Bu köşede yazmaya yeni başladım. Birkaç hafta yakın tarihten çizgilerle fikir ve sanat hayatımız üzerinde duracaktım. Ondan sonra günlük konulara daha rahat girerim demiştim. İBB’nin düzenlediği Şeb-i Arus töreni tartışmaları işi değiştirdi. Derdime dokundular. Girmesem olmaz.
Türk Mûsikîsi’nin Miraciye’den sonra en büyük formu Mevlevî Ayinleridir. Türk yaratıcılığının müzikte en ince, en derin, en heybetli eserleridir. Batı operaları, baleleri gibi teatral düzende ama daha sadedir. Türk ruhu ve sanatı bu sadeliği arar, fazla süse, şatafata, gereksiz abartmalara girmez.
Bu eserler, adı üstünde birer âyin. Şevk içinde, cezbeye açık bir iç âlem seferi. Bu manadan uzağa düştük. Onun için benim gibi düşünenler Şeb-i Arus’larda on yıldan uzun bir zamandır Konya’ya gitmiyoruz. Eski lezzeti kalmadı, samimiyeti gitti. O güzelim âyinler, anlamından, bağlamından koptu. Ne yazık ki bunları konuşacak bir kültür hayatımız yok. Belki bu açıklıkta da ilk defa yazılıyor.
Merasimleri Kültür Bakanlığı üstlenince Konya’daki Tasavvuf Mûsikîsi Korosu’nu görevlendirdiler. Bilenler, aman ne iyi oldu diyemediler, sevinemediler. Çünkü korodakiler ne kadar severek yapsalar, o derinliği, sıcaklığı duyuramadılar, işin ruhunu tam veremediler. Kendilerince samimiydiler. Ayrıca mazurdular. Müzisyen olursunuz ama Mevlevî terbiyesinden geçmemişseniz, el yordamıyla çalar söylersiniz. Şekle uyarsınız, hareketi verirsiniz, yalnız nota çalarsınız. O şekliyle de güzelse güzeldir. Fakat yetmez. Her müzisyen bu işi yapar denecek bir konu değildir. Çünkü “Mevlevî mukabelesi”, her isteyenin kurstan, okuldan öğreneceği türden bir gösteri değildir.
Ocaktan yetişenleri gördük
Eskiden, âyin için Türkiye’nin her tarafından Mevlevîler aranırdı. O dünyanın insanları semâ ederdi. Post’a oturan bir yol büyüğüydü. Sadece saz ve seslerin bir kısmı mensuplardan değildi. Yalnız, onlar da “muhib”ti. Bu kavramlar önemlidir. Yani heyet, içerden bilen ve sevenlerden teşkil edilirdi. Türkiye’nin en iyi sazları davet edilir, günlerce geçilecek eseri çalışırlar, “usulü, erkânı” öğrenirlerdi. O dünyanın insanlarıyla kaynaşırlardı. Böylece icralarında bir ruh eserdi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelenler ve bizim gibi sevenler mest olurduk.
Böyle bakınca günlerdir konuşulanlar bir çerezdir. Burada açığa çıkan büyük dertlerimizden biri bu, biri de din konusunda Türkçenin değersizleştirilmesi ve müslümanlık algımızı yönetmeye kalkanlardır.
Son yıllarda, semâ grupları pıtırak gibi bitti. Yalnız özel günlerde semâ etmek için yetişen ve kendi başına asla bu işi yapması uygun karşılanmayacak semâzenler, olur olmaz yerde türlü şekillerde turistik meze olarak kullanılır oldu. Dini hayatta yaşanan bozguna paralel bir bozulma ve ciddiyetsizlik buraya kadar ilerledi. Artık doğrudan siyasetin idare ettiği bir zemindeyiz. Son hadisede de her yönüyle siyaset var. Baştan aşağı yanlıştır.
Siyaset karışınca samimiyet gider
“Din benim dediğimdir.” diyen ruhban ötesi şirketleşmeden bütün dinler çok çekti. Bu çağda bizim geldiğimiz yer daha fena: İşid ve ötesi. Bunları konuşmadık, konuşmuyoruz. Kur’an, “Ben apaçığım, düşünün, akledin, anlayın..” diyor. Bizim din adına konuşma tekelini elinde bulunduranlarımız “Hayır, siz anlayamazsınız, benden soracaksınız.” diyor. Bu tuhaf mantığı dini bilenler tartışsınlar.
“Yalnız Arapça ile ibadet edilir.”, yani anlamasanız da olur, diyorlar. Peki bu doğru mu?
İstanbul’daki âyinde Türkçe meâl okunmasına Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak çok aşırı tepkiler gelmesini iyi anlamak lazım. Dikkat edin, siyaseti arkasına alan Diyanet, açıklamasında yalnız bu dil meselesi üzerinde duruyor. Hiç adı edilmemişken Türkçe ezandan ve Türkçe ibadetten dem vuruyor. Topa yanlış yerden giriyor. Maksat açık: “İnsanların Tanrı’ya en samimi yakarışı, anlayarak yönelişi kendi diliyledir” diyenlerin önünü kesmek isteniyorlar.
Olması gereken ne?
Tarih içinde bir gelenek oluşmuştur. Mevlevî Âyinlerinde okunacak âyetler de bellidir ve Arapça okunur. Namazda Kur’ân’ı Arapça aslıyla okumak da doğrudur. Bu birlik sağlanmıştır ve devam ettirilmelidir. Diğer alanlarda, okumada-anlamada, cenazede, duada, bütün hayatımızda niçin Türkçe olmaz? Ne dediğini anlamadan yemek duasını bile Arapça etmede bir yanlışlık yok mu? Bilelim ki, Arapça duyunca sevap kazandığını düşünen bir çoğunluk yaratmışsak buradan her türlü kullanma çıkar. Şimdiki gibi her türlü istismara kapı açılır.
Bu ve benzeri yığınla uygulamanın dinle alakası yoksa denecek açık: Her millet kendi dilinde dinini öğrenmeli ve en geniş şekilde o dille uygulamalıdır.