Bugün dokunsan patlayacak hale gelen toplum manzaramız dehşettir. Sebepleri üzerinde derinlemesine düşünmek lazımdır. Vardığım sonuçlar arasında birini çok önemsiyorum: Dünyaya hükmetmiş, ülkeler kaybederek bugünkü Türkiye topraklarıyla yetinmek zorunda kalmış bir büyük milletin yarası kolay iyileşmez. İyileşme geciktikçe de bunlar olur.
Yeni devletimizin kurucu önderi Atatürk‘ün aşıladığı Türklüğe iman ruhu devam etseydi içine düştüğümüz buhranı yenmemiz kolaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözü bu inancın ifadesiydi. Ham hayal veya gerçek dışı bir görüşün açığa vuruluşu değildi. Büyük Gazi, yaralanmış millet şuurunu böyle ayağa kaldırmak istiyordu. Nitekim halkı inandırmış ve dünyayı şaşırtan başarılar elde etmişti.
Bilsek de bilmesek de, büyüklüğümüzü elimizden alan derdin acısı var. Kaybettiğimiz değerlerin hasretiyle yanıyoruz. Yaşadıklarımızda bunun etkisini düşünmemek olmaz. Böyle olmakla beraber, her yerde çoğunluğa geçen mutsuz insan yüzlerini, gergin ve tedirgin toplumu anlamak için buralara kadar gitmek gerekmeyebilir. Etrafımıza bakınca o kadar kötü değiliz de denebilir. Böyle bir görüşe de yanlış denemez. Ancak çok gerilerde seyreden ekonomileriyle ve yaşama standartlarıyla bizden daha mutlu görünen ülkeleri, insanlarını görünce içinizde başka bir düşüncenin endişeli kıpırtıları hissedilmez mi?
Zor kıyaslama
Üç yıl yaşadığım, ayrıca yıllarca gidip geldiğim, haklarında yayınlar yaptığım Sovyet ülkeleri Türkiye’den daha iyi sosyal şartlarda değildi. Oralarda ne güven duygusu, ne de önünü görebilme imkânı vardı. Buna rağmen, nasıl oluyor da Türkiye’de insanlar daha gergin ve tedirgin görünüyorlar? Soru budur.
İnsanlar ve toplumlar için belirsizlik ve güvensizlik belirleyicidir. Eski Sovyet ülkelerinde güvensizlik ve belirsizlik tam manasıyla hayata hâkim. İnsanlar ne devlete, ne de birbirlerine güvenebiliyorlar. Gelecek endişeleri düne göre daha çok arttı. Yine söylüyorum, nasıl oluyorsa, ağır bir durumda olduklarını yüzlerinde, davranışlarında görmüyorsunuz.
Elbette sosyalist dönemden kalan, “Bizim elimizden bir şey gelmez, olana razı olalım ve mevcut şartlara göre kendimizi ayakta tutalım” görüşü herkeste var. Görüş değil, aslında mecburi kabulleniş. Bu varılmış karar, davranış kargaşasını önler. Netleşen duruma göre çizilen hareket alanı içinde kişilerin yapabilecekleri de sınırlıdır. “Sovyet insan(lar)ı“nın, kaba bir bencillikle alanlarını korumaya çalışırken, ne yaptıkları ve nasıl yaptıkları sosyal psikologlar için ilginç veriler saklar.
Bizde de flu alanlar az değil! Düşüncelere vurulan prangalar ve gelir dağılımı bozukluğu gibi doğurgan olumsuzluklar var. Sosyal hareketlilik ve çalkantılar var. Huzursuzluk sendromu’nu tetikleyen anlayış değişmeleri var. Evet bizde de çok şey değişti. Kültürümüz, ağırlıkla nesilden nesile aktarılan çok kuvvetli bir şifahi kültürdü. Teorik değildi, yaşanıyordu. Bu kültürü kaybettik. Kültür zaafı yüzünden, aldıklarımızı kendimize benzetemiyor ve hayatımızın malı yapamıyoruz. Yeni zamanlara göre bir kültür yaratıcılığı gösteremediğimiz de açık. Bunlar önemli problemlerimizdir.
Dolayısıyla insanımız değişti. Mesela, bulduğuyla yetinen kanaatkâr insan tipi yavaş yavaş hayatımızdan çekildi. O bir yaşama kültürüydü ve kaybettik. Türk’ün en büyük gücü, değişen şartlara uyum sağlamasıdır. Hareket halindeki bir milletin bu özelliği, bulunduğu yere çakılı yaşayanlarda bulunmaz. Bu özelliğimiz henüz kaybolmamıştır. Değişime uğrayan temel özelliklere rağmen ayaktaysak bundandır. Peki o halde bu kargaşa, bu telaş, bu endişeli hâlin kırıp dökücülüğe dönüşmesini nasıl izah edeceğiz?
Belirsizlik bize göre değil
Biz açık milletiz. Yönetenlere ve uygulamalara bakarız. Dedikleri gibi olmayanlar bizi bozar. İkiyüzlülüğe alışmış görünmemize bakmayınız. Aradığımız netlik ve açıklıktır. İçimizdeki tembel şeytanı, kolaycılığı, fırsatçılığı uyandıran kuralsızlığın tetiklediği bu belirsizliktir.
Yönetenlerin günde on yalan söylediği yerde halkın yapacağı bellidir. Onların kavga ettiği yerde halkın ne düşüneceğini ve nasıl davranacağını kestirmek zordur. Kanunları, kuralları koyanlar bozuyorlarsa orada halkın yapacağı yine bellidir. Diyeceksiniz ki onları seçen de halk. Bu doğru, bize gerçeği tam vermez. Biz yukardakine bakarız. İmamın ne ettiği cemaati kat kat fazlasına iter. O argo atasözü bunu söyler. İmam dediğiniz baştakidir, baştakilerdir. Biz başa bakarız. Bizde balık, her zaman baştan kokar.
Herkesin diline ve haline dikkat etmesi gereken yerdeyiz. Şaşılacak o ki, hiç dikkat edilmeyen bir zamandayız. Her türlü konuşulabilir ve her türlü hareket edilebilir. Birileri için bu serbestlik vardır. Özellikle baştakiler için. Devletin başındaki kişi, sokak dilini utandıracak sözler edebilir.
Şu var ki hiç unutulmayacak yıkıcı gerçek de devrededir. Yerleşik düzene karşı hareket, yönetenlerden gelirse orada kargaşa kaçınılmazdır. Yıkmak kolaydır, yıkabilirler. Yapma enerjisi, yıkmaya odaklı yaşayanlarda bulunmaz. Yaşadığımız budur. Asıl yıkılan dil ve uygun davranıştır. Devlet adamı kabadayı üslubuna özeniyor. Kabadayı argosu güzeldir fakat o seviyede, kabul edilemez bir seviyesizliktir. Devletin tepesinde kof efelenme boşluk ve kaos yaratır.
Huzursuzluğu, tedirginliği ve şiddeti besleyen de bu dildir diyene kolayına itiraz edilemez.