Atatürk’e göre Türk kimliği, tarihin derinliğinden gelen, kültürle yoğrulmuş ve çağdaş bir bilinçle şekillenen bir millet olma halidir. O bu kimliği, Anadolu insanının ortak sesi, ortak hafızası ve ortak ideali olarak görür. Türk kimliği; sadece geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin de köprüsüdür. Biz de bu köprüyü yıkacak her türlü düşünceye ve eyleme dur diyebilmeli, Atatürk gibi düşünebilmeliyiz.
Bugün, milletçe çözümsüz kaldığımızda hâlâ Atatürk’ün yönüne dönüyorsak, bu onun yalnızca bir lider değil, aynı zamanda “bizi uyandırma ve kimliğimize sahip çıkma” gibi önemli bir hatırlatmanın sahibi olduğundandır. Çünkü o, işleri sadece başlatan değil; onları kökleştiren, ruha dönüştüren bir önderdi.
Atatürk, Türk kimliğini her şeyin üstünde tutan bir liderdi ve ona göre bu kimliğin korunması, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesi ile doğrudan bağlantılıydı. Türk kimliği, sadece bir etnik aidiyet değil, vatanseverlik, milletin birliği, demokrasi ve çağdaşlık gibi değerlerle şekillenen bir toplumsal yapıyı ifade ediyordu. Dolayısıyla, Türk kimliğini zayıflatacak herhangi bir harekete karşı Atatürk’ün tavrı, güçlü bir karşı duruş olurdu.
Peki, Atatürk bugün yaşasaydı bu duruşunun yanında ne yapardı?
İlk olarak, Cumhuriyet’in sesini yeniden gürleştirirdi.
Devletin dili susmuşsa, halkın sesi bastırılmışsa, Atatürk o suskunluğu yırtan bir çığlık olurdu. Liyakatin yok sayıldığı, adaletin terazisinin bozulduğu, kurumların kişilere göre şekillendiği bir ortamda Atatürk, hukukun bağımsızlığını ve devlet aklını hatırlatırdı.
Çünkü o bilirdi: Güçlü liderler geçicidir ama güçlü kurumlar, milletin bekasıdır.
Eğitimi, millî bir dava olarak yeniden masaya yatırırdı.
Bugün ezberin, sınavın ve yarışın içinde boğulan çocuklara “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir yol açardı.
Köy Enstitülerinin mirasını yeniden canlandırır, şehirdeki genci teknolojiyle, köydeki çocuğu bilimle buluştururdu. Öğretmenlerin yalnız bırakıldığı, öğrencilerin sayılara dönüştüğü bir eğitim düzenini asla kabul etmezdi. Çünkü ona göre, bir milletin gerçek zaferi; savaş meydanlarında değil, sınıf tahtalarında kazanılırdı.
Atatürk yaşasaydı yine ilk yapacağı şeylerden biri; sadece ekonomik kalkınma değil, “eşitlikçi kalkınma” olurdu. İktisadi bağımsızlıkla sosyal adaleti buluştururdu…
Zengin daha zengin olurken, yoksulun sesi daha da kısılıyorsa; o bu dengeyi vicdan terazisinde tartardı. Sanayi planlamasını sadece bir yatırım projesi olarak değil, halkı refaha ulaştıracak bir seferberlik olarak görürdü.
Yalnızca istihdam değil, aynı zamanda meslek onuru kazandıran sistemler kurardı.
Atatürk yaşasaydı, kadının toplumdaki yerini yalnızca yasal haklarla değil, sosyal ve ekonomik güçle de desteklerdi. Kadını hayatın tam merkezine taşırdı.
Bugün hâlâ kadınlar yaşam haklarını savunmak zorunda kalıyorsa, o bu eşitsizliğe susmaz, “kadın uygarlığın ölçüsüdür” sözünü bir toplum sözleşmesine dönüştürürdü.
Kadını yalnızca ailede değil, yönetimde, üretimde ve fikirde etkin kılacak adımlar atardı.
Dış politikada onurlu duruşu sürdürürdü.
Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek yalnızca bir temenni değil, bir duruş sergilemiştir. Bu duruşu devlet politikası olarak yaşatırdı.
Bugün kutuplaşan dünyada, Türkiye’nin ne Doğu’ya bağımlı ne Batı’ya mecbur, ama her ikisiyle de başı dik bir ilişki kurmasını sağlardı. İttifaklar kurar ama ülke birliğinden ve bağımsızlığından ödün vermezdi. Çünkü onun diplomasisi yalnızca masa başında değil, halkın onurunda karşılık bulurdu.
Atatürk yaşasaydı, demokrasiyi yalnızca çok partili sistem olarak değil, bir ahlak düzeni olarak görürdü. Daha fazla demokrasi, daha fazla vicdan…
Farklı düşünceye tahammül, basının özgürlüğü, üniversitelerin bağımsızlığı, halkın söz sahibi olması gibi değerleri kökleştirirdi.
En önemlisi de: Cumhuriyet’i, yalnızca bir rejim değil; bir vicdan haline getirirdi.
Atatürk yaşasaydı, belki de en çok unuttuklarımızı bize yeniden hatırlatırdı:
Onurlu yaşamayı, birlikte üretmeyi, adil bölüşmeyi…
Erdemi, liyakati, sahici olmayı…
Ve en çok da bir milleti sadece toprak değil, ortak bir ülkünün ayakta tuttuğunu…
Atatürk’e göre Türk kimliği, tarihin derinliğinden gelen, kültürle yoğrulmuş ve çağdaş bir bilinçle şekillenen bir millet olma halidir. O bu kimliği, Anadolu insanının ortak sesi, ortak hafızası ve ortak ideali olarak görür.
Türk kimliği; sadece geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin de köprüsüdür.
Biz de bu köprüyü yıkacak her türlü düşünceye ve eyleme dur diyebilmeli, Atatürk gibi düşünebilmeliyiz.