“Bir karıncayı bile incitmez” sözü ne güzel bir methiyedir. Şimdilerde çokça unuttuğumuz, ne güzel bir sevgi ifadesidir. Öyle ya, sahiden de unutmuş olmasak, sevgiyi paylaşacağımız bize özel onca günümüz varken, illa da 14 Şubatı kutlamak adına takvim oluşturup, hatırlatma yapar mıydık ki?..
Gerçi bizi ne 14 Şubatlar, ne de 8 Martlar kurtarır bundan gayrı. Sembolleştirdiğimiz sevgi-saygı paylaşımını; içselleştiremediğimiz Anadolu hoşgörüsünü yaşam biçimimiz haline getiremediğimiz müddetçe, işte böyle yüreğimizi Şubatın bir gününe sığıştırıveririz.
Hâlbuki İslam inancımız, sevgi olmadan imanı kabul etmez; insanın varlıkla tüm ilişkilerini sevgiye dayalı olarak kurar. Ve der ki:" İman etmedikçe cennete gidemezsiniz. Birbirinizi yeterince sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız…"
Varlık deyince Allah, insanlar, melekler, hayvanlar ve bitkiler ilk olarak akla gelir. İslam’ın işaret ettiği sevgiyi yaşamadığımız müddetçe de şiddet, en savunmasız canlılara kadar kullandığımız bir davranış biçimi olarak yer alır hayatımızda ve büyüdükçe büyür.
Geleneklerimizi ve inancımızı terk edeli beri, insanımız sadece birbirine değil, hayvanlara ve doğaya olan korumacılığıyla, dostluğunu da terk etti. Şimdilerde de bu konularda Batı’nın ayıpladığı biz, sanki yeni keşfediyormuşuz gibi sevmek için bahaneler üretmekteyiz. Bilinmelidir ki Türk’ün geleneğinde hayvan dosttur; nimettir, yol gösterendir, şefkattir hatta (bir nal bir ülke kurtarır inancıyla) savaştır, barıştır…
Batı insanı köle, hayvanları hizmet aracı olarak kullanmaktan çekinmezken, Anadolu düşünürlerinin ve velilerinin: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” düsturu, sadece insanımıza olan sevgi ve bakış açısı için değil, diğer canlı varlıklar içinde söylenmiştir.
Bizler çocukluğumuzda oyunlarımıza bile hayvan dostluğundan bir parça eklerdik. O zamanlar evlerimiz de rengârenk çöp torbaları yoktu ama artan yemeklerden biriktirdiğimiz sebze ve kemikler için ayrı kaplarımız vardı. ‘Kuş konmaz’ diye bir çiçeğimiz bile varken, kuş konmayan bir pencere, sizce ne kadar sevimli olabilirdi ki?.. Çocukken bilirdik ki, hayvanlar oyuncağımız değil, oyunumuzun bir parçasıdırlar.
Ah sarı öküz ah! Ah sarı kız ah! Ah anılarımızın horozu… Şimdiki çocuklar gibi peluş ve plastikten yapma hayvanlar değildi onlar, dokunur dokunmaz bize cevap verirlerdi. Dere kenarlarında, ay suya vurduğu zaman, kurbağa sesini müzik gibi dinleyişimiz daha dün gibi değil mi?..
Çocukluğumun en sevimli anısıdır, üzüm toplamak için giderken bindiğim eşek. Ve üzerinde durmak için verdiğim çaba. Fare ile tanışmamış olanınız var mıdır? Peynirli kapanlar hep en olmadık duvar köşelerinde… Bütün bu manzaraları sevgiyle izlerdik. Onların dünyalarıyla çocuk dünyamızı birleştirirdik…
Kendimize masallar yazardık. ‘Alis harikalar diyarı’ ne ki, bizim sarı ineğimiz doğurunca, dünyamız kocaman olur, ne masallar anlatılırdı…
Batı kültüründe, eğlence aracı olarak tanımlanan hayvanlara ve asil olmayan insanlara aşağılık ve ilkel canlı gözüyle bakılırken, bizler kuşların içeceği suları bile düşünen bir güzel medeniyetin evlatları olarak büyütüldük. Toplu imhalar ve ardınlar gelen kısırlaştırmalar, bize Batı’dan geçen bir üstünlük hastalığıdır. Ne zamanki hayvanlar bizde de, sevgiyi ve dostluğu paylaşmak yerine, gösteriş ve yalnızlığın adresi oldu; işte o gün mercan, sarı kız, badem isimlerini verdiklerimiz hep hayvan(!) muamelesi gördü…
Şimdi çocuklarımız, bir tavuk nasıl gıdaklar bilmez. Bir at sahibine nasıl kişner bilmez. Kurbağa onun için sadece bir masal kahramanına dönüşülen bir şeydir. Ve ne zaman ki, elini bir kedi tırmalar onu kendine yapılmış en büyük zulüm olarak görür…
Kısacası bir gencimizin kedisini döverek öldürmesi olayı, filmin sadece son sahnesidir. O noktaya gelinceye kadar, toplum olarak doğa içinde, gencimize verdiğimiz eksik paylaşım kültüründen ve rol bilincinden dolayı kendimizi sorgulasak iyi olacak…