Bugün Bayram…
Cumhuriyet Bayramı.
Yani?
Büyük badirelerden sonra kurduğumuz, son Türk Devleti’nin yönetim şeklinin, Cumhuriyet olarak ilan edilişinin 97’nci yıldönümü.
Eğer AKP tarafından, (daha önceden de defalarca olduğu gibi) herhangi bir engellemeye gidilmezse; bütün illerimizde, il merkezlerimizden kasabalarımıza ve hatta köylerimize kadar her yerde kutlamalar yapılacak, şenlikler düzenlenecek, geçit törenleri icra edilecek ve fener alayları düzenlenecek.
Düzenlenecek, çünkü Cumhuriyetimizin ilanını her yıl kutlamaya değer buluyoruz.
Düzenlenecek, çünkü Cumhuriyetimizin değerlerini ve kazanımlarını hayati derecede değerli buluyoruz.
İyi de Cumhuriyet nedir?
Onu ve manasını tam olarak idrak edebiliyor muyuz?
Cumhuriyet: “Milletin egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı bir yönetim biçimidir“.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük aynen böyle diyor.
Demek ki, Cumhuriyet neymiş?
Milletin kendi egemenliğini herhangi bir kişiye, aileye, zümreye, krala veya bir tirana teslim etmeden, kendi elinde tuttuğu bir yönetim biçimiymiş.
Ve yine Cumhuriyet; halkın egemenliğini, yine kendisinin seçerek Meclis’e gönderdiği milletvekilleri vasıtasıyla kullandığı bir yönetim şekliymiş.
Yani esas ve üstün olan neymiş?
Meclis’miş.
Evet, bugün için sözde Cumhuriyet’le yönetiliyoruz…
Peki, ya özde?
Şimdi bir Meclis’imiz var mı?
Var.
Meclis kimlerden oluşuyor?
Halkın seçtiği milletvekillerinden…
İyi de Milletin egemenlik hakkının tezahürü meclis ve meclisteki milletvekilleri tarafından mı sağlanıyor?
Hayır!
O zaman meclisteki milletvekillerinin, milletin idaresinde birinci derece etkili oldukları söylenebilir mi?
Hayır!
Evet, yönetimde meclisin küçük de olsa bir payı var. Fakat, ülke yönetiminde Meclis’ten ziyade kim etkili?
Partili Cumhurbaşkanı…
Yani bir kişi!
Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin: Koca bir meclisin yapamadığı şeyleri yapmaya ve alamadığı kararları almaya tek adamın yalnızca bir çift sözü ve iki satırlık bir KHK’sı yeterli değil mi?
Ustaca yapılan algı yönetimlerine, gafilce teslim olan önemli bir halk kesimi, bütün hak ve yetkilerini yalnızca bir kişiye teslim etmedi mi?
Demokratik hukuk devletlerinin olmazsa olmazı, Kuvvetler Ayrılığı Prensibi’dir. Bu prensip ülkemizde çoktan berhava edilmedi mi?
Meclis pasivize edilerek etkisizleştirilmedi mi?
Adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi veya Türk Tipi Başkanlık ta denilen bu garabet sisteme geçilmesiyle birlikte Partili=Ayırmacı=Kayırmacı=Yandaşçı ve kandaşçı bir düşünce, yönetime tamamen egemen olmadı mı?
Yine bu garabet sisteme geçişle birlikte; demokratik, laik, hukuk devletinden Parti Devleti’ne evrilen, tehlikeli bir sürece girilmedi mi?
Polis teşkilatı büyük oranda politize edilerek parti polisi haline getirilmedi mi? Yine Türk Ordusu’nun bütün temel dinamikleri ile oynanarak parti ordusu haline getirme gayretleri devam etmiyor mu?
İşte mahkemelerimizi görüyorsunuz, birinin kararı diğerini hiç bağlamazken, başka birinin kararı da bir diğerini ırgalamıyor! Hatta, adalet sisteminin ayakta kalmasının teminatı olması gereken Partili Cumhurbaşkanı bile, birden fazla yargı kararını tanımadığını ve saygı da duymadığını bizzat kendisi deklare edebiliyor!
Hukuk devleti ilkelerine bağlı demokratik siyasal rejimlerde yürütmenin yargıya karşı üstünlük kazanması ve yargı bağımsızlığının yok edilmesi o ülkeye karşı işlenebilecek en büyük cinayetlerden birisidir. Çünkü bilinir ki, adaletin bittiği yerde zulüm, devletin bittiği yerde de kaos başlar!
Deyin hele, şu anda bağımsız ve tarafsız bir yargıdan bahsedilebilir mi?
Devlette kokuşan her şeyin tuzu yargıdır. İşte onun için de “adaletin kestiği parmak acımaz” denir. Tabiri caizse artık tuz bile kokmadı mı?
Şunu bilmek ve anlamak gerekir ki, Türkiye’de yaşanan değişimin, hükümet sistemi tercihinden çok daha öte derin sebepleri vardır: Hukuk devletinin zaafa uğratılması, yargının taraflı ve bağımlı hale getirilmesi; Bedelli Askerlik Kanunu’yla birlikte asker millet – ordu devlet anlayışından uzaklaştırılarak, Türk ordusunun lejyoner birliklerine benzetilmesi, askeri sağlık sisteminin kökünden kazınmış olması; başta şeker fabrikaları olmak üzere, Cumhuriyet’in iktisadi endüstriyel ve ekonomik kazanımları olan üretim tesislerinin satılmış veya kapatılmış olması; Anayasamızın fikir hürriyeti ve ifade özgürlüğü maddelerine aykırı olarak, medyadaki çok sesliliğin yok edilmesi, sivil toplumun sesinin ve nefesinin kesilerek etkisizleştirilmesi; bilinerek ve istenerek körüklenen kutuplaşma neticesinde, milli birliğin ve uzlaşma kültürünün yok edilmesi, temel hak ve özgürlüklerin çok kolay ihlal edilebilir hale getirilmiş olması, “bi taraf olanın bertaraf edileceğinin” en yetkili ağızlarca ilan edilmiş olması; milleti millet yapan, milleti ve dolayısıyla devleti ayakta tutan Türk örf, adet ve ananelerinin yozlaştırılması hamleleri: Bırakın yönetim sistemini, aslında milleti ve devleti ortadan kaldırmaya yönelik hamleler olarak görülmelidir!
Ne yazık ki, seçimi kazananın her şeyi elde ettiği, seçimi kaybedenlerin ise her şeyden mahrum bırakıldığı, milli birlik, toplumsal barış ve huzur gibi temel dinamiklerin dinamitlendiği, dayatmacı bir sistem ve anlayışla yönetiliyoruz!
Neyse, sözü fazla uzatmayalım.
Konu Cumhuriyet olunca, gelin şimdi Cumhuriyet’in üstadına; Devletimizin ve Cumhuriyetimizin Kurucusu Ulu Önderimiz ve Ebedi Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e kulak verelim.
Atatürk diyor ki:
“Memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik.”
“Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve geleceklerini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır.”
“Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekâleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.”
(Drmek ki neymiş? Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlığı tek adamda birleştirmek, sistemsiz ve kanunsuz bir işmiş!)
“Gelecekte Türkiye’de gücü ele geçirecek bir cumhurbaşkanı rejimi değiştirebilir!”
(Sizce Türkiye’de rejim çoktan değişmedi mi?)
“Cumhuriyet müesseslerinin bir müstebit (baskıcı diktatör) eline geçeceğini mezarımda bile duysam millete karşı haykırmak isterim… Cumhuriyetin milletin kalbinde kök saldığını görmek en büyük emelimdir.”
“Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız milletindir. Milletin seçtiği milletvekillerinden oluşur. Bu meclis yalnız ve yalnız milletin emrine boyun eğmek zorundadır. İsmi ve makamı ne olursa olsun millet bu hakkını bir şahsa ve makama teslim edemez.”
“Şahsi yetkilere dayanan şahsi hareketleri önlemenin ve Cumhuriyeti korumanın yolu, çok partili gerçek demokrasiyi kurmaktır”.
Atatürk’ün fikir ve kanaatleri işte bu şekilde.
Şimdi deyin hele, bugün bayramını kutladığımız bu Cumhuriyet, Atatürk’ün kurduğu ve tasavvur ettiği bir cumhuriyet midir?
Değil mi?
Değilse!!!
O zaman ortada bir Cumhuriyet de yok demektir!
Peki, olmayan şeyin bayramı olur mu?
Olmaz!!!
Olmaz da “- İyi de Hocam, Cumhuriyetimiz özünü kaybetmiş olsa da, Cumhuriyetimizin ilan edilişinin yıldönümünde hiç mi kutlama yapmayalım, yani hiç mi bir şey yapmayalım?” dediğinizi duyar gibiyim.
Evet kutlayalım.
Evet bir şeyler yapalım. Ama bu bir kutlamadan ziyade, Devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, dava ve silah arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi anma, anlama ve gerçek manada millet egemenliğine dayanan Cumhuriyetimizi yeniden talep etme, yeniden kurma iradesini ortaya koyma etkinliği şeklinde olmalıdır.
Evet, tiril tril giyinelim, süslenelim, ayyıldızlı al bayraklarımızı ve Atatürk’lü posterlerimizi ellerimize alarak meydanlara akalım…
Akalım ve hakkımız olan Cumhuriyetimizi, her alanda ve legal olan her vasıta ile talep edelim.
Sosyal, insani, demokratik, haklı, milli, yerli ve çok güçlü bir talep…
İş işten geçmeden!
Çare var.
Biz bozduk, biz düzelteceğiz…