1. AVRUPA ÜLKELERİ
a) İngiltere
İngiliz Jeopolitik Ekolü’nün temsilcisi Sir Halford Mackinder(1861-1947), dünya coğrafyasına politik ve özellikle dünya hâkimiyeti açısından değerlendirme çalışmasına girmiş ve bu çalışmaları ile “Kara Hâkimiyet Teorisi”ni geliştirmiştir. Mackinder, yeryüzünde bir tek büyük kara parçasının olduğunu kabul eder. “Dünya Adası-World Island” adını verdiği Av-rupa-Asya-Afrika kıtalarıdır. Rusya’nın bulunduğu orta bölge “Heartland-Kalpgâh”tır.
Mackinder, üç aşamada hudutlarını geliştirdiği Heartland ile meşhur formülünü ifade eder.
“Doğu Avrupa’yı elinde tutan kalpgâha egemen olur, Kalpgâhı elinde tutan Dünya Adasına egemen olur, dünyanın bu adasını elinde tutan dünyaya egemen olur.”
Böyle bir kara parçasına sahip tek devlet Rusya’dır ve dünya hegemonyasını elde etmesine mani olunmak isteniyorsa onun açık denizlere çıkmasına müsaade edilmemelidir. Bu netice, Soğuk Savaş Dönemi boyunca aktüel kalmıştır. Bugün ise, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu’nda istediği ölçülerde entegrasyon sağlayabildiği takdirde formülün aktüel kalmasını devam ettirebilir. [1]
Kafkasya ve Orta Asya, 19. yüzyılda Rusya ile İngiltere arasında “Büyük Oyun” olarak adlandırılan çekişmelere sahne olmuştur. Kafkasya ve Orta Asya’nın Çarlık Rusya tarafından işgal edilmesini İngiltere, Hindistan sömürgesi için tehdit olarak görmüş; Rusya ise İngiltere’nin Müslüman kabileleri direnişçiler adı altında Rusya’ya karşı kışkırtmasından şüphe duymuştur. Dolayısıyla bölgede, Orta Asya ile Hindistan’ın kontrolü için kanlı mücadeleler yani emperyalist savaşlar yaşanmıştır. [2]
İngiltere 1763’te Hindistan’ı ele geçirdikten sonra 1839’a kadar Çin’e Hindistan üzerinden afyon sattı. Çin’in İngiliz tüccarının gizlice Çin’e afyon sokmalarını yasaklaması üzerine 1839’da İngiltere ile Çin arasında Afyon Savaşları çıktı. Üç yıl süren bu savaşta Çin mağlûp oldu. Avrupalı ülkeler ile yaptığı anlaşmalar ile önce limanlarını, 1860’ta ise bütün Çin topraklarını Avrupalı tacirlerin serbest ticaretine açtı.
XIX. yüzyıla gelindiğinde İngiltere, Orta Doğu’da Arap Şeyhlikleri ile Uzak Doğu’da Singapur, Hong Kong, Yeni Zelanda, Kanada, Güney Afrika ve Hindistan gibi ülkeleri ele geçirmiştir. [3] Özellikle İngilizlerin Hindistan’a hâkim olmaları, Orta Doğu ile daha fazla ilgilenmelerine sebep olmuştur.
Çeşitli özellikleri sebebiyle, Batılı sömürgeci devletler açısından oldukça önemli görülen Orta Doğu, hiç şüphe yok ki İngiltere’nin daha fazla önem verdiği bir bölge idi. Çünkü bölgenin, İngiltere açısından önemini arttıran farklı özellikleri bulunuyordu. Her şeyden önce Orta Doğu, İngiltere’nin Uzak Doğu’daki sömürgeleriyle bağlantısını sağlayan en kısa yolların geçtiği yerdi. Bunun yanında, bölgenin İngiltere tarafından da iyi bir sömürge olarak görülmesi, onun İngiltere nezdinde önemini iki katına çıkıyordu.[4]
İngiltere Arap halkını Osmanlı Devletine karşı ayaklandırmak için, özellikle Mekke Şerifi Hüseyin ile birtakım anlaşmalara girişmiş ve ona bir Arap İmparatorluğu veya bir Arap Devletleri Federasyonu kurmayı vaat etmek suretiyle Arapların bağımsızlık duygularını kışkırtmıştı. İngiltere ile Fransa 7 Kasım 1918 de Orta Doğu hakkında bir ortak deklârasyon yayınladılar. “Uzun zamandan beri Türklerin zulmü altında yaşayan halkların kurtuluşu için” savaştıklarını belirten iki devlet, Orta Doğu memleketlerinde, halkların kendi serbest seçimlerine dayanan millî hükümet ve idareler kuracaklarını bildirdiler. 1920 Nisanında toplanan San Remo Konferansı‘nda da İngiltere ve Fransa, Amerika’nın bu konferansa katılamamasından da yararlanarak, Orta Doğu’daki manda rejimlerini aralarında paylaştılar. Suriye ve Lübnan Fransız, Irak, Ürdün ve Filistin de İngiliz mandalarına verildi. [5] Afganistan 1880 Temmuzunda İngiltere ile imzaladığı bir anlaşma ile bu devletin nüfuz ve himayesi altına girmişti, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz himayesinden kurtulmayı başardı.[6]
İngiltere’nin hedeflerinden en önemlisi “Hasta Adam” diye adlandırdıkları Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve Türkleri Anadolu’dan söküp atmaktı. İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Palmerston(1830-1841, 1846-1851) Akdeniz’in İngiliz çıkarları için savunulmasının İstanbul Boğazından başladığını ileri sürmüştür. [7] Bu amaçla Çanakkale Boğazı’ndan geçip İstanbul’a ulaşmayı denemişler, Yunanlıları tahrik ederek Anadolu’nun içlerine kadar sürmüşlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere, dünyanın bir numaralı devleti haline gelmiş ve Ortadoğu’da da en büyük payı almış olmakla, bölgenin egemen devleti olmuştu. Böylece İngiltere, Libya sınırından Hayfa’ya kadar uzanan bütün Akdeniz kıyısını, egemenliği altına almış oluyordu. Bu tarihe kadar Akdeniz’deki İngiliz egemenliği Cebelitarık, Malta ve Kıbrıs’a dayanıyordu. Bu nedenle de Doğu ticaret yolları sadece donanmayla korunuyordu. Ancak, bölgede elde ettikleriyle, bundan böyle Doğu Akdeniz’de çok büyük bir üs meydana getirmişti. Bu da, İngiltere için Ortadoğu politikasında yeni ve önemli bir faktör oldu. Ortadoğu’da kurulmuş olan bu düzen, İngiltere’ye ekonomik, politik, askeri alanlarda büyük üstünlük ve yararlar sağlamaktaydı. [8]
Birinci Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu’da büyük çıkarlara ve etkiye kavuşan İngiltere, bölgede bu durumunu korumayı esas alan bir politika izlemiştir. Bunun için de egemenliği altındaki toprakları parçalamış ve buralarda yeni devletler kurmuş, gerektiğinde de bunları birbirlerine karşı kullanarak bölge varlığını sürdür-meye çalışmıştır. [9]
1916 Sykes-Picot Anlaşması İngilizlerin Kürtlere olan ilgisini daha bir arttırdı. Çünkü bu anlaşma ile savaş sonrası düzenlemeler konusunda anlasan İngiltere, Fransa ve Rusya Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri İngilizlere bırakıyorlardı. Böylece İngiltere bölge ile ilgili siyasî, askerî ve sosyal hazırlıklarını arttırdı. Bu çalışmalar için Van ve Musul merkez seçilirken, bölgesel dengeleri bozmamaya özel bir gayret sarf edildi. Yani aşiret ve şeyhlik düzeni desteklenirken İngiltere’ye bağlı kişilerin sayısı arttırılmaya çalışıldı. Bu dönemde bu teşviklerden ve dünyanın genel gidişatından da etkilenen Kürt beylerinden bir kısmı Kürt milliyetçiliği yapmak istemişlerse de hayal dünyasında yaşadıklarını, ortada bir birlik kurabilecek ne bir homojen kitlenin ne de halk arasında böyle bir niyetin olmadığını gördüler. Savaş boyunca Kürtleri Türklere karşı kışkırttı. Amiral Webb, durumu Lord Curzon’a şöyle özetliyordu:
“En önemli Kürt önderlerinden bazılarının Türklerle olan bağlarını kesinlikle koparmalarını sağlamak kolay olacaktır, yeter ki çıkarlarının Ermeni çıkarlarına kurban edildiği korkusundan kurtarılsınlar. Öte yandan, eğer İngiliz hükümetinden ilgi görmezlerse her yerde olay çıkabilir ya da Türk İmparatorluğu’nu Kurtarma savaşına katılabilirler.” [10]
İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Kürt isyanlarının arkasında olmuş, Kürtlere maddî ve manevî destek vermiştir. Misak-ı Millî sınırları içerisinde olan ve konumu Lozan’da sonuçlanmayan “Musul Vilâyeti”ni Türkiye’nin kaybetmesinin en önemli sebeplerinden birisi de aynı dönemlerde İngiltere desteğinde çıkan “Şeyh Sait” isyanıdır.
İngiliz İmparatorluğu içinde bulunan bölgeler; dominyon, koloni, himaye, manda, koruma anlaşması gibi değişik hukukî bağlarla anayurda bağlıydı. İngiltere, zamanla sömürgelerinde meydana gelen gelişmeler üzerine, buraları daha yumuşak bağlarla kendisine bağlamak durumunda kalmıştı. 1926’da, İmparatorluğun ve dominyonların meydana getirdiği bütüne “İngiliz Uluslar Topluluğu(Commonwealth)” adı verilerek, yeni bir statü kuruldu. Bunda esas olan, anayurt dışındaki bölgelerin İngiliz tacına sadakatiydi. Bu topluluk; 1931’de hukukî, 1932’de de eşitliğe dayanan ekonomik bir statüye kavuştu, ikinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sonuçlar üzerine, 16 Ağus-tos 1947’de birbirleriyle ve Londra ile ilişkileri diplomatik yoldan düzenlen-di. 1948’de İngiliz Uluslar Topluluğu üyeleriyle İngiltere eşit düzeye getirildi. Nisan 1949’da toplanan Dominyon Başkanları Konferansı da, İngiliz Uluslar Topluluğu’nun o günkü şeklini, İngiliz tacını sembol olarak kabul eden özgür uluslar topluluğu olarak tanımladı. [11]
İngiltere bugün iki güç odağı ile birlikte hareket etmektedir. Bir ayağı üye olduğu Avrupa Birliği’nde, diğer ayağı ise ABD’dedir. İngiltere AB’de ABD’nin en güçlü ortağıdır. ABD’nin her iki Körfez Harekâtı’na da kuvvet vererek katılmış, uluslararası diplomaside hep ABD’nin yanında yer almıştır.
Dokuz yıl önce ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan Yeni Ortadoğu haritasında İran, Pakistan ve Afganistan’ın bir bölümünü kapsayacak bir “Özgür Belucistan” tasarımının da bulunduğu dikkatleri çekmişti. ABD açısından bu bölgede kukla bir Belucistan devletinin kurulması;
Çin’in Gwadar limanı ile perçinlenen “İnci Şeridi” stratejisini tersine çevirmeye, dolayısıyla Çin’in bölgedeki yükselişini engellemeye ve Çin’in enerji gereksinimini sağladığı stratejik tanker geçiş noktalarını denetim altına almaya,
Pakistan Belucistan’ı üzerinden İran’a sızmaya,
İran ile Pakistan arasına kukla bir Beluci devleti sokarak, İran-Çin ve İran-Hindistan arasında var olan boru hattı anlaşmalarını bertaraf etmeye ve ABD’nin bölgedeki askeri varlığını güvence altına almaya yarayacak. Zira söz konusu boru hatları, Belucistan bölgesinden geçecek. Hedeflenen boru hatları, İran’ın yükselen Çin ve Hindistan ile bölgesel işbirliğini güçlendirmesi bakımından ABD’nin geleneksel Körfez stratejisine büyük bir meydan okuma anlamına geliyor.
Ancak esas tehdit, Çin’in Hint Okyanusu’nda varlığını güçlendirmesi ve Fars Körfezi’nin girişinin güvenliğini ele geçiriyor oluşu.
Tüm bu gelişmeler, ABD ile Çin arasında güçlenen çelişmelerin derinleşeceği ön cephenin Belucistan olacağı düşüncesini güçlendiriyor. ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Özgür Kürdistan ve Özgür Belucistan olarak ifade edilen kukla devletlerin anlamı daha da belirginleşiyor.[12]
Bu bölgede Pakistan Ordusu’na karşı silahlı saldırılarını hızlandıran Belucistan Kurtuluş Ordusu’na(BKO) ABD ve İngiltere tarafından destek verildiği ve sürecin özellikle 2006’dan bu yana hızlandırıldığı görülüyor. Belucistan’ın milliyetçi lideri Sardar Attaullah Mengal’ın açıklaması hem İran da hem de Pakistan’da Beluci ayrılıkçılığının Batı tarafından açık biçimde desteklenmeye başlandığını kanıtlıyor. Mengal, Pakistan gazetesi Daily Times’ta 22 Aralık 2006’da yayımlanan açıklamasında, “artık İngiltere de BKO’ya silah ambargosu uygulamasını kaldırdı. Doğru yolda ilerliyoruz.” diyor. [13]
ABD, İran’da Jundallah’ı güçlendirirken, İngiltere’nin de BKO’yu silahlandırdığı görülüyor. İngiltere’nin dış politika oluşturma sürecine büyük et-kisi olan ve 1998’de Tony Blair tarafından kurdurulan Foreign Policy Centre (Dış Politika Merkezi) geçtiğimiz yıl bu yolda iki önemli toplantı gerçekleştirdi.
Bu toplantılara Beluci ayrılıkçılarının temsilcileri davet edildi. Hem 27 Haziran 2006 tarihinde gerçekleştirilen “Yol Ayrımındaki Belucistan” [14] hem de 4 Aralık 2006’da gerçekleştirilen “Belucistan Neden Önemli?” başlıklı toplantı için bastırılan davet metninde Belucistan için şu ifade yer alıyordu: “Orta Asya’nın Kürdistan’ı”.[15]
b) Almanya
Çağdaş jeopolitiğin başlangıcı olarak Alman Coğrafyacı ve antropolog Friedrich Ratzel (18441-904)’in 1897’de yayınlanan “Politische Geograhie-Siyasi Coğrafya” adlı eserindeki fikir ve yorumları gösterilir. Ratzel’e göre coğrafya, siyasî ilimleri de yine kendi sahasında işleyerek ancak Siyasî Coğrafyayı statik olmaktan kurtaracak ve ona bir hayat ve canlılık kazandıracaktır.
Ratzel, mekân fikrinin tarihte kaybolmadığına işaret ederek, “vaktiyle bir birlik ifade eden mekân, parçalanmış olsa dahi, o mekân fikri yahut mekân duygusu asırlarca yaşar ve günün birinde siyasî bir fikir olarak tekrar hayat bulabilir” diyordu.
Ratzel, “topluluklar az çok istidatlıdırlar, öyleyse komuta ve organize etmeye, yani idare etmeye ve diğerleri üzerinde hakkı olmaya az veya çok tayin edilmişlerdir. Bu kabiliyetler zayıflayabilirler ve hatta kaybolabilirler, fakat yetiştirilip kuvvetlendirilebilirler de.…” demektedir. Görülüyor ki Ratzel ırkçılık anlayışından uzak değildir. Ratzel, devletin coğrafî ve politik yapılarını biyolojik organizmalara benzeten fikirleriyle kendisinden sonra “Hayat Alanı-Lebensraum” adıyla gelişecek Alman Jeopolitik Ekolü‘nün temellerini atmıştır.
Ratzel, devletlerarasındaki sınırlara geçici işaretler gözüyle bakıyordu. Sonunda dünya hâkimiyeti için muazzam bir mücadeleye girecek olan birkaç güçlü devletin ortaya çıkmasına sebep olacak şekilde, küçük politik bölgeler, daha büyükleri tarafından eritilecektir. 1930’larda Ratzel’in fikirleri Nazi Almanyası’nın “Lebensraum”u ele geçirmesini, ilerlemelerini ve tabii kanunlara uygun olarak mukavemet edilemez genişlemesinin ilham kaynağı olmuştu.
Rudolf Kjellen(18641922), 1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli O-larak Devlet” adlı eserinde, yaşayan bir organizmaya benzettiği devletin beş aktif unsurunu “Sosyopolitik, Ekonopolitik, Kratopolitik, Demopolitik ve Geopolitik” olarak adlandırmış ve böylece JEOPOLİTİK terimi doğmuştur.
Kjellen, Ratzel’in fikirlerini ifrat derecesine götürerek ve 19. yüzyıl Alman filozoflarına karşı aynı şekilde hareket ederek Birinci Dünya Harbi sıralarında Alman ekolüne yeni bir hareket vermiştir. İlk defa “Jeopolitik” adı altında devleti bir şahsa benzeterek, her ikisinin de organlarını kıyaslamak suretiyle devletlere davranışlarında, insanlara benzer davranışlar vererek bir doktrin vazetmiştir. Nihayet Alman ırkının üstünlük ve “Raumsinn”e olan kabiliyet tezini kuvvetlendirdi ve böyle bir ekolün başına geçecek Karl Haushoffer‘i buldu. General ve profesör, asker ve politikacı Haushoffer, milli çapta ve Nazi idareciler tarafından şevkle teyit edilen politik ve ilmi bir doktrin lanse etmek için gerekli niteliklere sahipti. Ratzel ve Kjellen’den daha ileri giderek yabancı referanslarla tezini kuvvetlendirme hünerini gösterdi. Mackinder’in “Kalpgâh”ını biraz daha batıya oynatarak onun fikirlerini Almanlar için kullandı. [16]
Bazı önde gelen Alman siyasî coğrafyacıları, başta Mac-Kinder’in kav-ramlarını Almanya’nın siyasî ihtiyaçlarına uyarlayan Kari Haushofer, ülkelerinin “Drang nach Osten(doğuya doğru yayılma)” politikasını haklı göstermek üzere jeopolitikaya da başvurdular. Bunun en kaba yankısı, Adolf Hitler’in Alman halkının gereksindiği “Lebensraum(Yaşama Alanı)” üzerine yaptığı vurguda duyuldu. [17]
“Halkın yaşama sahasının büyüklüğü dış güvenlik için vazgeçilmez bir faktördür. Halkın yaşadığı alan genişledikçe korunma da kolaylaşır” derken Karl Haushoffer’in “lebensraum” (yaşama sahası) tezinin etkisi altındaydı.
Jeopolitiğin “devletin coğrafî vicdanı” olduğunu iddia eden Haushoffer’in yaşama sahası tezi devlete nüfusu için yeterli sahaya sahip olma hakkı vermekteydi. Haushoffer’e göre yaşama sahası içindeki tüm doğal kaynaklar dikkate alınmalı ve nüfusu artan, büyüyen bir ulus canlı bir organizma gibi doğal sınırlarına kadar genişlemeliydi. Karl Haushoffer’in jeopolitiği doğal kaynaklar için yayılmacılığı, genişleme için de gücün saldırgan bir biçimde kullanılmasını ön görüyordu. Karl Haushoffer’in jeopolitik tezi aynı zamanda bir propaganda aracı olmuştu. Hitler’in politikasında olduğu gibi Karl Haushoffer’in tezinde de ırkçılık temel unsuru oluşturuyordu.
Hitler’in yayılmacı politikası Karl Haushoffer’in tezinin etkisi altında gelişti. Hitler’in ünlü “Kavgam” adlı kitabının “Doğu Siyaseti” adını taşıyan bölümünü Karl Haushoffer’in yazdığı iddia edilmiştir. Kitabın bu bölü-münde yer alan şu satırlar Karl Haushoffer’in tezinin nasıl politikaya dönüştüğünün göstergesidir: “Irkçı devletin dış politikası, bir taraftan nüfusun adedi ile diğer taraftan toprağın genişliğine hizmeti arasında hayat kabiliyetini haiz tabii kanunlara uygun bir münasebet tesis ederek bu dünya üzerinde hayat şartlarını temin etmelidir… Yeryüzünde yeter bir saha, bir milletin yaşama hürriyetini temin eder… Kuvvet ve kudret onun coğrafî durumunun, askeri kıymetinin doğrudan doğruya neticesidir… Alman devleti kendi istikbalini ancak bir bütün dünya devleti sıfatı ile düşünebilir… Milletlerin sınırları bir aptala granit gibi değişmez görünürse de hakikatte kuvvetle değiştirilebilir… Almanya ya bir dünya devleti olacaktır ya da ortadan kalkacaktır… Yüzölçümü tıpkı geçinme kaynakları gibi siyasî kuvvet ve kudretin istinat noktası telâkki edilir...” [18]
18 yy.’ın ortalarından itibaren Almanca konuşan milletlerin bir devlet altında toplanması fikri çok rağbet görüyordu. Çekce, Hollanda, Flemenkçe dilleri Almanca olarak kabul ediliyor, kültür ve ticaret bölgeleri haritaları yayınlıyorlardı. Karl Haushoffer dünyayı dört siyasi bölgeye ayırmıştı. Güney ve Kuzey Amerika’yı kapsayan “Pan Amerika”, İskandinav yarımadasının doğusundan Türkiye’nin doğusuna, oradan Basra körfezine oradan da güneye uzanan bir meridyen çizgisinin batısına “Eurafrika”, Moğolistan, Doğu Rusya ve Çin’i kapsayan doğu Asya’ya Büyük Doğu Asya “Refah Alanı”, Rusya, Orta Asya ve Hindistan’ı kapsayan alana da “Pan Rusya” adını vermişti. [19]
Karl Haushoffer’in düşünceleri ile beslenen Hitler’in yaşama sahası politikası Almanya’nın ve Avrupa’nın felâketine neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda hem Hitler hem de Karl Haushoffer intihar ederek öldüler. [20]
II. Wilhelm 1888 yılında imparator olduktan sonra Alman dış politikasında bazı değişiklikler oldu. II. Wilhelm karada en güçlü Pan-Cermen bloğunu kurup denizlerde güçlü İngiltere ile ittifak yaparak Avrupa’da en güçlü bloğu oluşturmak istiyordu. Wilhelm, Birmarck‘ın aksine, Almanya’nın büyük devlet olabilmesi için, diğer büyük devletler gibi onun da sömürgecilik yapması ve münasebetlerini dünya çapında genişleterek bir Dünya Politikası(Weltpolitik) takip etmesi gerektiğine inanıyordu. [21]
Brzezinsky‘ye göre, “40’lı yıllar kadar yakın zamanlarda her biri küresel gücü elde etmeyi ümit eden Adolf Hitler ve Joseph Stalin (o yılın kasım ayındaki gizli görüşmelerde), Amerika’nın Avrasya’dan dışlanması gerektiği konusunda açıkça anlaştılar. Her ikisi de Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği varsayımını paylaşıyorlardı.” [22]
ABD emperyalizminin Avrasya ve Ortadoğu’ya (doğuya) dönük olarak son yıllarda geliştirdiği ve kamuoyuna “Büyük Ortadoğu Projesi”(BOP) adıyla sunulan “düşük yoğunluklu demokrasi plânı”, son yıllarda bölgenin jeopolitik önemi üzerinde yeniden tartışmalar yapılmasına sebep olmaktadır. Bu proje, jeopolitik terimleri ve kavramları birçok kişi tarafından çeşitli dönemlerde dile getirilmiş olan, ilk olarak Alman jeopolitika ve coğ-rafya düşünürü ve bu düşüncenin babası sayılan Friedrich Ratzel, (1844-1904) tarafından birinci dünya savaşından kısa bir süre önce öne sürülmüş olan bir doktrindir. [23]
Batı Avrasya güç odağında Almanya, Doğu Avrasya güç odağında Çin belirleyici etkinlik sergilemektedir. Almanya; kendisi için “Temiz toplum, Temiz ırk” ilkesini uygulamaya devam ederken, AB’nin çıkardığı bölgesel ve azınlık dilleri Avrupa şartından yararlanarak, diğer ülkelerin bölünmesi politikası izlemektedir.
Almanya; ll. Dünya Harbinde kaybettiği, Polonya’ya verilen topraklardan Soğuk Savaş döneminde göç eden Almanları Polonya’daki yerlerine geri göndermeyi, aynı tarihlerde Almanya’ya göçe zorlanan S&
Feridun Yıldız
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı