Malumunuz, son günlerde Ortadoğu’nun hemen hemen her ülkesi karışık. Hem de kanla, vahşetle, cahiliye devri zulümlerini andıran bir şekilde karışık…
Bölge, insan hayatının hiçbir önem arz etmediği, her gün onlarca, yüzlerce Müslüman’ın yaşamını yitirdiği bir bölge olma hüviyetini kazandı. Ortadoğu, kitapların anlattığı gibi, ne asma bahçeleriyle, ne yemyeşil vadileriyle, ne de coşkun akan nehirleriyle anılmayı bırakalı, çok oldu artık.
Peki, yüzyıllar boyunca İslam sancağını gururla taşımış, o sancağı yeryüzünün en saygın, en şanlı zamanlarına eriştirmiş ve sonsuza kadar ayakta tutmaya yemin etmiş bir milletin son büyük devleti olan Türkiye’nin, koskoca bir İslam coğrafyasının bugün bu duruma gelmesinde hiç mi kabahati yok? Bu soruyu ben sormuyorum aslında, yukarda bahsettiğim üzere, tarihte Türk milletinin üstlendiği misyon gereği, yine tarih soruyor…
Ülke yöneticilerimizin, ‘komşularımızla sıfır sorun’ diye çıktıkları yolda, bırakın komşularımızı, şimdi tüm Ortadoğu’yla kavgalı duruma geldik.
Hükümetimiz: ‘Biz markayız, dünya lideriyiz’ vb. ifadelerle bize ve tüm dünyaya öyle mesajlar verdi ki; bugün gelinen noktada en haklı olabilecekleri Mısır’daki darbe ve katliamlar konusunda dahi, bir tek uluslararası kuruluşu harekete geçirememiş olmalarını, argo tabirle ‘kimsenin bizi sallamayışını’, şimdi nasıl siyasi bir yanıtla izah edecekler, merak ediyorum doğrusu… (Hoş anlattıkları kadar olsalardı; ne Irak’ın Kuzeyi’nde başımıza çuval geçer, ne jetlerimiz düşürülür, pilotlarımız kaçırılır, ne de memlekette bombalar patlatılıp, adi bir terör örgütünün şantajlarına bu milletin boynunu eğdirirlerdi…)
‘Türk Hükümeti Ortadoğu’da daha başka ne yapabilirdi ki?’ benzerinden, sorular soruluyor şimdi de. Ne yapabilirlerdiden ziyade, ne yapmamalıydı sorusunun en temel cevabını vereyim ben…
Örneğin, Başbakan Erdoğan Haçlı Dünyası ile hareket edip, onların BOP’ne eş başkan olmayabilirdi (Çünkü bu projenin, bölgenin baştan aşağı, Batı’nın ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda, emperyalizmin ve kapitalizmin ilkeleri doğrultusunda pay edilmesi projesi olduğunu artık ‘sağır sultan’ dahi biliyor.).
Kendini olduğundan mislice fazla göstererek, Ortadoğu’da demokrasi havarisi kesilip, ağabey rolü oynayıp, umut dağıtmayabilir; her önüne gelene ‘racon kestikten’ sonra da, iş er meydanına gelince geri adım atmak zorunda kalmayabilirdi…
Ülkemiz, fazla düşünmekten korkan, kandırılmaya meyilli insanların istediği gibi, basit, akılda kalıcı sloganlarla yönetiliyor artık…
Bu şekilde algılar da yönlendiriliyor. Bir bakıyorsunuz, çıkıp: ‘Biz dünya lideriyiz, dengeleri sağlıyoruz, herkes bize itibar ediyor, saygı duyuyor’ diye sahte yakıştırmalarla kendilerini göklere çıkartıyorlar; bir bakıyorsunuz işler tersine gitti mi: ‘Bir tek biz haklıyız, diğer herkes kötü’ diye oyunbozancılık edip, hiçbir ülkenin desteğini kazanamadıkları, kimseleri yanlarına çekemedikleri için ‘değerli yalnız’ oluveriyorlar. Ne ilginç değil mi?
Şimdi de Mısır konusundaki basiretsizliklerini örtmek adına, ‘İslam İşbirliği Teşkilatı genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu istifaya çağırıyorlar.
Asıl beceriksizlik edenlerden hedef şaşırtıp, İhsanoğlu’nu günah keçisi ilan ederek, bizim: “Türkiye’yi dünyaya düşman eden, stratejik derinliğinde boğulduğumuz, sığ fikirli hariciye bakanımız ‘Ahmet Davutoğlu Bey’ niye istifa etmiyor peki?” sorusunu sormayacağımızı zannediyorlar… (Ha doğru, biz de yapılan hataları kabullenip, istifa etmek diye onurlu bir adet yoktur, haklısınız!)
Hükümet milletin vicdanıyla alay ededursun, olan yine; Doğu Türkistan, Kerkük, Karabağ’daki; Suriye, Lübnan, Mısır’daki mazlum Müslümanlara oluyor. Suçsuz ve günahsız yere katledilen binlerce insanın arasından, bir tanesinin dahi olsa kurtarılabilme imkanı varken, kılını kıpırdat(a)mayan yetkililerin, iki cihanda da yatacak yeri yok. Allah(cc) her fırsatta İslam’ı kullanıp siyasi rant elde etmeye çalışan zalimlerin karşısında, ondan aman dileyen mazlum kullarının da yanında olsun… (âmin)
Not: Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, haksız yere hapsedilip, bir ömür ceza verilen masum insanlarımızı da, gündem değişti diye unuttuğumuz sanılmasın. Orda belki kan yok ama zulmün yine ta kendisi, ‘kansız ölüm’ var. Ve zulüm nerden, nasıl gelirse gelsin; her daim karşısında siper olmaya andımız var, bilinsin…