekete geri dönüş günü gelip çatmıştı.
Doktorasını yaptığı Augsburg Ünivesitesi’nden Hocası Prof.Dr. Theo Stammen “Gel etme, gitme” dedi. “Burada sana istediğin bütün imkânları sağlarız, istediğin gibi özgürce çalışırsın” dedi, ama o dinlemedi.
Birçok Türk vatandaşı önce Avrupa’ya bir kapak atmayı, sonra da demir atarak gününü gün etmeyi düşünürken, O her türlü oturma ve çalışma izni olmasına rağmen ve dahi parlak bir akademik gelecek önünde dururken, ülkesine dönüp hizmet etmeyi seçti.
Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümüne yaptığı müracaat da kabul edilince, ver elini Türkiye…
Büyük bir arzu, şevk ve ümitle geldi Akdeniz Üniversitesine…
Sözleşmesini imzalayıp, hemen hizmete başlamak istiyordu.
Fakat o da neydi?
Şok 2!
Sözleşme metnini görünce öyle büyük bir şok yaşadı ki, adeta soğuk bir duş almış gibiydi!
Üniversite Devlet’in verdiği MAVI KARTI tanımıyor, kendisini bir yabancı gibi görüyor ve üstelik bir de SÖZLESMELİ İŞÇİ statüsüne koyuyordu!
Üzüldü tabi, ama eyvallah diyerek bir yabancı gibi kendi sözleşmesini imzaladı ve göreve başladı.
Artık hizmet etme zamanıydı.
Hiç vakit geçirmeden, uzmanlık alanı olan Orta Asya ve Güney Kafkasya’ya yöneldi ve Türkiye’de ilk defa yapılan bir akademik çalışma başlattı.
Bu çalışmada Türkiye’nin, Orta Asya ve Güney Kafkasya ülkeleri ile olan birebir siyasi ilişkileri ele alınacak ve bu ilişkileri olumlu/olumsuz etkileyen/etkileyecek parametreler de değerlendirecekti. Öyle ki, bu çalışma: Öncekilerin bir devamı olmayacak, tam aksine sonrakilere rehber olacak ve yöneticilerin ufkunu açıp yolunu aydınlatacak bir çalışmaydı.
Geleceğini parlak gördüğü ve sonuna kadar inanıp güvendiği öğrencileri arasından gönüllüler seçerek, akademik çalışmalar yapmak üzere Güney Kafkasya’daki Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’a; Orta Asya (Türkistan)’daki Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan’a; ve ayrıca bölgenin etkili ülkeleri olmaları nedeniyle, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne birçok öğrenci gönderdi.
Aynı Atatürk’ün dediği gibi onları birer kıvılcım olarak göndermiş ve gür alevler olarak geri dönmelerini istemişti.
Giden vatan evlatları, alınlarının akı ile o kadar güzel çalışmalar yapmışlardı ki, inanamazsınız.
Yazılan her akademik makaleye, o ülkenin bir hakem hocası tarafından “kalitelidir; bir kitap eki olabilir” diye birer hakem raporu bile aldılar.
Özbekistan ve Azerbaycan’a ise bizzat kendisi gitti.
Devletten beş kuruş almadı, uçak masrafları dâhil her şeyi cebinden ödedi.
Bu projelerin başarıya ulaşabilmesi adına, planlananın dışında verilmesi gereken ek dersleri de özverili bir şekilde verdi ve yine bu dersler için tek kuruş almadı.
Yapılan bu özverili çalışmaların Türk Devleti’nin dış politikasına ışık tutacağı aşikârdı.
Tam 11 yıl boyunca, resmiyette bir “yabancı” olarak, hiç de yabancı olmadığı yurduna çok değerli hizmetler verdi. Tabi bu başarıların kazanılması adına; Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Esra Çayhan başta olmak üzere, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şafak Aksoy ve Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsrafil Kurtcebe gibi diğer vatan evlatları da çok değerli yardım ve destekler verdiler.
Eğer Avrupa, Orta Asya ve Kafkaslar gerçeğini anlamak istiyorsanız, akademik ve kolektif birer çalışma ürünü olan “Türkiye – AB İlişkileri Nereye Gidiyor”, “Gittik Gördük Yazdık Orta Asya ve Kafkasya”, “Orta Asya – Güney Kafkasya Siyasi Gelişmeler / 1991-2010”, “Centralasia-Southcaucasus Political Development (1991-2010)” isimli kitapları mutlaka okumalısınız.
Unutmadan, Hocamızın bir de “Dokun Bana Baba” isimli kitabı var ki, “Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı” olmanın ne demek olduğunu yalın bir şekilde ortaya koyan, duygu yüklü bir eser.
Dedik ya, yaptığı bu çalışmaların Türk Devleti’nin dış politikasına ışık tutacağı ve dahi kısır döngüye girmiş problemlerin çözümünde bir anahtar rolü üstleneceği aşikârdı.
Konu, Ermeni Soykırımı iddiaları meselesiydi.
O güne kadar evet, birçok şey yapılmıştı, fakat bütün yapılanların özeti “vallahi de billahi de biz soykırım yapmadık, isterseniz buyurun gelin tarihi belgelerimizi siz de inceleyin, büyükelçimi geri çekerim (birkaç ay sonra geri gönderirim :)”den ibaret kalmıştı.
Bu durumda inisiyatif, baskı unsuru ve psikolojik üstünlük daima suçlayanda kalıyor, suçlanan ise tarihi gerçeklerin siyasi mülahazalarla kabul görmemesi karşısında, daima ezilip büzülüyordu!
Biz ne dersek diyelim, dış arenada adeta “it ürüyor, kervan yürüyor” ve tarihinin hiçbir döneminde masum kanı dökmemiş, hele ki soykırımı aklından bile geçirmemiş olan zavallı Türk Milleti sürekli olarak köşeye sıkıştırılıyordu ki, hala da böyledir.
İşte böyle nazik zamanda O ortaya çıktı ve sıra dışı bir öneri getirdi.
Basit, fakat çok etkili bir öneri…
Özü: Anayasamıza yeni bir madde eklenmesiydi.
Neydi?
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen 1915 senesindeki olayları soykırım olarak değerlendirmemektedir. Bu nedenle Ermeni iddiaları ve bu konuda yabancı ülkelerin almış oldukları ve alacakları hiçbir karar tanınmaz”
Şöyle bir düşündüğünüzde, gerçekten etkili bir yöntem. Çünkü uluslararası hukuka göre, ülkelerin parlamentolarının başka bir ülkeyi yargılama hakları yoktur. Yabancı ülkeler tarafından, ülkemiz aleyhinde alınacak bütün kararları solda sıfır durumuna düşürerek, çöp eden bir madde…
Eğer bu yapılabilseydi, art niyetli dış güçlerin ellerindeki büyük bir baskı unsuru yok edilmiş ve kirli planları boşa çıkarılmış olacaktı. Eğer yapılabilirse hala daha bu mümkündür.
Konu çok önemli, çok boyutlu ve detaylı bir konu, en iyisi siz müsait oldukça aşağıdaki linkleri izleyin. Çünkü Necati Hoca konuyu çok güzel anlatıyor.
https://www.facebook.com/watch/?v=1027318080669726
https://www.youtube.com/watch?v=RGAhjfo0mIM
http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/Iyikan-dan-tarihi-oneri/60458
https://siyasalhayvan.com/yrd-doc-dr-necati-iyikan-ile-ermeni-sorunu-uzerine-roportaj/
Tezini elinin ulaşabildiği, gücünün yettiği ve sesinin duyulabildiği her yerde duyurmaya çalıştı. Sivil Toplum Kuruluşları, akademisyenler, devlet görevlileri, bakanlar, konferanslar, seminerler, söyleşiler, TRT Ana Haber Bülteni dâhil her mecrada.
Ve tabi bu kararlı duruş her nedense içimizden (görünen) birilerini rahatsız etti.
Şimdiye kadar birçok konu ve olayda olduğu gibi, bu ülkeye, vatana ve millete yapılan hizmet bu sefer de cezasız bırakılmadı!
Sen misin böyle akıllıca ve sıra dışı çıkışlar yapan, sen misin Ermeni oyunlarını bozan?
Ve Şok 3!
Önce Bölüm Başkanı değişti…
Sonra da Hocamızın Üniversite’deki işine son verildi!
Ne yazık ki, tam 11 yıllık emek heba edildi!
Kendisine bu olumsuz gelişmenin sebebini sorduğumda verdiği cevap aynen şuydu: “Değerli Hocam, ne yazık ki, soykırım çözüm önerisi benim de akademik hayatıma mal oldu; sadece bu yüzden SOYKIRIM UZMANI OLDUGUNU IDDIA EDEN BIR BÖLÜM BASKANI TARAFINDAN 11 senelik sözleşmem uzatılmadı.
“Bizim Necati İyikan’ın hizmetine ihtiyacımız yok” denildi.
Oysa hakkımda acilmiş en ufak bir disiplin soruşturması/ceza vs. asla yoktu. Tam tersine, o dönem yaptığım başarılı akademik çalışmalar nedeni ile, Rektörlük tarafından verilen bir teşekkür belgem bile vardı.”
Sonuç: Birdenbire işsiz bırakılmıştı!
Kendisine herhangi bir tazminat bile ödenmedi!
Neden?
Çünkü başka bir ülkenin pasaportunu taşıyordu! Kendisine verilen o Mavi Kart da hiçbir işe yaramamıştı.
Oysa Sayın Cumhurbaşkanı kendilerine, “hiçbir hak kaybınız olmayacak” diye söz vermemiş miydi?
Vermişti tabi ama gelinen noktada yine Hocamızın deyimiyle kendisi “Demek ki, en üst perdeden ALDATILMIŞTI!”
Fakat O, yılmak nedir bilmeyen bir Mustafa Kemal Askeri…
Bu yüzden de yılmadı ve Üniversiteyi mahkemeye verdi.
Önce birkaç mahkemeyi kaybetti, fakat yılmadan mücadelesine devam etti ve nihayetinde son mahkemeyi kazandı.
Avukatıyla birlikte Türk yargı tarihine geçmişlerdi
Çünkü ona, (yani yabancılaştırılmış bir ülke vatandaşına) böyle bir davada bir tazminat ödenmesine hükmedilmesi Türkiye de bir ilkti.
Tazminat ödendi.
Fakat bu sefer de Üniversite bir üst mahkemeye itiraz etti.
Şok 4!
İtiraz kabul edildi.
Çünkü devlet kendi verdiği değerli bir hukuk belgesi olan mavi kartı tanımıyordu.
Yılmak yok.
Davayı Anayasa Mahkemesine taşıdı ve şimdi de Anayasa Mahkemesinin vereceği kararı bekliyor.
Hani derler ya: “Duvarı nem, insanı gam yıkar!”
Üst üste geçirdiği şokların ve katlanmak zorunda kaldığı sıkıntıların da etkisiyle, çok ciddi travmalar ve hayati derecede sağlık sorunları yaşadı.
Kolay mı?
Aldatılmışsın!
Üzülmüşsün!
Sürülmüşsün!
Hor görülmüşsün!
“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Biliyorum merak ettiniz.
“Hayatta her zaman kendinizden bir şeyler ortaya koyun, başkalarının emeğiyle diktiğiniz binanın yanına kendi emeğinizle bir kümes dahi yapsanız, o sizin kümesinizdir” diyen düşünce insanı kim?
Kim bu yılmaz savaşçı?
Hükümeti tarafından en üst perdeden kandırılan!
Beyni yurtdışına göçsün ve orada kalsın diye zorlanan!
Ve sırf vatanına ve milletine hizmet etmeye çalıştığı için, kendisine alçakça bir kumpas kurulan bu cesur yürek kim?
İşte o cesur yürek: Doçent Doktor Necati İyikan’dır.
Gelelim şu Mavi Kart meselesine, sözde bütün hakları bu kartla korunacaktı. Peki ya gerçek neydi?
Necati Hoca bu konudaki tek olumsuz örnek miydi?
Hayır, ne yazık ki hayır.
Aslında birçok olumsuz örnek mevcut, belki de bu konu ayrı bir kitap konusu olarak ele alınmalıdır.
En iyisi biz kısa bir örnek daha verelim ve yazımızı noktalayalım.
Mavi Kart’a sahip yaşlı Türk Almanya’da vefat etmiş; “beni Türkiye’ye gömün” diye de vasiyet etmiş. Bu nedenle yakınları cenazeyi alıp Türkiye’ye getirmişler; görevli; vefat eden yurtdışından geldiği için evraklarına bakmak istenmiş; pasaportunu göstermiş yakınları; Alman pasaportu olduğu için mezarlığa kabul edilmemiş. Bunun üzerine yakınları o vakitte telefon, faks ve tanıdıklarını devreye sokarak konsolosluklar, büyükelçiler nezdinde girişimlerde bulunmuşlar. Sonuç olarak propagandaların etkisiyle yabancılaştırılmış yaşlı Türk, gece yarısı ancak defnedilebilmiş.
Gazetelerde ertesi günkü manşet aynen şuymuş: “El fenerleri ışığında defnedilen gurbetçi!”
Siz hala soruyor musunuz?
Ülkemizden dışarıya neden beyin göçü oluyor?
Yetişmiş insanlarımızın bu memlekete neden faydası olmuyor?
Hala anlamadınız mı?
Eloğlu Ay’a giderken, biz neden hala yayayız?
Daha ne diyelim?
En güzelini Şair Ali Kınık söylemiş, bakın ne demiş:
“Kendi öz yurdumda, ben miyim garip?
Beni bir köşeye atan utansın.
Eğilmiyor diye, kurdu hor görüp,
İti el üstünde tutan utansın!
Ne canım mühimdi, ne de rahatım,
Ne kanım kıymetli, ne de hayatım,
Ne bedelim vardı, ne de fiyatım,
Beni üç kuruşa satan utansın!”