Değerli okurlarım 15 Temmuz’dan sonra iktidarın başlattığı, devlet kurumlarını yeniden yapılandırma harekâtı, ışık hızıyla devam ediyor…
Anayasanın 120. maddesini[1] gerekçe göstererek 20 Temmuzda olağanüstü hal ilan eden HÜKÜMET, kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarma yetkisiyle birlikte, bütün politik hamlelerini hayata geçirirken özellikle, ülkemiz güvenliği için hayati önem taşıyan özelleştirmelerin ne kamuoyunda yeterince tartışıldığını, ne de muhalefet tarafından sorgulanıp, meclis engelli oluşturulduğunu görüyoruz.
Gönül isterdi ki, iktidarın sözde “kandırıla, kandırıla” düştüğü yanlışlarına DUR! diyecek, terör ve özelleştirmeler konusunda ciddi siyaset üretecek bir muhalefet çalışması ortaya konulabilsin… Ama eksik! Ama yok!
Birçok konuda olduğu gibi, ülke gündemini oluşturma konusunda da oldukça zayıf kalan muhalefetin hiç olmazsa bundan böyle, “halkı bilgilendirme” gibi önemli bir görevi yerine getirebilmesini diliyorum…
…
Özelleştirmelerle ilgili iktidarı yönlendirmek adına, kamuoyu oluşturmak gibi etkin bir tavrı ortaya koyamayan sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların suskunluğunu ise, ayrıca üzerinde durulması ve uyarılması gereken bir konu olarak görüyorum.
…
Değerli okurlarım bugün, “yalanla, doğruyu ayırt edebilme” ve “gerçekleri görebilme” konusunda, çok ciddi bir imtihandan geçmekteyiz.
Sayın Cumhurbaşkanı ve çalışma arkadaşları FETÖ konusunda, sadece “kandırıldık” mazeretine sığınarak, kendilerini suçsuz ilan etseler de, milletin vicdanında hiçbir zaman aklanamayacakları kesindir.
Mesele, FETÖ türü yapılanmaların tekrarlanmaması için herkesin ama herkesin önce, bir öz eleştiri yapması, “bu olayın neresindeyim? ” sorusunu kendine yöneltmesi gereğidir.
Kapı komşunuzun bile Fetö teröristi olduğu gerekçesiyle tutuklandığı bir ortamda, “bana dokunmayan yılan(!) bin yaşasın” diyerek kendimizi, olup bitenlerin dışında göstermeye çalışmak fırsatçılık olsa gerek!
Hele hele meydanlarda tutulan nöbetlerle sorunların çözüldüğünü, sorumluluklarımızın bittiğini zannetmek olayı hafife almak, ciddiyetsizlik demektir!..
Mesele, suçun kaynağı, gerçek suçlunun kim ve kimler olduğudur!
Bu bağlamda, iktidarın FETÖ’ye verdiği “devlet içinde devlet” yapılanması desteğini nasıl sorguluyorsak, “okul ve dershaneleriyle” gücüne güç katan Gülen’e, sosyal alan içinde, zaman zaman “susarak”, zaman zaman “yardımlarla”, zaman zaman da “çocuklarımızı dershanelerine göndererek” verdiğimiz desteği de sorgulamamız gerekmektedir.
Olayların bu noktalara gelmesine, halkın bu türden dershane ve okullara yönlenmesine neden olan Milli Eğitim politikaları mutlaka mercek altına alınmalı; devlet okullarının “başarı konusunda” iddiasız ve yetersiz kalması, adil olmayan yarışta, geride kalmamak adına insanlarımızın hep farklı arayışlara girmesi konuşulmalıdır.
Bu sadece bugün için değil, gelecekte olabilecek sorunların çözümü için de çok önemlidir.
Dolayısıyla inanç ve yaşam biçimlerini hiç onaylamadıkları halde, farklı sosyal gurup ve ideolojiden olan ailelerden bile, bu dershanelerin kapısını çalan olmuştur. Özellikle “otoriter bir hoşgörü” diye tanımladıkları eğitim şekli, ailelerin tercih nedeni.
Birçok velinin “altın ya da dindar nesil” gibi bir beklentisi yok elbette… Anne ve babaların tek derdi, sınavlarda ki başarısı, çocuklarının geleceği…
Sonra neler mi oldu? O çocukların bir kısmı, girdikleri bu kapıdan bir daha hiç çıkamadı… Yıllar içinde, Gülen’e ve harekete tabi olmak yaşam biçimleri, inançlarının bir parçası haline geldi.
ŞİMDİ, dünün çocukları elimizden kayıp gitmiş, bugün birer terörist haline gelmişlerse eğer SORGULAMAYA Gülen ve yapılanmasıyla ilgili her şeyi bilmelerine rağmen, gerçeği uzun sure milletten saklayarak kendilerine suç ortağı yapan İKTİDARDAN, daha sonra da, bu türden yapılanmaların var edilmesine ve büyümesine fırsat veren, insanını buralara mecbur bırakan EĞİTİM SİSTEMİMİZDEN başlamamız gerekmektedir.
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.” -EFLATUN-